• Konular – 
  • Türkiyenin aydin meselesi

    Abdullah Cevdetle başlayan Batılılaşma adı altında başlayan kültür yozlaşması ve Türk Milletinin 1900lerden beri başına bela olan sahtekar aydınların durumunu bir tarihçi çok güzel ifade etmiş. Bu metnin tümünü aşağıda vereceğim. 2.Abdülhamitin başlattığı sanayileşmeye balta vuran, içlerinde Mustafa Kemal'inde bulunduğu ?ttihat ve Terakki'nin yaptığı darbe ve bu Batı zihniyeti günümüze kadar Kemalist vesayetin öncülüğünde devam etmektedir. Halbuki Batı medeniyetine Türkiyenin ve Osmanlının ihtiyacı yoktu ve halen yokturdurda. Osmanlının ve Türkiyenin ihtiyacı milli teknolojiyi geliştirmekti. Osmanlının insana verdiği değerler bugün bile evrensel insan haklarının ulaşamadığı bir düzeydedir. Mustafa Kemalin gözleri Batının dıştan görünen parıltısı ve propagandası ile kamaşmıştır ve haksız yere Türk kültürünü Osmanlı tarihini, geleneklerini, tarihini yok etmiştir. Batı kültürünü Millete dayatmış, karşı gelenleri astırmış, tam bir diktatörlükle devrimler adı altında Millete zulüm etmiştir. Devlet kadrosunu 1923den beri öylesine değiştirmiştirki Millet ölümünden sonra bile gıkını çıkaramamış, sesini çıkaran asılmış, hapsedilmiş, sürülmüştür. Kendini Türk olmayarak tanıtan, yada bir tarikat ve dine bağlı olarak tanıtan bütün zümreler bastırılmış, öldürülmüş, en hafifi hor görülmüştür. Mustafa Kemale tek laf söyleyen kişi hapishanelerde işkence görmüş, başında sarık bulunan kişiler ifadeleri alınmıştır, susturulmuş, dövülmüştür. Kemalist devlet bu eylemlerle övünmüş kendini birde demokratik,laik, medeni diye övmüştür. 1980lerden önce Türkiyede olmayan serbest piyasa ekonomisinin yerinde bulunan 5 yıllık plan ekonomisi sadece devletin başında bulunan kişilere çıkar sağlamış, herşey Kemalist kişilerden oluşan kamu kuruluşlarının elinde olduğu için, halk yerin dibine girecek kadar fakirleşmiş ama devletin tekelinde bulunan bütün üretim alanları Kemalistleri ve onlarla işbirliği yapanları palazlandırmış zenginliklerine zenginlik katmışlardır. Devlet makamlarına memur alınırken vasfına, kabiliyetine, düplomasına değil özellikle görüşüne, başörtüsüne, sakalına bakılmıştır. Sümerbank, Tekel, TMO, DSı, TCDD, Etibank, MTA vesaire gibi kamu kuruluşları Kemalistlerin cirit attığı, ceplerini parayla tıka basa dolduruğu yerler olmuştur. Bu düzen kendiğilinden meydana gelmemiştir. Özellikle Mustafa Kemal böylesi bir Batı delisi ve ayrıcalıklı zümrenin oluşmasını kendisi istemiş ve kurmuştur. 1923lerden sonraki ekonomiyi başka bir konuda ele alacağım. Özellikle zaten Osmanlı zamanında bile zengin olan Yahudi, Ermeni ve Rum asıllı zenginler montaj sanayisini kurarak milli teknoloji ve sanayisini engellemişlerdir. Kemalist devletse bu müslüman olmayan kesime sırf Batı düşüncesi ve yaşamı yüzünden öncelik tanımış, onlarla işbirliği yapmış ve devleti sömürtmüştür. Ancak 1980lerden sonra gelişen Anadolu Kaplanları adı altında bilenen özel şirketler sayesinde İstanbul ve Egenin kıyı şehirlerinde imalat yapan yada finansal işler gören bu montajcı ve ithalatcı şirketlere rakip doğmuş ve Kemalist devletin desteklediği şirketler rahatsız olmuştur. Hatta bu Anadolu şirketlerine bile Milletin içinden geldiği için yobaz, cahil damgası vurulmuş küçük görülmüş,hor görülmüştür. Hatta Anadolu şirketlerinin sahiplerine ve girişimcilerine sırf Batı gözlükleri takmadıkları için deli, hayalperest olarak bakılmış vazgeçirilmeye çalışılmıştır. Çoğu girişimci kişiler Kemalist vesayetin kurduğu karşılaştıkları bürokrasi yüzünden zaten önceden pes etmiştir. Devleti elinde bulunduran Kemalist vesayet, ürettiği ve müsaade ettiği basınla istediği zaman hükümet kurdurmuş, istediği zaman darbe yapmıştır. Darbe yapma ihtiyacı sadece Milletten gelen kişilerin üretim ve yönetim üzerinde söz hakkı istemeleri yüzünden meydana gelmiş, Kemalist ordu hemen devreye sokulmuştur. Batı deliliği öylesine bir hal almıştırki en çarpıcı misalleri günümüzde 60 seneden beri yaşanan Avrupa Birliğine girme çabalarıdır. Kemalist devlet halen Batı kültürünün değil milli teknolojinin zarüretini anlamış değildir. Bazen dile getirilen Kore ve Japonya misallerini söyleyen kişiler bu ülkelerin zerre kadar Batı kültüründen bir şey almadıklarını söylemezler, teknolojiden başka. Mustafa Kemalin yanlış yaptığını söylemeye dilleri varamaz. 1923den 1933e kadar sadece lüzumsuz kültür devrimleriyle Milleti oyaladığını, astığını, Milleti 10 yıl geride bıraktığını kimse söylemez. Halbuki daha halen bügün devam Batı kültürü deliliğini bırakıp, Abdülhamitin sanayiye ve teknolojiye verdiği önemin yarısını uygulasaydı Türkiye Japonya gibi bir ülke olacaktı. Bu gerçeği halen söylemeye cesaret edebilecek aydın göremiyorum Türkiye'de. Kendisine aydın diyenler züppelikle, kulak küpeleriyle, Noel Baba şapkalarıyla şunla bunla kendilerini gösteriyorlar. Hatta Milletin değerleriyle, hayat tarzlarıyla ne kadar çok alay edebilirlerse o kadar çok aydın sayılıyorlar. Özellikle Mustafa Kemalin büstlerine, Anıtkabire, heykellerine sarılan o kadar çok kesim varki, önceki bir yazımda bir tiyatrocu yaşlı kadını misal olarak vermiştim. Tam bir akıl tutulması. Ama millette suç görmemek lazım, çünkü okul kitapları, resmi tarihimiz, sahtekar diktatör Batı delisi Mustafa Kemal'i bir kahraman, kurtarıcı, yarı ilah olarak 90 yıldan beri gösteriyor ve araştırmayan, bilmeyen Millet de buna inanıyor. Milletten gelen muhafazakar Kemalist olmayan kişiler seçildikçe ve devletin başına geldikleri zaman, Millet bir uyanıyor "acaba" diyenler çıkıyor bu kişiler Kemalist rejime çomak sokmak istedikleri zaman hemen darbeler geliyor, eskisinden daha katı katı önlemler alıyorlar. Her darbeden sonra Mustafa Kemal daha çok kahramanlaşıyor, haşa peygamberin yerine geçiyor. Söylenecek, yazılacak çok çok çok şeyler varlar ama ben bu konu özerine baştan yazdığım SELÇUK ÜN?VERS?TES?'nden Halime ÜNALDı'nın YÜKSEK L?SANS TEZ?'ni sunmak istiyorum. Kendisini tebrik ediyorum. Halime Ünaldı Yakub Kadri karaosmanoğlu'nun kitaplarını misal olarak almış. Yakub Kadri Karaosmanoğlu Mustafa Kemal'in danıştığı ve Batı kültürünün yeni Türkiyede kurulması için başvurduğu yazardır. Birlikte Güneş Dil Teorisini kurmuşlardır. Mustafa Kemal, Yakub Kadri'ye siparişle kitap ve makaleler yazdırmıştır. Türkiye'yi edebiyatta Batılılaştırma deliliğini üstlenen bizzat Mustafa Kemal'den emiralan yazardır.

    Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mustafa Kemal'in Çankaya Köşkündeki ünlü içkili sohbet sofrasının devamlı misafiridir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu "M. Kemal neden Milletveklili Meclisi kurdu ?" sorusuna bir Kemalist yazar olarak şöyle cevaplıyor: "(...) Hiçbir şey için, 'Ben karar verdim' demedi. Bütün inkılâblar Meclisten çıkardı. 290 kişilik Meclis içinde 40 kişilik bir grubumuz vardı. Atatürk yapacağı inkılâbları bize anlatırdı. Biz bunların Meclis içinde propagandasını yapardık. Sonra müzâkerelerde yavaş yavaş havaya onun fikirleri hâkim olurdu. ?nkılâb kanunları Meclislerden birbiri ardına geçerdi. Atatürk geceleri Çankaya'da bambaşka bir insan olur bizimle sohbet ederdi. Birgün şaka havası içinde bize inkılâp kanunları ile ilgili olarak, 'Ben karışmam. Günün birinde bir irtica ihtilâli olursa, bu kanunları Meclisten geçiren sizlersiniz. Siz hesap verirsiniz' demişti."
    KAYNAK: Yankı, 17-23 Mayıs 1971
    Yani emirler Mustafa Kemal'den, içki masasından geliyor. Mustafa Kemal'in adamları da bu emirleri Mecliste çıkarıyor. Zaten bu insanlarda Mustafa Kemal'in yakından tanıdığı arkadaşları: Yunus Nadi, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Falih Rıfkı Atay, Ali Fethi Okyar vesaire. Bazıları da Selanikte harp okulunda beraber okuduğu meyhanede kafa çektiği kişiler. Mesela Ali Fethi Okyar, Ali Fuat Cebesoy, veasire. Birinci Meclisi feshedip adamlarını getirmesinin sebebi diktatör olup, Batı kültürünü ne pahasına olursa olsun getirmek Osmanlı kültürünü, Türk geleneğini, kıyafetini, harfini, dinini, takvimini, herşeyini yoketmek, asmak, kesmek. Millet Meclisi ise sacede göstermelik.
    Neyse gelelim bahsedilen yüksek lisans tezine.

    *************************************************************************
    *************************************************************************
    Telif Hakkı Halime ÜNALDı nın iznine bağlıdır.
    Lütfen çoğaltmayın ve satmayın
    *************************************************************************
    *************************************************************************
    SELÇUK ÜNİVERSİTESİ
    Halime ÜNALDı
    YÜKSEK LİSANS TEZİ
    TÜRK ROMANı VE YABANCıLAşMA: BİR EDEBİYAT SOSYOLOJİSİ DENEMESİ

    GİRİş
    Türk Edebiyatından seçilen on romanın incelenmesinden oluşan bu çalışmanın temel amacı, romandaki baş kahramanlarla ile modern topluma özgü bir fenomen olan yabancılaşma olgusunun ilişkisini kurabilmektedir. Ayrıca yabancılaşma göstergeleri olarak tespit edilen aydın ve yabancılaşma, kendine yabancılaşma, kültürel yabancılaşma, toplumsal yabancılaşma, mekânsal yabancılaşma sorunlarının romanlarda nasıl ortaya konulduğu, ne gibi çözüm önerileri getirildiğini anlamak ve bu sorunların Türk toplumunun sosyo- kültürel yapısı ve temel sorunlarıyla ilişkilerinin açıklanmasını sağlamaktır. Her toplumda zihni, fikri, manevi alanda ortalama insandan farklılaşan, bulunduğu çağdaki insanlardan bir takım özellikleriyle ayrılan bireyler var olmuştur. Bu bireyler bazen kendileriyle, toplumla hesaplaşan aydın konumunda bireyler olarak, bazen de dış görünüşleriyle, toplumun genel duruşuna aykırı tipler olarak var olmuşlardır. Araştırmamızda, roman kahramanlarının değişim ve dönüşümleri 'bireyin kendisi, sosyal çevresi, içinde yaşadığı toplum ve kültür ile bağlarının zayıflaması ve giderek kopması anlamına gelen bir süreç olarak' yabancılaşma bağlamında değerlendirilecektir. Yabancılaşma, insanın çevresinden, işinden, emeğinin ürününden ya da benliğinden uzaklaşma ya da ayrılma duygusunu dile getiren kavramdır. Yabancılaşma 'bana ne oldu böyle' sorusu ile başlayan başkalaşma ve dönüşüm sürecidir. Bu soru ters çevrilerek de sorulabilir: 'Sana ne oldu böyle' sorusu yaşanan dönüşüm ve başkalaşmayı anlamaya yönelik bir çabadır. Yabancılaşma ilk kez 19. yüzyılda insanın bütün yaşam alanlarını çepeçevre kuşatmaya başlamış, özel bir problem olarak kendini duyurmuştur. Bu yüzyılda bilim ve teknikte başarılı çalışmalar yapılmasına karşılık sosyal yaşamın temeli derin sarsıntılarla sallanmaya başlamıştır. Bu dönem bilim ve teknikle temellendirilen modern iddiaların, kuşku çemberiyle kuşatılmaya başlandığı bir dönemdir. Çünkü insan, bilim ve teknikle her şeye hükmedeceğine inanıyordu. Ancak bir süre sonra işlerin kendi kontrolünden çıktığını, ürettiği her şeyin kendi üzerinde hükümranlık kurmaya başladığını görmek zorunda kalmıştır. Bu durum insanı, bütün ilişki biçimlerini temelden sarsmış, bütün ilişki biçimlerini bozmuş, en önemlisi de insanın kendine yönelik algısını temelden değiştirmiştir. Felsefi bir kavram olarak ortaya çıkışı çok daha eski çağlara dayanan yabancılaşma; özellikle on dokuzuncu yüzyılda Marksist felsefeyle popülerlik kazanmış, ekonomiden felsefeye, sosyolojiden psikolojiye kadar pek çok disipline konu olmuştur. Yabancılaşma modernleşme tarihi içindeki yerini, birçok bireysel ve toplumsal soruna kaynaklık etmesine borçludur. Asıl karakterini modern dünyanın yapılanması içinde kazanan yabancılaşma, sosyolojinin incelediği temel sorunlardan biri olduğu gibi modern edebiyatın da incelediği esas temalardan birini oluşturur. Modern edebiyatla - özelde roman- ile yabancılaşma arasında kurulabilecek doğrudan bir ilişki asla yapay olmayacaktır. Çünkü yabancılaşma modern toplumun temel karakteristiklerinden biri olarak, birçok alanda etkin olduğu gibi edebiyatta da etkinliğini göstermiştir. Çalışmamızda incelenen romanlarda 'yabancılaşma' kavramı, kavramın ne anlama geldiği şeklinde değil, kavramın içeriği olgular boyutuyla incelenecektir. Zaten romanlar, felsefi bir metin olmadıkları için yapılması gereken de budur. Genelde edebiyatın - özelde roman- toplumsal gerçekliğin açıklanmasında katkısı oldukça fazladır. Edebiyat, toplumun sorunlarını belli bir ölçüde yansıttığı için sosyolojik anlamda toplumu inceleme imkânını sosyolojiye sunar. Romanlarda ortaya konan yabancılaşma, toplumsal sorunlarımızı yansıtmaktadır. Çalışmamızda romanlarda ortaya çıkan sorunlar, sosyolojik olarak yapılan çalışmalar sonucunda ortaya çıkan kavramsal çözümlemelerin sosyal olgulara farklı açıdan yaklaşıldığını göstermektedir. Bu çalışmanın başka bir amacı Türk toplumunun sosyal yapısıyla edebiyat (roman) arasındaki etkileşimin seçilen romanların, yabancılaşma kavramı bağlamında araştırılarak edebiyat sosyolojisine katkı sağlamaktır. Bu alanda yapılan çalışmaların azlığı çalışmanın önemini ve özgünlüğünü artırmaktadır. Çalışmamızda incelenen Felatun Bey ile Rakım Efendi, Araba Sevdası, şık, Efruz Bey, Yaban, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Aylak Adam, Kumru ile Kumru ve Tutunamayanlar romanları bize dönemin sosyolojik olarak durum tespitini yapmamızı sağlayacaktır. Romanlardaki karakterlerin yaşadıkları mekân, karşı karşıya kaldıkları problemler, toplumsal ilişkileri, sisteme ve çevreye bakışları olaydan hareketle ortaya konan bir gerçekliktir. Yazar romanla, karakteri resmederken bazı problemlere eğilir. Bu problemlerin tahlili bizi çalışmamızda bir takım tespitlere, bir takım sosyolojik gerçeklere romandan yola çıkarak ulaştıracaktır. Tanzimat döneminde yazılan romanlardaki karakterlerin yabancılaşması züppelik kavramı üzerinden incelenmeye çalışılacaktır. Çünkü züppe, hem giyiniş, hem düşünüş hem de sosyal meselelere bakış açısından toplumdan ayrılan, ayrıksı bir tiptir. Cumhuriyet döneminde yazılan romanlardaki karakterlerin yabancılaşması yeni ile eski, gelenek ile modernizm kavramları üzerinden incelenecektir. Cumhuriyet sonrası dönemde yazılan romanlardaki karakterlerin yabancılaşma ise dönemin sosyal realitesi göz önüne alınarak incelenmeye çalışılacaktır. Türk Romanı ve Yabancılaşma: Bir Edebiyat Sosyolojisi Denemesi adlı çalışmamızın birinci bölümünde yabancılaşma kavramının kökeni, çeşitli düşünürler tarafından nasıl ele alındığı anlatılmaya çalışılacaktır. İlk bölümde yabancılaşma kavramının ele alınması romanlardaki yabancılaşma olgusunu sağlıklı bir şekilde değerlendirmek için gereklidir. ?kinci bölümde; Melvin Seeman'ın yabancılaşma kuramında bulunan beş kategoriden ikisi; kendine yabancılaşma ve toplumdan tecrit edilme ile birlikte topluma yabancılaşma, aydın ve yabacılaşma, kültürel değerlere yabancılaşma ve mekâna yabancılaşma (yer değiştirme-mekânsal kopuş) başlıkları şeklinde belirlenen yabancılaşma göstergeleri incelenecektir. Üçüncü bölümde Türk romanı ve yabancılaşma başlığı altında araştırma konusu olarak seçilen Felatun Bey ile Rakım Efendi, Araba Sevdası, şık, Efruz Bey, Yaban, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore, Aylak Adam, Kumru ile Kumru ve Tutunamayanlar romanları incelenmeye çalışılacaktır. Çalışma konusu olarak seçilen romanlar, yabancılaşma olgusunu yansıtan eserler olarak düşünülmüştür. Bu durum, çalışmamızın boyutlarını k ısıtlamakla birlikte birçok eksikliğe neden olmaktadır. Ancak Türk edebiyatındaki romanların hepsini incelemek çalışmamızın kapsamını haddinden fazla genişletecek dolayısıyla yabancılaşma kavramını derin olarak incelemeyecektik. Bu nedenle incelediğimiz romanların bizi tekrara düşürmemesi için Türk romanının ilk döneminden başlanılarak son dönemde yazılan romanlara kadar olanların başat örnekleri seçilmeye çalışılmıştır.


    ...

    Toplumda oynadıkları rol açısından aydınlar iki sınıfa ayrılırlar:
    Yaratıcı aydınlar;
    toplumda var olan değerleri reddedip yerine yeni alternatifler sunarlar. Toplum değerlerinin yerine yenilerini sunduklarından ve eskisini bütünüyle değiştirmek istediklerinden bunlara radikal aydınlar da denilebilir. Ancak bu radikallik toplumda var olan modeli dışarıdaki bir modelle değiştirmek değil tamamen orijinal ürünler sunmaya dayanmaktadır.
    Aktarıcı -Yayıcı aydınlar;
    yaratıcı aydınların sunduğu veya kaynağı başka kültürlerde bulunan orijinal modelleri, taklit yoluyla topluma uygulamaya, aktarmaya çalışırlar, yayılmalarına sebep olurlar. Bunlar yaratıcılıktan yoksun değillerdir. Yaratıcı aydınların sunduğu fikirleri genellikle yorumlayarak sunarlar. Bunların aynı tip faaliyetlerinin devamlılığı sonucunda toplumda bir gelenek oluşur. Özellikle Türk düşünce adamı ve araştırıcılarının modernleşme sorununu yaşayan Türk toplumu için belirledikleri, toplumu batı modeli bir topluma dönüştüren aydın tipi bu grupta düşünülebilir. Bu araştırıcılar, batılı düşünürlerin belirlediği yaratıcı aydın tanımına katıldıkları gibi bu aydına içinde bulunduğu toplum karşısında bir sorumluluk da yüklemişlerdir. Bu tip aydın kendisini görevli kabul eder, aslı dışarıda bulunan modeli yeni bir yorumla uygulamak ve aktarmak ister. Batılılaşma ihtiyacıyla ortaya çıkan ve Cumhuriyet sonrasına da taşan Türk aydınları büyük oranda bu tip içinde yer alabilirler .
    Zihniyet açısından aydınlar dört kısma ayrılır:
    Geleneğe bağlı aydınlar;
    toplumda bir geleneği bulunan bir modelin, ortak kültürün ve zihniyetin, yüzyıllar boyunca sürekli olmasını sağlamak maksadıyla okullar ve dini kurumlar aracılığıyla devamlılığı sağlarlar. Geleneğe dayalı bu model üzerinde herhangi bir yorum yapmaktan ziyade, sınırları yüzyıllar öncesinde oluşmuş ve sürekli tekrar ederek gelmiş bir anlayışı devam ettirirler. Batı toplumlarındaki ruhban sınıfı ve Türk toplumunda ?slamiyet'ten sonra oluşan medreselerde, tekke ve dergâhlarda veya usta-çırak ilişkisi etrafında kültür sanat ve edebiyat çevrelerinde yetişen aydınlar bu sınıfta yer alır.
    Batı medeniyeti taraftarı aydınlar;
    toplumun ilerlemesinin, batılı ülkelerin müreffeh seviyeye ulaşmasını sağlayan her türlü kurumun aynen alınması ile o seviyeye ulaşılacağına inanan, batı taraftarı olan aydınlardır. Bunlar modern olmayı sadece dış görünüşte değişiklik olarak kabul eden alafranga aydınlardır. Aslında bu gruptaki aydınları ikiye ayırmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi batıyı gerçek boyutları anlayan aydınlar, ikincisi ise derinliği olmayan bir batılılık peşinde olan alafranga aydınlar. Toplumun ilerlemesinin, batılı ülkelerin refahına araç olan her türlü kurumun aynen alınmasıyla sağlanabileceği görüşünde olan, batı taraftarı bir zihniyete sahip batıcı aydınlar, alafranga aydınlardan aldıkları eğitimin kalitesi, içinde bulundukları toplum, zaman, devlet, siyaset gibi konulara dair görüşlerinin derinliğiyle ayrılırlar.
    Sentezciler;
    bu aydınlar geleneksel değerlerle ileri olduğu kabul edilen yabancı değerlerin oluşturacağı sentezin faydasına inanmaktadırlar. Özellikle batılılaşma probleminin ortaya çıkmasından sonra Türk aydınları, önce teknik bilgi ve daha sonra diğer alanları da içine alacak şekilde yerli ve batılı modelleri birleştirmeye çalışmışlardır. Tanzimat'ta şinasi'nin, batının yeni fikirleriyle doğunun tecrübesini birleştirmek isteyen tavrı, bu tip aydın için bir örnek oluşturmuştur. Tanzimat sonrası Türk toplum hayatında ev çok rastlanan ve günümüze kadar ulaşan sentezci aydınlar zaman içinde değişime uğramışlardır. Bu aydınlar, Osmanlı dönemi içinde oluşan değerlerin veya ?slami esasların ya da özünü ?slamiyet öncesi millet hayatından alan milli modellerin batılı temellerle birleştirilmesi gerektiği şeklinde üç farklı görünüşe sahiptirler.
    Kendini arayan adam;
    bir değişim devresinde kendine bir yol belirleyemeyen aydındır. Her ne kadar bir arayışın insanı olmak dışında ortak özellikleri bulunmayan bu aydınlar, bir tip özelliği göstermeseler de materyal romanlarda sayıca fazlalıkları, böyle bir isimlendirmeye yol açmıştır. Doğu ve batı, inanmak ve inanmamak, beşeri aşk ve vatan aşkı arasında ikilem yaşayan bu aydınlar iki uç arasında gerilim yaşama noktasında birleşirler. İdeolojik açıdan aydınların daha çok politik bir tavırla ortaya çıkmalarıyla oluşan aydın tipidir. Mesela Tanzimat'ın getirdiği modernleşme eğilimiyle ortaya çıkan aydınların büyük bir bölümü zihni anlamda medeniyetçi aydınlar iken, bunlardan ideolojik açıdan yeni toplum ve yeni devlet idealini, Osmanlı milleti fikri etrafında oluşturmak isteyenler birer Osmanlıcı; ?slamiyet'i ön plana çıkararak benzer özellikler gösteren diğer milletlerle işbirliğine giderek modernleşmeyi ve bu sayede batı karşısında güç elde etmeyi düşünen aydınlar, ?slamcı; Türk milletini esas alarak bütün uğraşlarını bu milletin faydasına harcamak isteyenler, Türkçü; bireyin ekonomik ve sosyal hürriyetlerini, maddi çıkarların toplumun manevi değerlerinin üstünde tutanlar, sosyalist aydın olabilmektedir.

    Mesleki açıdan aydın 3 kısımda incelenebilir:
    Devlet memuru aydınlar;
    devletin işleyiş mekanizmasında yer alan idareciler ve onların altındaki memurlardır. Bunların entelektüel faaliyetleri, bürokrasinin amaçları doğrultusundadır. Osmanlı devletinde ilmiye, kalemiye, seyfiye mensupları, Cumhuriyetten sonra da öğretmenler, askerler vb. bu sınıftaki aydınlardır.
    Bürokrasi dışı aydınlar;
    devlet kontrolünde olmayan bir meslek sahibi ya da sanatkârdırlar, Entelektüel faaliyetlerini, hiçbir bürokratik kurumun amaçlarına tabi kılmazlar. Osmanlı devletinde tasavvuf ehli, şairler, edipler, orta oyuncular, hayal ve gölge oyuncular; Cumhuriyetten sonra da yazarlar, gazeteciler, sanatçılar bürokrasi dışı aydınlardır.
    Bir mesleği olmayan aydınlar;
    Bu grupta, bir yüksek okul bitirmelerine veya yurt dışında ileri derecede bir eğitim almalarına rağmen, herhangi bir meslek sahibi olamayan ya da hangi meslek mensubu olduğu, yazar tarafından belirtilmeyen, ancak entelektüellerin ilgi alanlarına giren konularda fikir beyan eden faaliyette bulunan aydınlar yer alır.
    ...

    KÜLTÜREL DEğERLERE YABANCıLAşMA
    Bireyin toplumun değerlerine/kültürüne, çevresine karşı ilgisinin yok olması; kendinden başkalarından ve daha geniş manada dünyadan kopması; toplumda üzerine düşen rolü ifa etmeye muktedir olmadığına inanması; bireyin bağlı bulunduğu gruba ya da topluma adapte olamaması veya karşı gelmesi demektir. Kültürel değerlere yabancılaşma 'bir toplumda tipik olarak yüksek değer atfedilen amaçlar ve inançları küçümseyen kişilerin karakteristik durumlarıdır (Kızılçelik ve Erjem, 1996: 599, Aktaran: Sevgili, 2005: 83). Toplumsal değerlerin insanlar üzerindeki etki ve kontrolünü yitirmesi, kişilerin toplumla ortaklaşmaktan, dayanışmadan kaçınması, kendi toplumunu ve kültürünü küçük görme kültürel değerlere yabancılaşmanın en temel göstergeleridir.


    ...

    İlk dönem Türk romanlarında temel sorunsal batılılaşmadır. Batılılaşma bazı olgular çerçevesinde çözümlenmeye çalışılır. Alafranga züppe tipi en rağbet gören olgudur. Alafranga züppe tipinden hareketle Türk toplumunun Batı karşısındaki tutumu ve Batılılaşma deneyimine dair ilk tepkiler açıklığa kavuşturulmaya çalışılır (Alver, 2006a: 168). İlk dönem Türk romanında çok sayıda züppe tipi bulunmaktadır. Felatun Bey, Bihruz Bey, şöhret, Efruz Bey, Seniha, Leyla gibi tipleri öyküleştiren yazarların ana problemi Batılılaşmanın Türk toplumunda algılanışı ve ona karşı alınan tavırlardır. Züppe belirtilen temel sorunun çözümlenmesi için 'araçsal 'bir olgudur. Burada temel soruna eğilmeden önce züppeliğin analizini yapmak çalışmamız için daha verimli olacaktır. Toplumsal bir figür, tip ve birim olarak züppe modern dönemlerin ruhunda kendini bulur. Modernite züppenin doğumunu işaretler. 19.yüzyılla birlikte züppe hem sanat ve edebiyatta hem de gerçek hayatta bir üslup, hayat tarzı ve düşünme biçiminin adı haline gelir (Alver, 2008: 72). Pine'a göre (1998: 13) züppelik çoğunlukla öykünme/taklit, tüketim, giyim-kuşam, tarz gibi kavramlar bağlamında değerlendirilir. Ancak daha temelde kimlik, siyaset, düşünce, duruş ile de ilgisini kurmak gereklidir. Çünkü züppe sadece bir görüntü değil aynı zamanda bir düşünce, davranış, üslup ve tutumun tezahürüdür (Aktaran: Alver, 2008: 74). Züppenin taklit etme biçimi kendini kendine dayayarak değil kendinden üstün gördüğü 'başka' sını taklit ederek olur. 'Başka'sı onun giyim- kuşam, davranış, düşünüş tarzını şekillendirir. 'Başka' sı onun için aynadır. O varsa züppe de varoluşsal anlamda vardır. Züppenin aykırı bir tutum içinde oluşu onun belli bir duruş ve düşünce tarzı geliştirmesi meselesi ile ilgilidir. Züppe kendini belli etmek için aykırı davranır. Bu aykırılık entelektüel gibi olabileceği gibi yalnızlık şeklinde de kendini belli eder. Çoğu zaman kibirli, soğuk, düşünceli yapmacık bir tutum içinde olması aykırılığı ile ilgilidir. Toplumun züppeye bakışı olumsuzdur. Çünkü kendi yapısal özelliklerine aykırı davranışlar sergilemektedir. Züppenin topluma aykırılığı yüzeysel bir mesafeden kaynaklanmaktadır ve aykırılığı sürdürmek için bu mesafeyi ısrarla korumaya çalışmaktadır (Alver, 2008: 74). Züppenin aykırılığı, düşünsel anlamda bir aykırılık değil, dış görünüş olarak taklit ettiği 'başka'sına benzemek, onu taklit etmekten kaynaklanmaktadır. Züppenin temel niteliklerinden birisi görünüşe düşkünlüğüdür. Gürbilek'e göre (2004: 58-63), züppe bir görüntüdür, kendi bedenini kamusal alanda sergileyerek dolaşan bir gezgindir. Züppenin şık görünmekten mesela beyaz eldiven gibi çeşitli aksesuarlar taşımaktan zevk duymasının nedeni budur. Gününün önemli bir bölümünü giyinmekle geçirir. Giyim- kuşam onun için bir takıntı haline gelmiştir. Nasıl giyinmesi gerektiği, hangi elbiselerle, kunduralarla gezintiye çıkacağı züppeyi fazlasıyla ilgilendirir. Buradan da anlaşılacağı gibi ayna karşısında saatlerini harcar ve bir ayna bağımlısı haline gelir. Tıpkı kadınlar gibi kıyafete ve süslenmeye fazlasıyla dikkat eden züppe, bir tür efemine halini yaşamaktadır. Kadınsılık onun ayırt edici özellikleri haline gelmiştir. Züppeliğin diğer bir özelliği öykünme/taklittir. Züppe kendini 'üstünöteki'ne bakarak onu izleyerek gerçekleştirme peşindedir. Kendinden üstün olana bakarak kendine bir duruş, biçim ve üslup kazanma amacı güder. Kimi üstün görüyorsa onu taklit etmeye yönelmektedir. Öykünme/taklit çizgisinde züppe bir 'mış gibi', 'gibi' bir tavır benimser. Züppe tuhaf giysileri, savurganlıklarıyla ve paraya, aşka karşı tutkusuz yaklaşımlarıyla onları araçsallaştırarak modern zamanın aristokrat vekili olarak ilan etmektedir (Alver, 2002: 253). Bir 'kültürel görüngü ' olarak züppelik, kentsel bir olgudur. Avrupa metropol hayatının özel nitelikleri ile sıkı bir şekilde irtibatlıdır. Metropol hayatı züppeliğin ortaya çıkışını etkileyen en önemli faktörlerdendir. Kaldırımlar, pasajlar, kapalı çarşılar, sergiler, vitrinler 19. yüzyılda kamusal alanın görünen tipleri olan züppeler, flaneurler ve dikkate değer diğer karakterler için bir tür sahne olmuştur. Cadde ve vitrinler, pasajlar kapalı çarşılar züppeyi çeker. Cadde başta olmak üzere söz konusu bu alanlar züppe için kültürel mekânlar halini alır. Aynı zamanda bir aylak/flaneur olarak züppe bu mekânlarda gezip yurtlanır (Alver, 2004: 327). Bu tür mekânları kendisine yaşam alanı olarak seçen züppe moderniteye çok şey borçlu olduğunu belgeler (Alver, 2008: 76). Züppe tüketimde gösterdiği titizlikle tapınma vecdini temsil eder gibidir. Onda tüketim ve markalara düşkünlük ibadet aşkı seviyesindedir. Tüketim arzusu öyle yoğun ve etkilidir ki, züppe onsuz kendini gerçekleştirme imkânını bulamayacağını sanır. Titizliği, her yerden değil belli başlı mağazalardan satın aldığı belli markaları tercih etmesi şeklinde tezahür eder. Nereden ne satın aldığı önemlidir. Çünkü satın aldığı ve sahip olduğu mallarla bütünleşir, titizlikle seçtiği mallar aracılığıyla olmak istediği kişiliğe bürünür. Günün modası züppenin temel meselesi ve varoluş alanıdır. Tüketim çarklarının devamlılığını sağlayan temel unsurlardan biri olan moda, züppece hayatın can suyudur. Modasız züppe kupkuru cansız bir iskelettir (Alver, 2008: 77). Züppe, Türk toplumuna Batılılaşmanın armağanıdır, bu süreçte doğmuş, yaygınlaşmış ve günümüze kadar gelebilmiştir. Züppe, baba nezdinde (Batıcı zihin ve siyaset) kendisinin özürlü çocuğudur. Asidir, istenilen kalıba girmemiştir, yönü (Batılılaşma) doğrudur ancak gittiği yollar başkadır. Baba ile yönü aynıdır fakat onunla aynı yolu yürümez. Patika yolu tercih eder, maceracıdır, heyecan ve beğenilerin peşinde koşar, garantici değildir. Evin (toplumun) imarı, geliştirilmesi gibi yüce idealleri yoktur. Bu tip idealleri baba ve evin gürbüz çocukları (batılılaşmanın prototipleri) gerçekleştirir. Züppe kendi arzusunu gerçekleştirmek için uğraşır. Dolayısıyla yenilgisi ve yıkımı daha çok kendi sınırları içinde kalır. Baba için bu özürlü çocuk külfettir (Alver,2006 a:169). Züppe, Batılılaşma sorunun tam ortasında yer alır. İlk romanlarda yer alan züppeler genelde olması arzulanmayan tipleri anlatır. Yazarlar, 'istenildiği gibi Batılılaşmayan' züppeye öfkelidir, ona kan kustururlar, ona olmadık budalalıklar komiklikler yaptırırlar. Okura züppenin düşük, bayağı, budala olduğunu telkin ederler. Gerçekte alafranga züppe bir gösteriş budalasıdır. Kötü bir taklitçidir, özenti tutkunudur, gösterişçi tüketim içinde çırpınmaktadır, kendi toplumuna yabancılaşmıştır. Ancak sorun Batılılaşma ideali ile züppe arasındaki ilişkiyi tahlil edememede tezahür eder (Alver, 2006a: 169). Evin'e göre (2004: 218) asıl sorun Türk toplumunda züppenin ortaya çıkmasının, Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak görülmemesinden kaynaklanmaktadır (Aktaran: Alver, 2006: 169). Aslında hem züppe hem de doğru Batılılaşmanın prototipi aynı ortamdan beslenmektedirler ve züppelerden fazlaca ayrılmamaktadır. Sadece bunlar yazarların olmasını arzuladıkları tipler oldukları için züppe ile savaşta galip gelen taraf olmuşlardır.


    ...

    SONUÇ
    Araştırmanın birinci bölümünde de belirtildiği gibi kökleri eski çağlara kadar dayandırılan yabancılaşma kavramı, sanayileşme sürecinin başlamasıyla birlikte 19. yüzyılın sonlarından itibaren felsefi bir kavram olmaktan ziyade sosyolojik bir olgu olarak görülmeye başlanmıştır. Yabancılaşma, kişinin belli bir bilinç eşiğini yitirmesidir. Hayata bakış açısının, değerleri algılayış biçiminin, bulunduğu mekânının, bireyin kendiliğinin kaybolması halidir. Bireyin güçsüzlük, anlamsızlık, boşluk, toplumdan dışlanma duygularını hissetmesidir. Her şeyin anlamının yitip, saçma hale gelmesidir. Çalışmamızda roman kahramanları ile yabancılaşma kavramı arasında ilişki kurularak roman kahramanlarının yabancılaşma süreçleri incelenmiştir. Roman karakterlerinin yabancılaşmasında eğitimin, sosyo-kültürel ortamın, modernleşmenin ve bunun getirisi olan kentleşme süreçlerinin, Batılılaşmanın ve bu süreçte yaşanan hızlı toplumsal değişimlerin etkisi olduğu belirlenmiştir. Bu araştırmada bireyleri, toplumsal kurumları ve bunların birbiriyle olan ilişki biçimlerini etkileyen yabancılaşma olgusundan toplumun her kesiminden bireylerin etkilendiği tespit edilmiştir. Çalışmamızın ikinci bölümünde ele alınan yabancılaşma göstergeleri; Melvin Seeman'ın yabancılaşma göstergelerinden kendine yabancılaşma ve toplumdan tecrit edilme ile birlikte topluma yabancılaşma, kendine yabancılaşma ve aydın ve yabancılaşma, kültürel değerlere yabancılaşma ve mekâna yabancılaşma (yer değiştirme-mekânsal kopuş) şeklinde tespit edilmiştir. Romanda yabancılaşma durumları incelenen kahramanların yabancılaşmaları yukarıda tespit edilen yabancılaşma göstergeleri çerçevesinde ele alınmıştır. Türk Romanı ve Yabancılaşma, çalışmamızın üçüncü kısmını oluşturmaktadır. Bu bölümde Türk romanının modernleşme ile birlikte gelişim seyri anlatılmıştır. Modernleşme Batı'daki seyrinin aksi bir durum izlemiş, bu durum hem gerçek yaşama hem de romana aksetmiştir. Böylece romanda geçen hayatlar bir nevi gerçek yaşama ayna tutmuş, dolayısıyla edebiyat topluma ayna tutma işlevini yerine getirmiştir. Çalışmamızın sonucunda bir takım sonuçlar elde edilmiştir. ?ncelediğimiz on roman sonucunda roman kahramanlarının yabancılaşmalarının bazı nedenlere dayandığı görülmüştür. Tanzimat döneminde yazılan romanlarda (Felatun Beyle Rakım Efendi, Araba Sevdası, şık ve Efruz Bey) yabancılaşmanın, yanlış Batılılaşmanın bir tezahürü olduğu sonucuna varılmıştır. Felatun Beyle Rakım Efendi romanında yanlış batılılaşma anlayışına sahip Felatun Bey'in karşısına olması arzu edilen bir karakter Rakım Efendi çıkarılarak nasıl olunması gerektiği vurgulanarak yabancılaşmanın önüne geçilmeye çalışıldığı görülmüştür. Bu romanda incelenen yabancılaşma kategorilerinden aydın ve yabancılaşma basamağında Felatun Bey'in yarım aydın, batıcı aydın olduğu, Rakım Efendi'nin ise olması istenen sentezci aydın sınıfına dâhil olduğu tespit edilmiştir. Bu sınıfa dahil olan aydınların toplumun değerlerine karşı ç ıkmadığı, onları batılı değerlerle sentezleyerek Türk toplumuna entegre etmeyi sağladığı, böylece toplumun ufkunun bu tip aydınlarca açılacağı mesajının verildiği tespit edilmiştir. O dönemde yeni yeni modernleşen Türk toplumu için bu tip aydınların faydalı olacağı toplum için sanat anlayışına sahip yazarlar tarafından desteklendiği görülmüştür. Araba Sevdası adlı romanda yabancılaşan tip Bihruz Bey, taklitçi, batı aydınını temsil eder. Kendine yabancılaşan aydının topluma da yabancılaştığı bu araştırma sonucunda görülmüştür. şık romanında, roman kahramanı şöhret'in her ne kadar aydın olmasa da aydın ve yabancılaşma kategorisinde değerlendirmesi dönemin anlayışından kaynaklanmaktadır. O da diğerleri gibi yanlış batılılaşan yarım aydındır. Burada tespit edilen bir başka durum ise bu dönem romanlarında yabancılaşan tiplerin yabancılaşmaları bile sığdır. Yabancılaşmaları kendilerine doğru değil görüntüde, şekildedir. Bu da yabancılaşan bireylerin kültürel ve topluma yabancılaşmaları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Efruz Bey adlı romanda ise dönem Muşrutiyet dönemidir. Bu dönemde sentezci aydınlar yerilmekte daha çok milliyetçi aydınlar, değerlerine bağlı aydınlar övülmektedir. Efruz Bey nezdinde batı taklitçisi, fırsatçı aydınlar yerilmektedir. Halkına yabancı, kültüre yabancı aydının toplumdan da tecrit edileceği yine elde edilen sonuçlar arasındadır. Yaban, aydının tam anlamıyla kullanıldığı, aydın yabancılaşmasının tam anlamıyla anlatıldığı bir romandır. Burada tespit edilen yabancılaşma göstergelerinden aydın kahramanın, kendine yabancılaşma serüveni yalnızlık temelinde gelişen tecrit edilme ile başlayıp topluma, kültüre ve mekâna yabancılaşması ile noktalanmıştır. Bir yabancılaşma biçimi diğeri üzerinde tetikleyici bir etkide bulunmaktadır. Tecrit edilme toplum tarafından dışlanma şeklinde olduğu gibi kendini soyutlama şeklinde de görülmektedir. Burada görülen toplum tarafından dışlanma şeklindedir. Roman kahramanı Ahmet Celal, tecrit edilme aşamasından sonra kendine yabancılaşmaya başlamış, kendine yabancılaştıktan sonra da hayatta bir şey yapamayacağı kanaatine varmaktadır. Bu kanaat onu başka bir yabancılaşmaya sürüklemekte onu topluma, değerlerine ve bulunduğu mekâna yabancılaştırmaktadır. Bu tespitlerden de anlaşılacağı gibi aydın kahraman, yabancılaşma göstergelerindeki yabancılaşma biçimlerinden birden fazlasını aynı anda yaşamaktadır. Kiralık Konak, alafranga kadın tipinin anlatıldığı ilk romandır. Tanzimat'tan Cumhuriyete geçiş sürecinde konak içindeki bireylerin modernleşmeyle birlikte gelen çatışmaların, bireyleri nasıl yabancılaşmaya sürüklediğini anlatan roman, aydın yabancılaşmasının beraberinde diğer yabancılaşmaları da getirdiğini göstermektedir. Sodom ve Gomore, işgal İstanbul'unu anlatır. Bu dönemde yaşanan yabancılaşma kültürel ve topluma yabancılaşmadır. Roman kişisi Leyla ve Seniha (Kiralık Konak) gibi tipler tek boyutlu karakterleri temsil eden izole edilmiş, yabancılaşmış bireylerdir. Bunlar, 'başka'nın içinde kaybolmuş kendilerini var eden kültürel kodları yadsıyan tiplerdir. Aylak Adam, psikolojik boyutu ağır basan, yabancılaşmış bireyi anlatan bir romandır. Buradaki yabancılaşma göstergesi, yalnızlık sonucunda topluma ve kültürel değerlere yabancılaşma şeklinde tespit edilmiştir. Yabancılaşma aylaklık boyutunda incelenmiştir. Tıpkı ilk dönem romanlarındaki züppe gibi aylak da topluma yabancı, ayrıksı bir tiptir. Kumru ile Kumru, köyden kente göçün açtığı boşlukta meydana gelen yabancılaşmayı ele alan bir romandır. Burada ağırlıklı olan yabancılaşma göstergesi mekânsal yabancılaşmadır. Mekân değiştiren bireyin kendine yabancılaşmasının kaçınılmaz olduğu tespit edilmiştir. Tutunamayanlar romanının kahramanlarından Selim ve Turgut için toplumsal ve kültürel yabancılaşmanın etkileri, kendine yabancılaşma şeklinde kendini gösterir. Selim, yabancılaşmanın en uç noktasını yaşayan, yabancılaşmanın zirvesinde biridir. Araştırmanın bir sonucu da yabancılaşmanın nihai noktasının ölüm (intihar) olduğudur. Kendine yabancılaşma yaşayan Selim yabancılaşmışlığını ölümle noktalamıştır. Araştırma elde edilen başka sonuçlar şu şekilde sıralanabilir. Romanlardaki kahramanların sosyo- ekonomik ve kültürel özelliklerinin yabancılaşmaya neden olduğu tespit edilmiştir. Roman kahramanlarının iç dünyaları, düşünsel problemleri ile yabancılaşma arasında bir takım ilişkiler olduğu tespit edilmiştir. Roman kahramanların yabancılaşma göstergeleri incelenirken bir yabancılaşma biçiminin diğer yabancılaşma biçimi üzerinde tetikleyici etkisi bulunduğu belirlenmiştir. Roman kahramanlarının yabancılaşmasında aynı sebeplerin farklı yabancılaşma biçimlerine neden olduğu belirlenmiştir. Kahramanların bireysel faklılıklarının, yabancılaşmanın farklı olmasında belirleyici olduğu tespit edilmiştir. Bu araştırmada incelenen roman kahramanı kişiler roman yazarlarının kurguladıkları bir takım farklı özelliklere sahip kişilerdir. Ancak romanların topluma tutulan bir ayna özelliğinin olması romanlar ve kişilerinin sosyal yaşamın gerçekliği ile büyük benzerlik içinde olmasını sağlamıştır. Bu çalışmanın sonunda romanlardaki kişilerin gerçek yaşamda karşılaşılabilecek kişilerin bir örneği oldukları ve romanların toplumsal gerçeği kavramadaki başarısının sosyolojiye katkısının önemi de anlaşılmıştır.

    Tarih : 05 Mayıs 2019

    Necip Fazıl Kısakürekle ilgili kisa bir yazı.

    Necip Fazıl Kısakürek Tanzimattan sonra gelen Ittihatcıların zamanında ve Cumhuriyet döneminde devam eden yazarları ve gazetecileri eleştirmiştir. Tenkit etmesinin sebebi yazarların ve aydın diye tanıtılan kişilerin Batıcılıkları ve taklitcilikleri, Batı kültürünü üstün görmeleridir. Kendi deyimiyle Necip Fazıl bu kişileri maymun, papağan, mukallitler, küfür yobazları diye ifade etmiştir. Necip Fazılın İslami görüşe sahip olduğu âşikârdır ve olaylara ve kişilere İslam penceresinden bakması çok tabiidir. Fakat tespit ettiği her olay ve tenkitler İslama inanmayan ateist bir kişinin bile kabul edeceği niteliktedir. İdeolocya kitabının her tespitinde İslama ait her kelimeyi çıkarsanız ve İslamî görüş açısını silseniz bile tespitler doğrudur. Günümüzde bile bazı yazarların, tez hazırlayanların bir çoğu Necip Fazılın yazılarını analiz ettiği zaman Necip Fazıl Kısakürekin muhazakâr ve İslami görüş açısı olduğu için zamanın Batı kültürü yanlısı yazarlara karşı çıktığını düşünür. Fakat Necip Fazılın çoğu yazarlara karşı çıkmasının sebebi sadece yazarların Batı kültürü yanlısı olmalarından değildir.

    Türkiyedeki yazar ve düşünürler arasında yani Batı kültürü yanlısı yazarlarla, muhafakâr yazarlar arasında özellikle tarihteki kişileri anlatmak ve kendi haklılıklarını anlatmak için bir bir yarıştır gider. Bu yarış şundan ibarettir. Kendini, yabancı tarihçilerin veya yabancı şahısların hatıralarından ve kitaplarından örnek göstererek ispat etmek. Batı yanlısı yazarların işi her zaman çok kolay olmuştur ve her zaman haklıdırlar, çünkü Batı ülkelerinin yazarları, tarihçileri ve şahıslar bilinçli olarak kendi Batı medeniyetlerini över ve şark medeniyetini bir barbarlık olarak gösterir. Goethe başta olmak üzere çok az sayıda Batı yazarları Batının sahtekârlığını ortaya koyar, ki bu kişilere Türk aydınları rağber etmez. Muhafazakâr yazarların işi çok zordur. Kendi fikirlerini açıklamak isteseler hemen hapishaneye atılacaklarından dolayı mecburen Batı dünyasında kendi fikirleriyle uyuşan bir kaç Batı düşünürünü bulmak zorundadırlar. Türk mahkemeleri elbetteki Batı düşünürünün sözlerini söylediği için bir Türk yazarını hapse atamaz. 1980 askeri darbesinden sonra bile muhafazakâr yazarlar kendi haklı taraflarını anlatmak için Batıdaki bağımsız şahısların, Batıyı eleştiren kişilerin görüşleriyle hareket etmişlerdir, yazabilmişlerdir. Ataputtan başlayalımki konu daha kolay anlaşılsın: Bütün Cumhuriyet devrimleri kanunla korunmaktadır. Harf, kıyafet, takvim, resmi tatil günleri, ölçü ve tartı, ceza kanunu, medeni ve ticari kanun, anayasa, aklınıza gelen ne kadar Batı sistemi ve düzeni varsa Ataput devrimleriyle ülkemize getirilmiştir. Bu devrimler kanunla korunmaktadır. Bu devrimleri sorgulayacak veya değiştirecek olursanız hapishaneyi boylarsınız. Mesela cuma gününün tatil olarak değiştirilmesini ve pazar gününün iş günü yapılmasını istemek. Cuma günü camide cuma namazı kılmak isteyen bir muhafazakâr dindar insan açıkca bu kanunu değiştirmek isterse suç işlemiş olur. Batı düşüncelisi olan bir yazarın kanunu da arkasına alarak, vesayet yanlılarıyla bir olarak, Batı basınından yüzyıllardır gördüğü destekle tabiiki işi çok ve çok kolaydır. Ben açıkca belirteyim cuma gününün tatil olması beni ilgilendirmiyor, fakat şunu da belirtmek lazım: Bu devrimler hayata geçirildiği zaman halka sorulmadı, zorla ve darbeyle bir CHP çetesinin zorbalığıyla bu devrimler Türk halkına dayatıldı. Hiçbir zaman halka sorularak o zamanlar tatil günü olan cuma günü Hıristiyanların pazar gününe çevrilmedi. "Yok hükümet seçimle başa geldi, yani dolaylı yoldan halka soruldu" diyenler kendi masallarına kendileri inansınlar. şimdi kendi haklı davasını anlatmak isteyen muhafazakâr yazar mecburen yabancı yazarların ve tarihçilerin sözleriyle hareket etmek zorunda kaldı ve hâlen mecbur kalıyor. Necip Fazıl yabancı yazarların sözlerini aktardığı gibi zamanının en cesur yazarı olarak gözünü sakınmadan kendi tabirleriyle Batıcı Türkiye devletini ve kukla yazarlarını tenkit etmiştir. Batıcı Türk yazarlarına maymun, taklitci, papağan dediği gibi Batı devrimi yapan insanlara da küfür devrimbazı diyebilmiştir. Bundan dolayıdırki ömrünün çoğunu mahkeme salonlarında geçirmiştir. Yunus Nadi, Tevfik Fikret, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Abdullah Cevdet, vesaire Necip Fazılın gözünde birer maymun, papağandır.

    Şimdi yeni nesil insanlardan bazıları, düşünceleri ve hatıraları Batı kültürüyle yoğrulduğu için ve artık 2000li yıllarda Batı kültürünü savunan insanların çoğalması yüzünden, ve insanların 1930lu veya 1960lı yıllarda nasıl bir Osmanlı kültürünü devam ettirdiklerini bilmedikleri için, yeni yazarlar bile Necip Fazıl Kısaküreği İslami görüşlerinden dolayı, kitaplarını böyle yazdığını, zamanının Batıcılarını eleştirdiğini zannediyor. Şimdi burada bir örnek yazar vereyimki kendisine biraz çekidüzen versin ve tarihini daha iyi araştırsın, ondan sonra tez hazırlasın. Onun gibi düşünenler için de ilham olsun. Yazarın adı Yrd. Doç. Dr., Bilecik şeyh Edebali Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatı. Mürsel GÜRSES. Yazısının adı: Necip Fazılın kitaplarında Tevfik Fikret imgesi. Bu yazıda Necip Fazılın Tevfik Fikreti eleştirmesinin sebebinin Necip Fazıl Kısakürekin ötekileştirme düşüncesinden hareket ettiğinden dolayı ve Tevfik Fikreti karşı saflarda gördüğünden dolayı eleştirdiğini yazıyor. Tevfik Fikreti "öteki" olduğu için, karşı fikriyatta bulunduğunu ve İslami değerlere karşı olduğu için eleştirdiğini yazıyor. Öteki demek için halkın büyük çoğunluğunu veya hatırı sayılabilecek bir kısmını teşkil etmesi lazım. Mesela azınlıktan gidecek olursak Çerkez veya Ermeni insanlar etnik kimliklerinden dolayı öteki insanlar sınıfına koyulabilirler. Yani kültürleri yüzünden öteki insanlardır. Fakat fikir ve dünya görüşü bakımından, hayat tarzı bakımından Tevfik Fikretin temsil ettiği insan kitlesi şimdiki, şu andaki 2000li yıllardaki Ermeni nüfusuna ancak tekabül eder, yani Tevfik Fikret gibi düşünen insanların sayısı zamanında Tanzimattan sonra bile en fazla 10bin kişidir, yani çok küçük bir azınlığı teşkil eder. Buna karşılık bu kişilerin zengin olmalarından ve makam, müessese sahibi olmalarından dolayı sözleri çok geçer ve nüfuzları bütün Osmanlı halkından daha fazladır. Yani fikir ve düşünce bakımından öteki olmaları için gerekli olan sayıları yoktur. Mesela bugün 2010lu yıllarda Türkiyede Buda dinine bağlı insanları ciddiye almazsınız, sosyal veya siyasi etkinlikte söz sahibi olamazlar ve onlara öteki bile diyemezsiniz, karşınıza alamazsınız. Fakat bu Buda azınlığı zengin olursa ve söz sahibi olursa, Türkiyede siyaset belirlerse haksız yere "ötekilik" sıfatını kazanır. Tevfik Fikret gibi insanlar misal olarak verdiğim bu zengin Buda azınlığının ta kendisidir. Toplum mühendislikleri asla bitmemiştir. Sayıları her zaman bir azınlık sınıfı gibi az kalmıştır. Öteki insanlar tabirine asla ulaşamamışlardır. Ne Hıristiyan olmuşlardır, ne Osmanlı, ne İslam. şimdiki Batı hayranlığının temellerini bu insanlar atmışlardır. Bu Batıcı insanların sayıları Ataputumuzun zorbayla yapılmış devrimleri sayesinde ve Batıyı öven eğitim kurumları sayesinde çoğaltılmıştır. Cumhuriyet döneminde resmi eğitim kurumları, okullar, basın, halkevleri, Batıyı öven Osmanlıyı ve İslamı yok eden ve onları gerici sayan propaganda araçları olarak kullanılmıştır. Bu sayede azınlık olan Batıcı insanların sayısı fazlalaşmış, çoğunluğu muhafazakâr olan, fakat hâlâ Osmanlı hayatı yaşayan halka bir rakip oluşmuş ve böylece Batı hayranı, kendi kültürünü aşağılayan, kendi kültüründen kopan, aşağılık duygusu içinde olan, yeni ve genç bir öteki sınıf, bir öteki nesil meydana getirilmiştir. İlk başta bu neslin oluşmasına önderlik yapan Tevfik Fikret gibi kişilere, Necip Fazıl haklı olarak, bu insanlara züppe kelimesini kullanmıştır. Aslında söylenmek istenilen kelime kültür züppesidir. Züppelik, Osmanlıyla âlâkâsı olmayan hayat tarzıdır. Necip Fazılın İslami görüş tarzını eleştirerek Tevfik Fikret gibi insanları aşağılamasını, ötekileştirmesini garip bulmak bilimsel bir teknik olamaz. Nitekim Necip Fazıl, topluma ait olmayan bir kültürü topluma dayatanları ötekileştirmiştir. Ve bunda sonuna kadar haklıdır. Bir insana sen neden Türksün diye bir soru sorulamayacağı gibi, neden İslami bakışın var ve İslamı bırakmıyormusun denilemez. Tevfik Fikret gibi azınlığı oluşturan kişilerin İslama saldırmasına, Türk geleneklerini ayaklarıyla çiğnemesine Necip Fazıl gözlerini kapatsamıydı? Bir azınlığın geniş bir kitleyi aşağılamasına sessizmi kalsaydı? Mürsel Gürses gibi akademisyen insanlar önce Necip Fazılın haklı olarak Tevfik Fikreti aşağılamasında, Tevfik Fikret gibi insanların topluma ne yaptıklarına baksınlar. Necip Fazıl gibi insanlarda kusur aramasınlar. Acaba Necip Fazıl neden Tevfik Fikrete saldırdı, Batıcıları ötekileştirerek, toplumu bilinçli hâle getirmeye çalıştı sualinin cevabını arasınlar. Nitekim Necip Fazıl toplumun sesi olmuştur, sessiz ve sadece geçim derdinden başka derdi olmayan ve istediği gibi de yaşatılmayan yığınların sesi olmuştur.

    Hazır burada yeri gelmişken bahsedeyim: Bazı insanlar Necip Fazıl Kısakürekin ve Adnan Menderesin özel hayatlarında pek de bilindiği gibi örnek insan hayatı yaşamadıklarını, mesela kumar ve kadın gibi kötü alışkanlıklarının olduğundan bahsederler. Tek tek isim vermeme gerek yok, internette araştırırsanız karşınıza çıkar bu kişiler. şimdi 1950lere gelindiğinde ahlak ve din devlet eliyle o kadar çöktürülmüştürki cenaze yıkamaya imam bulunamamıştır. Içki, rakı, intihar, fuhuş, yolsuzluk, dolandırıcılık,cinayet olayları o kadar başını almış, gitmiştir. Toplum, dinsiz eğitimin bir sonucu olarak ahlaksız bir toplum olmuştur. Ankara tek camisi bile olmayan bir şehirdir ve "antenli" İnönü bununla övünmüştür. Yani öyle bir ateist ve îmansız nesil yetiştirilmiştirki, bütün milletvekilleri, özellikle Allaha söven veya Allaha mesafeli insanlardan seçilmiştir. Adnan Menderes ve Necip Fazıl bu devrin insanlarıdır. Ne bekleniyordu bu insanlardan, herhalde böyle bir eğitimden bir peygamber, bir velî insan çıkamazdı. Nitekim Necip Fazıl veya Adnan Menderes gibi insanlar ya ailesinden yada çevresinden tanıdıkları Hakk insanları sayesinde doğru yolu bulmuşlardır. (Tabiiki devlet sayesinde değil.) Sonradan önceki kötü alışkanlıkları su üstüne çıkabilir bir insanın. Mühim olan Hakk yolunu herhangi bir şekilde bulmuş olmalarıdır. Mevlananın dediği gibi "ne olursan ol yine gel" sözüne uymuşlardır. Necip Fazılda veya Adnan Menderesde kötü huy arayanlar önce devletin durumuna baksınlar sonra ahkâm kessinler. Işte size Sovyetler Birliği örneği: Halkını ateist olarak yetiştiren bir devlet vardı, Sovyetler Birliği. Bu halk yani Rus halkı tabiiki su yerine vodka içer, fuhuş yapar, katillik yapar. Herhalde şimdiki Ruslardan Allah yolunda bir peygamber çıkacak deseler bütün insanlar güler. Eğitimleri çünkü ahlaksızlık üzerineydi. Ha birde şu saçmalığı ortaya koyalım aklıma gelmişken. O saçmalıkta Bohem hayatı denilen tâbir. Türkiyede şu kaide geçerlidir: Ataputumuz gibi ateist bir insan Bohem hayatı yaşarsa medenî ve uygar olur, fakat Necip Fazıl gibi sonradan muhafazakâr olmuş bir insan Bohem hayatı yaşarsa skandal olur. Yani ahlaksızlık Batıcı bir insan yaparsa güzelleşen bir alışkanlıktır, muhafazakâr ve İslami görüşlü bir kimse yaparsa en aşağılık şeye dönüşüyor. Hani ötekileştirme vardıya. Ötekileştirmeyi yani bazı insanları toplumun dışına itmeyi en iyi beceren kişiler CHP çetesine mensup insanlar, devrimciler, Kemalistler, ateistler, Batıcılar ve Ataputcular olmuşlardır. Bunların ötekileştirmedeki ortak yanıysa İslama, geleneğe, Osmanlıya, tarihe, Türk örf ve âdetlerine darbe vurulsunda nasıl vurulursa vurulsun. Evet, Necip Fazıl inkar etmemiş: geçmişte yaşadığım buhran yıllarım demiş. Necip Fazılın aldığı o zamanki devlet eğitiminden, Cumhuriyet döneminin ateist anlayışından, milletteki sefaletten çıksa çıksa ancak ahlaksızlık yani Bohem hayatı çıkardı.

    Necip Fazılın İdeolocya kitabındaki bilim ve teknolojinin Türkiyeye nasıl getirilebilir tavsiyesi ise hiç bir Batıcı aydının görmek istemediği, göremediği bir meseledir. Frenk Mukallitliği adlı kitabı yüzünden asılan yani idam edilen İskilipli Atıf Hocanın düşüncelerinin neredeyse aynısını Necip Fazılda tesadüfen belirtmiştir. Bize Batı kültürü değil bilimi lazım diyen İskilipli Atıf hocanın düşüncesini belkide Atıf hocanın hiç kitabını okumadan Necip Fazıl genişleterek anlatmıştır. Ne yazıkki bu gerçeği kendi tâbiriyle devrimbaz hokkabazlar ve aydın geçinen Batıcı küfür yobazları anlamamışlardır ve anlamayacaklardır.

    şimdi sırası gelmişken devrimbaz insanların kendi kurdukları Batı sistemini nasıl koruduklarını ve kendilerini nasıl müdaafa ettiklerine değinelim. Ataputa ulu önder diye gönderme yapan Kemalistlerin çoğu bu devrimleri şöyle savunurlar. "Türkiyeyi modernleştirdik. Muassır medeniyet seviyesine çıkardık." Hani bazı Osmanlı padişahları sarık yerine Osmanlı devlet memurlarına fes giydirince yenileşme hareketi sayılırdı ya, mesela bu devrimlerin de seviyesi ve etkisi Türkiye içinde aynısıdır. Cumhuriyet devrimlerini modernleşme olarak görürler, fakat bu devrimler sadece ve sadece Batı kültürünü Türkiyeye getirmekten başka bir hareket değildir ve halktada karşılığını bulmamıştır. Yeni okullarda yani 1950dan sonra beyinleri yıkanan yeni yetişen çocukların nesli devlet tarafından anlatılan devrim masalına inanmıştır. Yeni yazılan ve çarpıtılan tarih sayesinde güya modernleşen Türk çocukları Osmanlıdan ve dedelerinden nefret ettirilmiştir. Necip Fazıl bize sadece ve sadece gerekli olan Batının teknolojisi ve bilimi yerine Türkiyede kurulan montaj sanayisini savunanlara ve böylece kendini modernleştik sayanlarada haklı olarak aptal ve beyinsiz demiştir. Necip Fazılın aşağılama kelimelerini kullanması yerindedir. Necip Fazılın bilgilerini beyninde muhafaza eden ve Necip Fazılın görüşlerini taşıyan bir kimse belki daha seviyesiz kelimeler bile kullanabilirdi. Sadece sahte aydınlar ve Batıdan devşirilmiş yenilik olmayan taklitler için Necip Fazılın kullandığı şu kelimelerin yerine siz nasıl bir tâbir, ifade veya benzetme kullanabilirdiniz siz kendiniz düşünün: "Yenilik dâvasında, "devrim" isimli nice hareketler vardır ki, beş aylıkken düşürülmüş kavanoz çocukları gibi sadece ölünün yenisidirler." Türkiyedeki modernleşme Türk halkına yutturulan bir masaldır. Daha henüz 2010lu yıllarda Türkiyede yüzde yüz (100%) milli ve yerli sanayiden bahsetmektedir. Türkiyedeki yerli bilimle, yerli mühendislerle, yerli araştırmayla, yerli patentle yapılmış sanayi ve üretim makinalarından daha yeni bahsedilmeye başlanmıştır. Modernleşme, yerli teknoloji, yerli ve milli bilim, yerli makine demektir. Fakat tarihten bugüne kadar gelen sahte kahramanlarımız bize modernleşmenin yerli bilim değilde Batı kültürü olduğunu aşıladılar ve beyinlerimizi yıkadılar. Necip Fazıl hatta İskilipli Atıf Hoca bunları asırlardan önce söylediler. Cumhuriyet devrinin bütün önde gelen insanları, Ittihat ve Terakki devrinin hepsi Batı kültüründe kurtuluşu aradılar. Batı teknolojisi onları hiç ilgilendirmedi. Teknolojiyi ve sanayiyi montaj sanayisi sandılar. Necip Fazıl bunun farkına vardı ve haklı olarak neredeyse bütün aydınların topunu karşısına aldı. Kendi kültürümüzün değişecek tek bir taşı, geleneği, tırnağı bile olamayacağını, Fransanın, Rusyanın, İngilterenin hiçbir konuda, hiçbir seviyede Türkiyeye örnek olamayacaklarını anlatmaya çalıştı.

    Dikkat edelim Necip Fazıl Cumhuriyet devrimlerine karşı olduğu halde hiç bir zaman Ataput hakkında bir kelime sarfetmemiştir. "Neden acaba" diye soracak olursanız, Toptaşı cezaevi gibi zindanların demir parmaklıkları Necip Fazılı her zaman selamlıyordu da ondan. Ataputa laf etseydi hiç çıkamazdı hapishaneden.