Atatürkle ilgili yazdıklarım bütün halkı yakından ilgilendirdiği için tabiiki Atatürkün yaptığı her inkilap aldığı her karar millete tesir etmiştir ve millet de bu kararlara iyi yada kötü şekilde tepki vermiştir. Türkiye halkının yüzde 90ı 1960lara kadar tarımla uğraştığı halde bu halk tepkisini normal vatandaştan duymak mümkündür. Çünkü halk devletle yakından ilişkisi olmadığı için sadece bu ilişki radyo, resmi devlet daireleri, jandarma ile sınırlıydı. Ve kulaktan kulağa duyma sözlerle. Ulaşım ve haberleşmenin çok çok sınırlı olduğu bir zamanda bile Cumhuriyet döneminin halka karşı alınmış adımları her vatandaşa ulaşmış ve bu acı tecrübeleri ve acı olayları vatandaş bizzat yaşamıştır. Herkes dedesinden babaannesinden mutlaka devletin uygulamaları hakkında kötü tecrübeler dolu sözleri duymuştur. Bende dahil olmak üzere devletin uyguladığı eğitim sistemi geçmişi Atatürkü ilahlaştırmak ve her yaptığını yüceltmek üzerine kurulu olduğu için başkalarından ve yakın çevremden duyduğum ihtiyar insanların laflarına şüpheyle bakmıştım. Koskoca devlet yalan söyleyemezdi. Bu ihtiyar insanlar yada bu ihtiyar insanların laflarını duyup başkalarına anlatanlar yanılmış olmalıydılar. Kocakarı dedikoduları gibi birilerinden duyup bire bin katıp kulaktan kulağa yayılmış efsaneler yada masallar olmalıydı. Benim dedemin bir lafı vardı. İlkokulda öğrendiğim derslere hokkabazlık dersleri, öğretmenimede yacuci hocası diyordu. Bende gülüp geçiyordum. İşimin gereği tarihle ilgilenemedim, daha doğrusu zamanım olmadı. Hatta 2002den önceye kadar boş vaktiniz olsa bile Kemalistler tarafından çarpıtılan yalan tarihten başka bir tarih öğrenmek fırsatınıda bulamıyordunuz zaten. Resmi tarihe karşı biraz başını doğrultan kişiler zaten hapishanelerde ömürlerini çürütüp, sesleri susturuluyordu. Sansür almış baışını yürümüştü. Zaten internet ortamı olmadığı için de tarihi bilgilere ulaşmanızda mümkün değildi. Kitapların hepsi aynı nakaratı, yalan söyleyen Kemalist tarihi söylüyordu. Bunların içindede tabiiki okul kitapları başı çekmekteydi. Devletin iyice darbelerle pekiştirdiği heykellerle ve kanunlarla koruduğu Atatürkün yaptığı bütün işler kanunlarla koruma altındaydı. Atatürkün yaptığı herhangi bir şey hakkında kötü bir şey söylemek şöyle dursun eleştiremezdiniz. Dine sövebilirdiniz her insana hatta haşa Allaha sövebilirdiniz fakat Atatürk hakkında eleştiri içeren tek kelime söyleyemezdiniz. "Hadi ya" diyenler yine çıkacaktır. Necip Fazıl Kısakürekin hayatı hapislerde mahkemelerde geçmiştir.Fakat Allaha şükür yinede yılmamıştır.Sadece bir örnek vereyim dedim burda. Peki halkta bu büyük etkiler yapan büyük olaylar benim çevremde yada duyduğum insanlarda nasıl yaşanmış, neler duymuşlar görmüşler. Resmi tarihe karşı çıkan yazıları ne kadar doğruluyor. şimdiden söyleyebilirim. Önceki yazılarımın hepsi tanıdığım bu 4 kişinin yaşadıkları sayesinde tıpatıp doğrulanıyor ve resmi tarihin yalanlardan dolu olduğunu ispatlıyor. Tarihçilerin çoğundan şunu duydum: Hatıralarla şunun bunun söyledikleriyle tarih ispatlanamaz. Eee ne lazımmış resmi belge, yani devlet belgesi lazımmış. Bu belgede yetmezmiş bu olay bir kaç belgeyle ispatlanması gerekirmiş.Yani o zamanın nüfusu 13 milyon kişinin yaşadıkları hatıraları çöpe atılacakmış. Baştaki diktatör ve bu diktatörün kullarına yazdırdıkları tarihi ve olayları çarpıtan bir kaç belge gerçek yaşanan tarih olarak kabullenilecekmiş. Bazılarına görede diktatör Kemalımızın yakın çevresinin hatıraları kabul edilebilirmiş ve bu kişilerin hatıraları da belge olarak tarihe katkıda bulunabilirmiş. Bu tarihçiler genellikle Kemalist düşünceli tek taraflı tarihçiler. Bu Kemalist tarihçilerde genellikle üniversitelerin Atatürk İnkilapları bölümünden Atatürkçü Derneklerden yahutta ona benzer kurumlardan çıkıyor. Ben nasıl ilkokulda, öğrencilik yıllarımda, okulda okuduklarıma inanıyorumda ihtiyarların laflarına inanmıyorduysam, benim aktaracağım bu 4 kişinin hatıralarınada aynen bu bahsettiğim Kemalist tarihçilerde inanmazlar.
Bir kaç yazımda Mustafa Kemalin bir mafya babası gibi çalıştığını istemediği engel gördüğü kişileri başkalarına temizlettiğinden bahsetmiştim. Bir tanıdığımın hatıraları bunu aynen destekliyor. Hatta bunu duyduktan sonra uzun zamandır aklımda bu hatıraları tutmuştum fakat önem vermemiştim. Yaşlı bir adamın saçmalıkları diye kafamı sallamıştım sadece. Fakat 2,5 yıl öncesine kadar cumhuriyetin ve Kurtuluş Savaşının ilk yıllarında yaşanan meçhul cinayetler ve bu cinayetlerin arkasında hep şüpheli kişilerin yada kişinin hep Ankara yani Mustafa Kemalin olduğunu okuyunca bu yaşlı adamın söyledikleri aklıma gelmiş ve tekrar anlatmasını istemiştim. şimdiye kadar herhangi bir yerde yayınlanması da mümkün değildi. Fakat bu hatırayı artık açıklayabilirim. Naklettiğim kişinin adını ne yazıkki açıklayamayacağım. Açıklayamadığım içinde bu yazdığıma yalan diyenlerde olabilir. 5816 numaralı kanunu ve Atatürkle ilgili sahte tarihi korumak işi kaldırılırsa hemen bu kişiyi açıklayabilirm. Fakat adını şu anda açıklarsam beni ve tanıdığım kişiyi itibarsızlaştırmak ve beni mahkemeye vermek gibi tatsız olaylarla karşılaşabilirim. Ne yazıkki biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Yaşanan olay Sivasta geçiyor. Kurtuluş Savaşı zamanında Ankarada bulunan Mustafa Kemalin yanına Ermeni piskopoz geliyor ve doğuda yaşayan Ermeni vatandaşların yanına Karsa, Ermenistana gitmek için izin istiyor. Mustafa Kemal izin veriyor. Fakat Sivasa telgraf çekiyor ve o zaman Sivası yöneten kişiye bu Ermeni din liderinin öldürülmesi için emir veriyor. Tarihle biraz ilgilenen kişiler Kurtuluş Savaşı zamanında Ermenilerin en çok nüfüsunun olduğu vilayetin Sivas olduğunu bilir. Sivas hapishanesinde yatan azılı bir katil bu işle görevlendirilir ve bu kişi Ermeni liderinin kafasını keserek Atatürke teslim eder. Atatürk bu azılı katili ödüllendirir ve çok zengin bir toprak ağası yapar.Kafa kesme işi -tabiiki delil olduğu için- Atatürk tarafından bizzat istenir.(Ermeninin öldürüldüğüne dair bir delil.)
şimdi bu tanıdığımın sözlerini aynen aktarıyorum: "şahit olan kişi Z.A. Hapishanede katil Zaralı Pehlivan Mahir Paşa Başpiskopos Ermeni murakkas ı öldürmek için Atatürk tarafından görevlendirilmiş. Mahir Paşa Refahiye Erzincan Köroğlu deresinde Paşpiskoposa tuzak kurmuş. Kafasını kesmiş Atatürke teslim etmiş. Atatürk bizzat kellesini getirmesini istemiş. Z.A. Zarada askerlik yapmış emireri olarak subayın emrinde olduğu için başka yere gitmemiş başka yere tayini çıkmamış. Murakkasın infazının emrini telgrafla Sivasa bildirmişler. Bu telgraf tabiiki yok edilmiş. Murakkas Atatürke "Ben Ermenistana gitmek istiyorum. Ermenileri ziyaret edeceğim. Ermeniler beni bekliyorlar. Kötü bir niyetim yok" dercesine telkin vermiş. Atatürk murakkasa bir araba tahsis etmiş. Kendisini refakat etmek içinde yanına asker vermiş. Mahir Paşaya Ermeniyi Sivasta öldürmemesini emretmişler. Ne zaman Sivası geçerde Erzincan sınırına gelirse o zaman öldürebilirsin denmiş.Mahir paşanin Erzincan sınırına varmasi için her ilçede hızlı koşan atları hazır tutmusşlar. Atları değiştirerek Mahirpaşa Sivas hududuna varmış. Sivas hududunu geçtikten sonra Mahir Paşa murakkasa yetişmiş. Ataturk, Mahir Paşaya paşa ünvanını murakkası öldürdükten sonra vermiş. Ataturk Mahire "dile benden nereyi istersen oraları sana vereceğim" demiş. "Milleti büyük bir savaştan kurtarmış gibi oldun". Mahir'de : "Ben Zaralıyım Zaradan başka yer istemem" demiş. Ermeniler zamanla göçe zorlanınca yada kendiliğinden göçünce Ermenilerden kalan Zaradaki sahipsiz yerleri Mahir Paşaya devredilmiş."
Yazdığım kellesi kesilen Atatürke karşı olan kişilerin bir tanesinin başına ne geldiğinin halk tarafından ispatı. Yanlız bu kellesi kesilen kişi sadece Atatürke değil belkide bütün Osmanlıya karşıymış. şahidin Murakkas dediği kişi eskiden murahhas yani Ermeni önderlerine verilen bir admış. Kendimde bilmiyordum, araştırınca öğrendim. Ermeni murahhasın öldürülmesi doğrudur yada yanlıştır beni ilgilendirmedi. Beni ilgilendirdiği Atatürkün mafya babası gibi başkalarını öldürmek için el altından kiralık katil tutması ve öldürme şekli: kelle kestirmek. Tarihçilere ispat. Alın size tanıdığımın anlattıkları. Halk delili, halk ispatı, vatandaşın zabıtı. Hiçbir tarih kitabında, hiçbir yazıda, hiçbir hatırada olmayan fakat tanıdığımın kulaklarımla duyduğum sözleri. Bu kişinin Atatürke yada devlete hiçbir düşmanlığı yok. Düşmanlık yapmasınada nedeni yok, yalan söylemesinede bir sebebi, nedeni yok. Benim için inanabileceğim en güvenilir kaynak, en yakın kaynak. Başkasına, kitaba, telgrafa, resmi belgeye benim için gerek yok. Bu kişinin söylediklerini şimdi şu anda internette yazarken bu yaşlı insanlarla söyledikleri için alay ettiğime şu anda ne kadar üzüldüğümü siz düşünün. Arkalarından bunak, cahil kişiler diye söylendiğime üzülüyorum.
Rumi Takvim 1339 senesi ikinci alti aylik tahsisat(Ödenek) Kanunu münasebetiyle(sebebiyle)
26.06.1339 Rumi takvim --- Miladi 26 Kasım 1923 TBMM 2.Dönem 2.Cilt 26.Birleşim
HÂLİS TURGUD Bey (Sivas) - Efendiler, malumuâliniz(bildiğiniz gibi) ortada teşkil edilmiş(meydana getirilmiş) bir Divanı Muhasebat(Sayıştay) vardır. Bunun için Maliye Vekili Beyefendi izahat verdiler(açıkladılar) ve dediler ki 1339 (Rumi, 1923miladi) senesi için ilk Avans Kanununda bir tahsisat konmuştur. Elimizde de bir kararname vardır. Bu kararnameye göre biz bunu teşkil ettik. Lüzum veya ademilüzumu(gereksizlik) sonra münakaşa edilir(tartışılır). Halbuki Muvazenei(Dengeler) Maliye Encümeni aynı mazbatada gerçi Muvazenei Umumiye(Genel bütçe) Avans Kanununda böyle bir tahsisat varsa da 1338(Rumi, 1922 Miladi) senesi Avans Kanunu fusul(kısımlar) ve mevaddına(maddelerine) göre bu takyidedildiği(sınırlandırıldığı) için tabiî bu Divanı Muhasebat(Sayıştay) teşkili için bir salâhiyet(yetki) verilmiş mânasını ifade etmez. Maliye Vekili Beyefendi Divanı Muhasebatın(Sayıştayın) lüzumunu(mecburiyetini) kabul ettikleri gibi tabii Heyeti Umumiye de bu hakikati kabul eder. Küçük mikyasta(ölçekte) teşekkül ettiğinden(meydana geldiğinden) dolayı da beyanı itiraz ettiler. Kusura bakmayınız! Salâhiyetinize(yetkinize) tecavüz ettim(müdahele ettim). Ben onu küçük mikyasta yaptım. Gerçi bu salâhiyetinize ait idi ama, küçük mikyasta yaptım dediler. Efendiler! Salâhiyeti(yetkiyi) bugünkü vazı(konuma) ve şekle göre hasır(ayırmak) ve taksir etmek(kısmak) doğru değildir. Binaenaleyh Meclisin bunu nazarı dikkate alması icabeder.
Avans Kanununun mevaddına(maddesine) geçiyorum. Berveçhi peşin(önceden ödenen) Rüsumat(Gümrük Idaresi) meselesi var. Rüsumatın(Gümrük Idaresinin) sureti(nüshası,kopyası) muhafazası için birtakım kayıtlar mevcuttur. Fakat efendiler! Hudutlar muhafaza edilmezse esasen gümrük varidatı(gelirleri) tenakus edeceği(eksileceği) gibi memlekette mevcudolan ufak tefek şeylerin muhafazasına da imkân kalmaz. Meselâ : Hükümet lüks eşyayı menediyor, halkın parası lüzumsuz yere israf edilmesin 'diyor. Halbuki öbür taraftan gümrük muhafaza edilmediği için Cenup(Güney) tarafından istediğin kadar lüks eşya memlekete giriyor ve aynı surette diğeri gümrüğü verdiği halde ticaret yapıyor, öteki gümrük vermediği halde aynı ticareti yapıyor. Lüzumsuz yere memleketin parası israf oluyor. Ondan başka memleket dâhilinde(içinde) bâzı yerlerde sigara kâğıdı çıkarıyorlar. Ezcümle(kısaca,özetle) dairei intihabiyemde(seçim bölgemde) de Kızılırmak namiyle(adıyla) sigara kâğıdı çıkarılıyor. Bunu çıkaran zat bendeniz buraya gelirken defterime kaydettirmişti. Hükümet Bandrol Resmini gümrüklerde aldığı için kaçakçılığın önüne geçemiyor ve bu suretle kaçak olarak gümrüklerden de istendiği (kadar sigara kâgıdı içeriye giriyor. Memleketin dâhilinde mevcudolan ve ikisi üçü bir araya gelerek husule gelen(meydana gelen) Türk sermayedarları(yatırımcıları) Hükümetin kanunlarından, Teşviki Sanayi(yatırım teşviği) bilmem ne gibi kanunlardan katiyen istifade edemiyor. Hariçten gelen ve kaçak olarak giren onlara rekabet ediyor ve bu suretle tabiî onlar daha ucuz ve ehven(daha kolay) sattıkları için memleket dâhilinde çıkarılanlar pahalı oluyor. Tabiî bu diğer dairei intihabiyelerde(seçim bölgelerinde) de vardır. Bendeniz yalnız kendi dairei intihabiyeme(seçim bölgeme) ait kısmını nazarı dikkatinize arz ile beraber gümrüklerin "kaçakçılıktan muhafazası için lâzım gelen tedabirin(tedbirlerin,önlemlerin) ittihazını(değerlendirilmesini, kabulunu) makamı aidinden(sorumlu makamdan) rica edeceğim.
Efendiler; dün Maliye Veikili Beyefendi burada icabeden izahatı verirken teşkilâtı mülkiyeden de bahsettiler ve memleketin en mühim bir noktasına temas buyurdular. Hakikaten buyurdukları gibi teşkilâtı mülkiyenin (halihazırı gayritabiîdir ve memlekette huzur ve emniyeti temin edemez. Masrafın çokluğu meselesini artık sahibi salâhiyet zevata(sorumlu kişilere) terk ediyorum. Fakat asayiş, idare ııoktaî nazarından bâzı şeyler arz edeceğim. Müstakil livalar(sancaklar, şimdiki mânâda iller) memleketi müstakil parçalara taksim ediyor. Her birisi doğrudan doğruya vekili aidine(kendi milletvekiline) merbut(bağlı) olduğu için ayrı ayrı düşünür ve ayrı ayrı hudutları nazarı dikkate alırlar. Ondan başkası sanki kendi daire-i hudutları dâhilinde(yetki sınırları içerisinde) değil ve cüz'i diğerin mütemmimi(tamamlayan) değilmiş gibi addolunur. Bir muhitte asayişsizlik olur, Tokat'ın bilmem neresinde şu veya bu vekayi çıkar-ki bunu da işaret ediyorum; Tok'at'da ne gibi vekayı(olaylar) vardır, arz edeceğim bunu takibeden müfrezeler(askeri birlik) Sivas vilâyeti hududuna geldiği vakit sanki ecnebi(yabancı) bir memleket hududuna gelmiş gibi bırakır, gider. Amasya'nın bilmem neresinde çıkan bir vakayı(olayı) teskin(yatıştırmak) için jandarma Tokad'a geldiği vakitte aynı suretle savuşup gidiyor. Hulâsa birbirinden ayrı ve gayrişekilde cereyan eden hâdisat oralarda kendi dairei idareleri dâhilinde(yetki sınırları içinde) vekayiin(olaylar) çıktıdığından dolayı müteessir olmıyacak bir vaziyet husule getirir(meydana gelir). Her hangi bir makam, her hangi bir taraf kendisini muahaze edecek(tenkit,eleştiri) olursa "Efendim, benim dairemde değil ya! Nemelâzım, filân yerde çıkmış" der. Bunların mesaisini(çalışmalarını) tevhidederek(birleştirerek) vaziyeti ıslah etmek lüzumunu bugünkü teşkilât temin edemiyor. Bunun için Heyeti Vekile Reisi Beyefendi Hazretlerinin(Bakanlar Kurulu Başkanı) geçenlerde programlarında bahis buyurdukları gibi, umumi müfettişlikler(genel müfettişlik) mi ihdas edilecek(meydana getirilecek), vilâyat teşkilâtı mı yapılacak? Eğer birkaç livayı(ili) bir araya getirerek bunları muayyen(belirli) bir makam altında toplayıp bunun mafevkındeki(üstündeki) makamı aidini de öyle lüzumsuz yere gelen müteaddit(birçok) telgraflarla boğmayıp mutavassıt(arabulucu) birer valilik bir müfettişlik teşkil ederek muayyen(belirli) bir surette toplanmazsak efendiler; bugünkü şekil ile memlekette asayişsizlik günden güne çoğalır.
Asayişin temini için lâzım olan anasırdan birisi de malûmuâliniz(bildiğiniz üzere) idare memurlarıdır. Efendiler, bilirsiniz ki, bundan iki sene evvel fevkalâde(olağanüstü,alışılmamış) bir zaman geçirdik ve bu fevkalâde(olağanüstü,alışılmamış) zamanda herkesin kanaati her şeyi ihtiyara(seçmeye) ve her şeyi kabule müsait değil idi. Meselâ ortada bir Harekâtı Milliye(Kurtuluş Savaşı Harekatı) başladı, öbür taraftaki zat(bazı insanlarımız) hiç alâkadar olmadı. Diğeri de kendi varlığını feda etti. şüphesiz bunlar beşeriyette tabiî(insani, normal) şeylerdir. Fakat bu arada birçok idare memurlukları inhilâl etti(dağıldı). Bulunanların birçoğundan tabiatiyle iştibah hâsıl oldu(şüphelenildi) ve birçokları işe yaramadı. Elde mevcut meslek adamı olmadığı için kime rastgeldiysek aşkı vatanla kim daha ziyade(çok) çalışmak istiyorsa hemen onu tuttuk, kaymakam yaptık, mutasarrıf(sancak,il yöneticisi, belediye başkanı) yaptık ve belki vali yaptık.
Efendiler; evvelâ(önceden) zarureti(mecburiyeti) arz ettim bu vali nerede okumuş ? Hayattaki mesaisi(çalışmışlığı) neden ibarettir? Tecrübesi neden ibarettir? Acaba bir köy idare edebilmiş mi, acaba evinin idaresini tanzim edebilecek(düzenleyebilecek) vaziyette mi? Efendiler! Bunları hiç nazari' itibara almadık(gözönünde tutmadık). Zannederim el'an(şu anda) böyle idare adamları mevcuttur. Rica ederim, 1290 senesinden şimdiye kadar mevcudolan Mektebi Mülkiyenin(siyaset fakültesinin) bu kadar mezunu mevcut iken artık bu gibi memurlara meydan bırakmamalı ve mesleki idarenin de bir meslek olduğunu kabul etmelidir. Efendiler! Adliye meslekine merbut(bağlı) her hangi bir adam, bir za'bıta memuru olamaz. "Adliyecisin, senin oraya aklın ermez." derler. Sonra Mektebi Mülkiyeden(siyaset fakültesinden) çıkmış bir efendi falan mahkemeye müracaat eder veyahut Nafia(Bayındırlık işleri) ve saireye giderse, sen bu meslekin adamı değilsin, derler. Fakat efendiler! Bir doktor, bir hâkim hattâ söyleyeyim mi efendiler? bir mübaşir(mahkeme çağrıcısı) idare memuru olmuştur.
Dr. MUSTAFA Bey (Çorum) - Halis Bey! Doktorlar başta olarak söylenmez. Farkında olasınız ki doktorlar mesalikin(mesleklerin) en yüksek sınıfıdır.
HALİS TURGUD Bey (Devamla) - Müsaade buyurunuz! Ben herkesin meslekine hürmet ederim. Her mesleke hürmet ettiğim gibi her mesleke mensub olanlardan da benim meslekime hürmet beklerim. Rica ederim, hiç kimsenin şahsına tecavüz değil, hürmet ederim. "Mübaşir"(mahkeme çağrıcısı) diye koyduğum kayıt en sonradır; dikkat buyurulursa bu izahınıza hiç hacet kalmaz(gerek kalmaz). Rica ederim, onun için tabiî yine makamı ahdinden rica ederim, mesleki idareye kıymet ve ehemmiyet(önem) verilmelidir. Bu, çok mühim meseledir. Memleket idaresinde, birçok fevkalâdelikler(olağanüstü,alışılmamış şeyler) görüyoruz. Memleketin diğer devair(daireler) memurlarına istediğiniz kadar tahsisat veriniz, fakat memleketteki idare işlerine memlekete merbut(bağlı), afif(namuslu, iffetli), müstakim(doğru), muktadir(başarabilen), çalışkan adanılan(atanılan) intihab etmedikten(seçilmedikten) sonra milyonlarla para sarf etseniz efendiler; katiyen faide(fayda) hâsıl olmaz(meydana gelmez). şunu arz edeyim ki bu meslekin diğer mesleklere nisbeten büyük bir ehemmiyeti vardır ve kudreti vardır. Bir ordunun halledemediği bir meseleyi bir mahalde(yerde), bir idare memuru halleder. Efendiler! Bunun birçok misali vardır, birçok vekayii(olayları) vardır. Onun için çok temenni ederim ki mercii aidi(sorumluları), bunu nazarı dikkate alarak: bu işin keyfiyetine(niteliğine) itina buyursun(dikkat etsin). Ve henüz memuriyette ve açıkta bulunan mülkiye mezunlarını ve ihtisas erbabını mevkii iktidara geçirsin.
Sonra efendiler! Jandarma tahsisatı : Muvazenei Maliye Encümeni (denk bütçe kurulu) tarafından, sekiz bin kadarının lüzumu istihdamı olmadığından dolayı Jandarmanın adedi (1 645) e indirilmiştir. Evet, belki bu kadar jandarmaya lüzum yoktur ve bundan dolayı bir tasarruf yapmak mümkündür. Yalnız bendeniz, burada tasarruf edilen miktarın, asayişin temini için, birinci derecede vasıta olan jandarmaya verilmesini teklif ediyorum. Efendiler! Jandarmaları köylünün ekmeğinden, yağından, yumurtasından, arpasından, samanından kurtarabilmek için, onların ihtiyacını ve insan olduğunu nazarı itibara almak(gözönünde bulundurmak) lâzım gelir. Bunların da, çocuk sahibi, aile sahibi olduklarını nazarı itibara almak icabeder. Bir piyade neferine(askerine) on lira vermekle, bir süvari neferine on beş kâğıt vermekle o adama: "Memleketin asayişi için hayatını feda et!" demek arasında çok fark vardır. Zannederim efendiler! Her hangi bir vaka hudus ettiği(olay çıktığı) zaman, bölük kumandanına, takım kumandanına oradaki idare memuru: "Al tüfeği de, falan yere takibe git ve icabederse orada öl!.." dediği zaman, düşünmelidir ki, efendiler; o bölük kumandanının, takım kumandanının götürmüş olduğu süvari ve piyade jandarma neferleri(askerleri) onar, on beşer kâğıda istihdam olunuyor(çalıştırılıyor). Bu şeraitt dâhilinde(şartlar altında), memleketin asayişini temin edebilmek ve her hangi bir yerde çıkan isyanı bastırabilmek ve ledelicap(icap ettiğinde,lazım olduğunda) silâhla mukabele edebilmek çok güç bir meseledir ve imkânı yoktur. Kendi kendimizi aldatmıyalım. Ortalıkta maddi mikyaslar(ölçüler) vardır, onunla ölçelim. Biraz da biz, kendi rahatımız için, mesaisini beklediğimiz zevata(zatlara,kişilere) "Senin masrafını tediye ediyoruz, senin ihtiyacatını temin ediyoruz. Binaenaleyh memleket için şunu veya bunu yapacaksın!" dememiz icabeder. Yoksa "Hamiyyeten(vatanseverlikten) sen de şunu kabul et!" demek olamaz. Efendiler! Bunun imkânı yoktur. Bu iş bu şekilde olmaz. Jandarmanın ahvali(durumu,vaziyeti) hakkında, sizi tasdi etmekliğim(tedirgin etmem) doğru değil... Çünkü hepimiz, aynı meseleden müştekiyiz(şikayetçiyiz) ve aynı meselenin tekevvün ektiğinden(meydana gelmesinden) müştekiyiz(şikayetçiyiz). Binaenaleyh bendenizin anlıyamadığım bir nokta vardır ki, efendiler, bu variyeti(zenginliği) bu suretle(durumda) bırakarak halkı usulsüz, kanunsuz soydurup bu ihtiyacı tatmin ediyoruz da, neden burada millete : "Efendi! Seni soydurmayacağım; ve sana karşı hiçbir kimsenin tasallutunu(saldırmasını), tecavüzünü yaptırmıyacağım fakat senden bir şey istiyeceğim ki sen onu her vakit, her suretle gayrimeşru bir şekilde veriyorsun, vermesen bile elinden alıyorlar. Bunu ben, sana açık söylüyorum ve diyorum ki efendi! Memlekette yaşamak mı istiyorsun, hakkına mı sahib olmak istiyorsun, iş mi görmek istiyorsun? şu halde sen, bana kazandığının yüzde kırkını vereceksin, yüzde altmışı ile de yaşıyacaksın. Fakat o yüzde kırkı senden aldığım vakit, senin en ufak sesini bile duyacağım, sana en gizli, en mahrem, en yeminli yerlerde yapılan mazalimden(zulümden) seni kurtaracağım. Seni jandarma soyamıyacağı gibi hiçbir fert sana tasallut edemiyecek(saldıramayacak), sana tecavüz edemiyecek..." diye açık olarak söylersek ve yaparsak zannederim ki, bu gün milletin alelinfirat(birer birer) kesesinden çıkan paranın üçte biriyle bu maksadı temin etmiş oluruz. Müsaadenizle bir misal arz edeyim.
Fazla yoruyorum, af buyurunuz. Köylerinde bir asker firarisi olan, bir köylüyü farz ediniz efendim; bunun hasılatı senevisini(senelik hasılatı) de ne diyeyim elliden dun(daha az,aşağı) kabul ediniz. Çoluğunu, çocuğunu, maişetini(geçimini) ve sairesini bırakınız. Efendiler! Her hangi bir sebeple firarı, ve bakaya(çağrıldıkları halde askere gitmeyen) olsun şube reisinin icadiyle firari veya bakaya(çağrıldıkları halde askere gitmeyen) olur. Bu firari veya bakayayı jandarma arıyor. Jandarma, heyeti ihtiyariye bunun başına toplanırlar. Artık onun gösterdiği vaziyet malûmdur. Netice itibariyle oradan yirmi lira almadan gitmez. şimdi köylünün bir adamı için belki bir senede üç, beş, sekiz defa talebedilen yirmi beş lirayı verirse : Biz ,bir defa beş lira olarak istersek zannederim ki, Hükümete maalmemnuniye(memnuniyetle) verir efendiler. Hükümeti de bugün biraz insafsızca tenkid etmiş olduğumuz vaziyetten kurtarmış oluruz. Itiraz etmek lâzımgelir ki, elinde vesaiti lâzime(gerekli olan araçlar) mevcut bulunmuyor. Onun için burada tasarruf edilen jandarma muhassasatını(ödeneğini) jandarmaya terk edelim ve bu suretle hiç değilse paranın bir kısmını süblime ile(yücelikle) yıkıyalım. Ikincisi efendiler; jandarma denince mukabilinde(karşılığında) bir de polis teşkilâtı vardır, bizde ne garip şeydir! Ikilik gibi bir şey karşıya çıkar. Olmaz efendiler! Türklerin bir darbımeseli(atasözü) vardır. "Çatal kazık yere batmaz" memleketin civarında bir vaka(olay) oluyor. Her hangi bir adama tecavüz ediliyor veya bir vaka hadis oluyor veyahut her hangi bir adam soyuluyor, vakadan(olaydan) haberdar oluyorlar. Polisi haberdar edeli çok olur, gelmezler. Halbuki jandarma polisin bir uzvudur(üyesidir,organıdır). Yok jandarmaya aittir, polise aittir diye aidiyet salâhıyeti(yetki alanı) bulunmaz. Fail ortalıkta yoktur. Fiil vardır, Fail yoktur. Ondan sonra Hükümet istediği kadar telâş eder, faili arar ve tabiatiyle bulur, bulamaz, o ayrı bir meseledir. Onun için bendeniz bir şey rica ediyorum "Polis ve jandarma" bunlara bir nam(yetki ismi) verilsin. Biri harice, diğeri dâhile baksın ve bunlar tevhid edilerek(birleştirilerek) idare memurunun emrine tevdi edilsin(verilsin). Efendiler! Biraz da Mustafa Beyin müsaadeleriyle ahvali sıhhiyemizden(sağlık durumundan) bahsedeceğim. Tabiî meslekime aidolmadığı için uzunuzadıya bahsedecek değilim. Yalnız dairei intihabiyem(seçim bölgem) hamdolsun on senelik istilâ felâketinden mâsun kalmıştır(korunmuştur). Fakat efendiler! Dört sene Ruslarla üç sene de bu tarafta Yunanlılar ve Fransızlarla çarpışan milletimin her türlü emirlerine ittiba(itaat etme,emrinde bulunma) ve inkiyad etmiştir(boyun eğmiştir). Bu meyanda(arada) tabiî birçok muhaceretler(göçler) vâki olmuştur(meydana gelmiştir). Gerek muhaceret(göç) suretiyle ve gerekse Harbi Umuminin(1.Dünya Savaşının) tevlid ettiği(doğurduğu) mesaib(felaketler) suretiyle birçok sâri hastalıklar(sarı hastalığı) bu memleketi istilâ etmiştir. Sıtma için bir şey demiyeceğim. Çünkü Sıhhiye Vekili Beyefendi(Sağlık Bakanı) geçen gün bu hususta söylediler ve Heyeti Vekilenin(Bakanlar Kurulunun) programında da dâhildi.
TUNALı HİLMİ Bey (Zonguldak) - O bahsi açmamış olsaydınız daha iyi olurdu.
HÂLİS TURGUD Bey (Sivas) - O hastalığı olduğu gibi görmezsek, bizi için için kemirir. Bir gün olur olanca kuvvetiyle, şiddetiyle meydana çıkar. O şiddetiyle meydana çıktığı zaman çare bulmak imkânı olmaz. Hakikat hakikattir. Vakayı(olayı) hiçbir şey ilâve etmeksizin(eklemeksizin) izah etmek vazifemizdir. Daha birtakım vazifemiz varsa bunu yapmak lâzımdır. Efendiler! Kastamonu'nun bir zaman şöhreti vardı. Frengi(bir cinsel hastalık,sifilis) dendi mi doğrudan doğruya Kastamonu hatıra gelirdi. (Zannederim hakikatte bu böyle miydi? Değil miydi? Bu benim dairei tetkikimin(araştırmamın) haricinde kalır. Fakat ortalıkta muhakkak olan bir şey varsa Kastamonulular çok yoruldular ve etrafa bağırdılar "frengi dediniz mi Kastamonu'dur" diye bağırdılar. Ve Hükümete işittirdiler. Hükümetin, mercii aidinin(yetkili makamın) nazarı dikkatini celbettiler ve zannederim ki hamdolsun Kastamonu şimdi diğer vilâyetlere nisbeten bu hastalıklardan çok berîdir(geridedir). Fakat efendiler! Bunun yerine Sivas havalisi(halkı) kaim olmuştur(yerine geçmiştir). Ve belki Tokad, Amasya da böyledir. Bendeniz salâhiyetle(yetkiyle) söyliyeceğim. Belki Sivas bu hususta Kastamonu'ya ; maalesef halef olmuştur(yerine geçmiştir). Bugün vilâyetin dokuz kazası(ilçesi) vardır. Bir de nefsi(kendisi) Sivas'tır. Bununla ondur. Bu on kazanın içinde iki tane doktor vardır ve efendiler! Bir memlekette yirmi otuz bin nüfusu cami olan bir kazanın müessesatı sıhhiyesi(sağlık kurumu) memlekette bulunan bir hastane ile, merkezde bulunan bir hastane ile iki doktordan ibarettir. Rica ederim frengi(sifilis) gibi sâri(bulaşıcı) ve müstevli(istilacı,salgın) olan bir hastalık olanca şiddetiyle hükümferma olan(hüküm süren) bir mıntakada(bölgede), olanca şiddetiyle icrayı hükmeden bir mıntakada bir hastane ile iki doktor gayrikâfidir(yetersizdir). Bununla beraber hastalığın önüne geçilemediği gibi günden güne bu hastalığın tezayüdüne(çoğalmasına) sebeboluyor. Bunu bir saat evvel nazarı itibara alarak hiç değilse kazalara birer doktor göndermek icabeder. Sıhhiye Vekilinin(Sağlık Bakanının) mazur görülecek bir noktası var. Fakat diğer taraftan Heyeti Umumiyeye taallûk eden(ilgilendiren) bir iş de var. Geçenlerde bu hakikati bendeniz arz etmiştim. Elimizde doktor yok, dediler. Vaziyete baktım. Rica ettim mevcut vesaiti ortaya koydular, yoktur efendim, dediler. Hakikatte doktor mu yoktur? Hayır efendiler, hakikaten memleketin ihtiyacına kâfi, hamdolsun , doktorlar da vardır. Fakat efendiler! Istanbul'da toplanmışlardır. Hiçbiri de Istanbul'dan ayrılmıyor. Küme küme oraya dolmuşlardır. Hiçbir tarafa gitmiyorlar. Van, Bitlis, Harput, Adana, Elâzız ve saire yanıyor, hiçbirisi mevcut tahsisatla(ödenekle) gitmiyor. Sıhhiye Vekili(Sağlık Bakanı) de gönderemiyor Bunun için sizden üçüncü bir şey rica edeceğim. Bu zevat(zatlar,kişiler) - hiç şüphe yoktur ki herkesin hürriyeti şahsiyesi vardır. Binaenaleyh hiç kimse tahdit(sınırlandırılamaz) ve takyid olunamaz(daraltılamaz) - fakat böyle umumi vaziyette milletin, ırkın canı kemirilirken artık bu gibi hürriyetlere falanlara da biraz göz yummamız icabeder, çünkü zararı umumi(genel zarar) için zararı hususi(özel zarar) ihtiyar olunur(seçilir). Bu kaidei umumiyedir(genel kuraldır). Bunları cebretmeli(zorlamalı).
Dr. MUSTAFA Bey (Çorum) - Rica ederim. Bu kanunu evvelâ Sıhhiye Vekâleti düşünmüş. Kanun Meclistedir. Yani bunu evvelâ doktorlar düşünmüştür.
HÂLİS TURGUD Bey (Devamla) - Teşekkür ederim. Bizim temennimiz(isteğimiz) de meselenin bir an evvel nazarı dikkate alınmasıdır. Fakat Mustafa Beyin bahis buyurdukları yeni mektepten(okuldan) çıkan etibbaya(tabiblere,doktorlara) aiittir.
Dr. MUSTAFA Bey (Çorum) - Hayır, hayır efendim!
HÂLİS TURGUD Bey (Devamla) - Tetkik buyurursanız(araştırırsanız) öyledir, bendeniz biraz meşgul oldum. Müsaadenizle arz edeyim. O cebir(zorlama) mektepten yeni çıkacak efendilere aittir, halihazırda mevcudolanlara ait değildir. Bunlara biraz tahsisat(ödenek) vermekten ve biraz da cebir(zor) istimal etmekten(kullanmaktan) başka çare yoktur. Yoksa memleket baştan aşağı yanıyor, aynı şey adliye için de varittir(olacaktır). Efendim bir noktaya daha temas edeceğim, o da Matbuat ve Istihbarat Müdiriyetidir. Efendiler matbaası, gazetesi olmıyan her hangi vilâyet ve kaza; dilsiz insana benzer. Orada ne olur, ne biter, ne gibi hakkı vardır, bu hakkı kimden istiyecektir, gazete olmadığı için bunları ne söyliyebilir, ne anlatabilir. Muvazenei Maliye(Dengeler Bütçesi) Encümeni Hariciye(Dışişleri Bakanlığı) bütçesini tetkik etmiş(incelemiş), netice itibariyle Hâkimiyeti Milliye ile Yeni Gün gazeteleri propaganda için değil, bu gazeteler alınarak şuraya buraya tevzi edilmesi(dağıtılması) için bir para kabul etmiş ve memleketin matbuat ve istihbarata ihtiyacını düşünmüş ve bunun için de bir tahsisat(ödenek) kabul etmiş... Efendiler, bugün merkezi idare olan Ankara'da Hâkimiyeti Milliye, Yeni Gün gazeteleri yaşıyamazsa Sivas'ta, Erzurum'da, Van'da, Harput'ta çıkan gazetelerin hiçbirisi yaşıyamaz ve buna imkân da yoktur. Yaşıyamaz diye bunlar böyle mahkûm mu kalmalı? Bu hususta Hükümet kendi bütçesinden biraz fedakârlık yapmalıdır. Biraz Hükümet, biraz halk mahallerinde birer şirket vücuda getirerek ve kendileri delâlet(aracılık) ederek oralarda birer hususi(özel) matbaa açarlarsa; zannederim memleketin ihtiyacı kısmen tehvin edilmiş(kolaylaştırılmış) ve oralarda da erbabı ticaretin, sanayinin ve sairenin yaptıracağı reklâmlar ve saire dolayısiyle hasılatı tab'iyesinden(tiraj kazancından) husule gelen(meydana gelen) tahsisatla(ödenekle) bir gazete yaşatılmak imkânı hâsıl olmuş(meydana gelmiş) olur. Aksi takdirde böyle gazetesiz olarak ve binaenaleyh dilsiz olarak devam ederse işte böylece devam eder, gider.
Efendiler! Müsaadenizle bir noktaya daha temas edeceğim. Bir askerî fabrikalar meselesi var, bunu ikiye ayıracağız. Bir kısmı mühimmat, diğeri elbise, kundura ve saire çıkaranlar. şimdi mühimmat kısmı; ortalıkta geçmiş bir acı tecrübemiz vardır. Efendiler, Istanbul işgal edildiği zaman Anadolu'da bir fişek kapsülünü bile takmak kudretini(gücüne) haiz değildik(sahip değildik) ve Anadolu 'da böyle bir teşkilât mevcut değildi. Hiç değilse bu acı tecrübeden istifade ederek memleketin bu mühimmat fabrikalarını Ankara'ya nakletmek lâzımdır. Onun için ben, benden evvel(önce) bu meseleyi mevzuubahseden(değinen) arkadaşımın hissiyatına(duygularına) iştirak ediyorum(katılıyorum). Kayseri'de, Sivas'ta birçok şelâleler vardır. Bunlardan istifade edilebilir ve mühimmat fabrikaları oralarda tesis olunursa mesele daha doğru halledilmiş olur zannederim. Diğer kundura(ayakkabı) ve saireye gelince: Efendiler! Hükümet bu gibi ticari işlerle iştigal edemez(uğraşamaz). Bu kaidei umumiyedir(genel kuraldır). Hükümet arazi sahibi olamaz, sanat, sahibi olamaz, hulâsa(özetle,kısaca) iktisada(ekonomiye) taallûk eden(ilgilendiren) hiçbir şey yapamaz ve yapması mümkün değildir. Fakat yapamaz diye bu ihtiyacı kim temin edecek? Memlekette mevcut değil, Hükümet de yapmazsa kim yapacak? Efendiler! Burada temenni edilecek(istenilecek) şey budur. Bu gibi hususatta(konularda) âmil(iş yapan) ve hâkim olacak şirketler teşkil ederek(kurarak) halka vermek ve bunların mahsulleri(ürünleri) ci'heti askeriye tarafından alınmak lâzım gelir. Yoksa rekabet edebilmek imkânı yoktur. Hiç kimse yoktur ki, falan yerde bir şayak(kaba yün kumaş) fabrikası vücuda getirsin ve bu fabrika kendi kendine yaşasın efendiler! Avrupa'nın bilmem kaç asırdan beri tekâmül eden(olgunlaşan) şayakları(kumaşları) karşısında bizim çıkardığımız şayağın(kumaşın) daha ziyade(fazla) rekabete tahammülü yoktur. Bunun için Hükümet tetkik etmeli(incelemeli), eldeki mevcut fabrikasını vermeli. Bir şirket teşkil ederek(kurularak) onun mahsulünü(ürününü) de alarak onu takviye etmeli(desteklemeli). Tariki(yolu) salaha(iyileşmeye) sevk etmeli. Ne vakit tekâmül(olgunlaşma,tecrübe) ve rekabet imkânı hâsıl olursa(meydana gelirse) o vakit onu kendi haline bırakmalıdır. Yoksa fabrika idaresi, müdüriyeti, bilmem nesi, diyerek binbaşı, yüzbaşı, miralay(albay) istihdam ederek istihsal ettiğimiz(ürettiğimiz) bir arşın(Osmanlıda 68 cm'ye eşit olan uzunluk ölçüsü) kumaşı bilmem kaç kuruşa mal etmeye mahal yoktur(gerek yoktur). Bir fotini(potin) bilmem kaç kuruşa vermekte zannederim hiçbir mâna yoktur.
REIS - Askerî Fabrikalar Müdiriyeti(yönetimi) altıncı maddededir.
HÂLİS TURGUD Bey (Devamla) - Sizi çok yordum, affmızı rica ederim. Hulâsa(Özetle) : şunu diyeceğim ki, efendiler! Bütçesine hâkim olmıyan ,bir millet, hakkı hâkimiyetine de lâyiki(yakışan) veçhile(bu yüzden) sahib olamaz. Burada Avans(Bütçe) Kanununun husule(meydana) getirdiği açık ve saire hakkındaki mütalâatı(düşünceleri) başkalarına terk ediyorum. Yalnız rica edeceğim bir şey varsa büyük bir harbden çıkan milletimiz on senedir çok ezilmiştir. Bu harbi temadi(devam) ettirmek ve bugünkü istiklâlimizi temin etmek için onlardan her şeyi aldık, malını, canını aldık, ne istedikse aldık, hiçbir şey vermem demediler. Fakat onun da bugün bizden istediği bir şey vardır. Efendiler. Biraz adalet, biraz sükûn, biraz haktır. Efendiler; bunu temenni ediyorum.
Özetleyecek olursak Sivaslı Mehmet Halis Tarikahya (Sivasli Halis Turgut Bey) bu oturumda 26 Kasım 1923 (1339 Miladi)TBMM 2.Dönem 2.Cilt 26.Birleşimde
1. kaçakçılığın önlenmesi,
2. asayişin sağlanması için polis ve jandarma birliklerinin beraber çalışması, yetki alanının asayiş sağlama durumunda kaldırılması yani coğrafi sınırlarla engellenmemesi,
3.devlet makamlarının işin ehline verilmesi, jandarma maaşının artırılması ve jandarmalığın başka paralı meslekler gibi görülmesi,
4.Kurtuluş Savaşında askerliğe çağırıldığı halde gelmeyenlere paralı ödeme kolaylığı getirilmesi, para karşılığında affedilmesi,
5.Anadolunun illerinde halk salgın hastalıklardan öldüğü halde doktorların İstanbuldan dışarı çıkmamaları yüzünden mecburi Doğu hizmetinin çıkarılması,
6.yörel basının güçlendirilmesi gazetelere verilen mali desteğin sadece Mustafa Kemalin çıkarttığı 2 gazeteden(Hakimiyeti Milliye ve Yeni Gün) başkalarınada verilmesi ve dağıtılması,
7.devletin sanayi alanında askeri olmayan ürünlerde öncülük ederek fabrika kurması ve özel kişilere devretmesi, ürünlerini kendisi alması ve tecrübe kazandığı zamana kadar desteklemesi
8.Askeri ürünlerde ise fabrikaların Anadolunun sınırlardan uzak merkez illerde kurulmasını teklif etmiştir.
TBMM zabıtlarında bu birleşimin tarihi 26.9.1339 olarak geçmektedir.
Bu tarih hicri takvim tarihi varsayılsa 3 Haziran 1921ye denk gelirki Halis Turgut Tarikahyanın TBMMde kürsüye çıktığı zaman kendi sözleriyle savaştan 10 yıl sonrasıdır Yani 1914de 1.Dünya Savaşı başlamışsa 10 yıl sonrası 1924e denk gelirki takvim Hicri Takvim olamaz. Zabıtta verilen tarih ancak Rumi Takvim olabilir.
Kurduğu cümlelerde Halis Bey vatansever bir insanı sergilemiyormu? Halkının meselelerini dile getirmiyormu? şüphesiz. Bu saygıdeğer insanı ki şimdiden ben mübarek kelimesini kullanıyorum -nedenini sonra açıklayacağım, yada siz anlayacaksınız- daha yakından tanımak için Millet Meclisinde yaptığı başka konuşmaları aktaracağım.
Mehmet Halis Tarikahyanın başına ne geldiğini tanıdığım kişinin hatıralarını aktarmadan öncede belki öğrenebilirsiniz. Fakat şimdilik Sivaslı Mehmet Halis Tarikahyayı Millet Meclisinde yaptığı konuşmalardan tanıyalım.
Feridun Fikri Düşünsel Bey TBMM zabıtlarında 2. Dönem 7. Cilt 16. Birlesimde 13.3.1924 tarihinde Lozan Anlaşmasının imzalanmasından(24.8.1923) yaklaşık 7ay sonra Dışişleri Bakanlığı bütçesi görüşülürken bir konuşma yapmıştır.
Feridun Fikri Düşünsel Bey 1914'te Istanbul Hukuk Mektebi'ni bitirdi. Bir süre avukatlık yaptı. Daha sonra Paris Hukuk Fakültesi'nde "Türkiye'de Anayasa Hareketleri" adlı teziyle hukuk doktoru oldu (1923). Ikinci TBMM'ye Dersim milletvekili seçildi (1923-1927). Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kurucuları arasında yer aldı. şeyh Said Ayaklanması ve Atatürk'e karşı düzenlenmesi planlanan İzmir Suikastı'na katıldığı gerekçesiyle İstiklâl Mahkemesi'nde yargılandıysa da aklandı. 6., 7., 8. ve 9. dönem TBMM Bingöl milletvekili seçildi. 8. dönem TBMM başkanvekilidir.
13. dönem TBMM Kars Milletvekili Fatma Sevinç Düşünsel ile Mehmet Engin Düşünsel'in babasıdır
Halis Turgut Tarıkahyada Feridun Fikri Beyi katılırcasına, doğrularcasına kısa bir yorum yapmıştır. Halis Turgut Tarıkahya Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurucularındandır ve Feridun Fikri Beyle aynı görüşleri paylaşmıştır.
Bu 2 kişinin bu konuşmadan Lozan Anlaşmasına tümden karşı olmadıkları bilakis yeni kurulan Türkiyeden gurur duydukları anlaşılıyor. Feridun Fikri Bey Italyanın Anlaşmayı o tarihlerde yeni imazaladıklarını fakat Fransanın halen imzalamadıklarını, Türkiyenin başka devletlerle barış içinde yaşamak istediğini, Fransanın mektepler(okullar) konusunda belki tereddüt ettiklerini söyler. Bu anlaşmanın devletlerarası iyi ilişkileri geliştireceğininden bahseder. Orijinal metinden:
FERİDUN FİKRİ BEY: "Türkiye dahilindeki ecnebi(yabancı) mekteplerinin(okulların) vaziyeti(durumu) muahede(Lozan Anlaşması) ile tesbit edilmiştir(belirlenmiştir). Binaenaleyh(bundan dolayı) eski kapitülâsyon zihniyetlerini andıran vaziyetlere(durumlara) asla ve kat'a(katiyyen) ehemmiyet(önem) vermemek lâzımdır. Bize karşı ne kadar itimat(güven), ne kadar emniyetle muamele edilirse(davranılırsa) şüphesizdir ki, Türkiye efkârı umumiyesi(kamuoyu) de aynı itimat(güven) ve aynı emniyetle mukabele eder(karşılık verir). Binaenaleyh(bundan dolayı) her halde muahedemizi(Lozan Anlaşmasını) tasdik etmemek gibi tezahhurat ve bunu gösteren zihniyet henüz bâzı kimselerde eski teammüllerin(alışılagelmiş biçimlerin), eski muhakemelerin hükümferma(devam ettiğini) olduğunu gösterir ki bu da sulhun(barışın) inkişafı(gelişmesi) namına(adına), teessüsü(kurulması) hakikisi namına, münasebatı mütekabilenin(üzerinde anlaşılmş ilişkilerin) hüsnü(güzel) inkişafı(gelişmesi) namına(adına) her halde arzu edilmiyecek bir vaziyettir(durumdur).
HALİS TURGUT B. (Sivas) - Türkiye'yi anlamamak itibariyle(bakımından)..
FERİDUN FİKRİ BEY (Devamla) - Evet Türkiye'yi anlamamak itibariyle(bakımından) şayanı dikkat(dikkat çeken) bir vaziyettir. Binaenaleyh(bundan dolayı) temenni ederiz ki(dileriz ki), Türkiye'nin yapmış olduğu inkılâpların(devrimlerin, aman burda okuyanlar dikkat bu Atatürk devrimleri değil!) ve vücuda getirmiş olduğu esasatm ve bütün milletin azim ve ittihadının(birleşmesinin,kenetlenmesinin) mâna(anlam) ve mahiyeti(içeriği) anlaşılmalı.."
Dikkat, dikkat sakın bahsedilen bu inkilaplar Atatürkün yapmış olduğu Batı kültürünü Türkiyeye getiren devrimlerle karıştırılmasın!! Burda bahsedilen yeni bir Türkiye Devletinin kurulması. Bahsedilen inkilap yeni kurulan Türkiye devletidir,Milletin devrimidir. Atatürkün yaptığı Batı kültürünü Türkiyeye getirme devrimleri 1925den sonra Hilafetin kaldırılması şapka devrimi vesaire ile başlar ki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının eski ve yeni bütün milletvekilleri Atatürk devrimlerine karşıdır.
Feridun Fikri Beyle, Halis Turgut Bey Lozan Anlaşmasının çelişkili maddelerine özellikle Misakı Milli sınırlarının korunulmadığını bildikleri halde ikna mı olunmuşlardır, 1.Dönem de olduğu gibi partilerinin kapatatıldığı gibi bazı milletvekillerine gözdağı verildiği gibi korkudanmı geri çekilmişler belli değil. , Halis Turgut Tarıkahya Lozan Anlaşmasının diğer çatışmalı maddelerine nasıl bakıyor burada belli olmuyor. 13.3.1924 tarihli TBMM oturumunda yukarıda bahsedildiği yoruma göre tümden karşı çıkmıyor bilakis yabancı devletlerin neden imzalamadıklarından yakınan kendi partisinden olan milletvekilinin görüşüne katılır gibi yorum yapıyor.
Muhalefet Başkanı Ali şükrü Beyin temizletilmesi 1 Nisan 1923de olduğuna göre ve muhalefetin susturulmasınından ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasının dağıtılmasından sonra TBMMye 2.Dönemde yeni gelen Mehmet Halis Tarikahyanın da sesinin çıkmamasını ben normal karşılıyorum. Hani hatırlayalım: Atatürk "kız gibi" her şeye evet diyen ve boyun eğen bir meclis yapma yolundaydı.
Şimdi Halis Turgut Tarıkahya Lozan Anlaşmasına nasıl baktığını öğrendikten sonra herhalde bu milletvekilin başına bir şey gelmişse daha da anlaşılamaz oluyor değilmi?Yani hükümet yanlısı Atatürk yanlısı bir bakış açısı. Halis Turgut Tarıkahyanın başına bir şey gelmişse Millete ve muhalefete daha fazla gözdağı vermek ve korkutmak yani diktatörlük kurmak için sadece yapılmış olabilir. Halis Turgut Tarıkahya Millet Meclisinde muhalefet yaptımı yoksa "kız gibi" mi davrandı diğer Meclis oturumunda yaptığı konuşmalara bakalım. Meclis konuşmalarını ben tarih sırasına göre burada aktarıyorum. 23 . 2 . 1340 Rumi takvimi tarihli, Miladi 23 şubat 1924 tarihli Meclis oturumunda Ittihat ve Terakkinin kurucularından Tunalı Hilmi Bey yarısı Batı kültürüne ait yarısı kendi düşünceleri olan bazı kanun önergeleri ve değişiklikleri sunmuştur. Tunalı Hilmi Bey Abdülhamiti deviren kişilerin başında gelir ve özellikle Avrupadan yazdığı yazılarla güya aydın Türklerin öncüsü olmuştur. 2.Millet Meclisinde milletvekili olan Tunalı Hilmi Bey Atatürke Batı devrimlerinin Türkiyeye getirilmesinde de yardım etmiştir. TUNALı HILMI Bey ….. Müskirat (içki yasağının kaldırılması) kanunu; arkadaşlar, Meclisi Âli(yüce Meclis) kabul edecek mi? Farz ediyorum ki, edecek. O halde şimdiye kadar niçin bu kanun gecikti? Çünkü maddi kanundur. Arkadaşlar, eğer biz maddi olan şeylere ehemmiyet(önem) vermezsek dünyada katiyen maneviyatımız da bozulur, uhrevi(ahiret) cihetimiz(yönümüz) de bozulur. Çünkü maddiyattan mânevi cihana(dünyaya) gidiyoruz. Bu maddi köprüde en ziyade(çok) ehemmiyet(önem) vereceğimiz maddiyattır. Binaenaleyh(bundan dolayı) kısımlarda katiyen istical(acele) etmeliyiz. Arkadaşlar, ben Mısır'da beş sene kadar bulundum. Hattâ arkadaşlar! Mısır'ı onbeş sene fasıla(aralıklarla) ile görmüşümdür. Efendiler, fakat acı gelecek ber şey söyliyeceğim ya... (Söyle söyle, sesleri) Mısır'da Ingiliz idaresinin iyi bir netice(sonuç) verdiğinden bahsedeceğim maatteessüf(maalesef)... HALIS TURGUT B. (Sivas) - Hiç söyleme Hilmi Bey! TUNALı HILMI B. (Devamla) - Hindistan da başka türlü yapıyor. Madem ki, söylettiniz söyliyeceğim. (Söyleme, sesleri) Yo! Söyliyeceğim. MEHMED EMIN B. (Karahisarı şarki(Giresun'un şebinkarahisar ilçesi)) - Bir balık pişirmek için bir şehri yangına veren Ingilizlerdir. TUNALı HILMI B. (Devamla) - Yani Mısırlılar her ne kadar terakki etmeye(ilerlemeye) mecbur oldu. Ingilizler de ondan dolayı böyle oldu.(Ingilizler de bundan kalkındı.) ... Yani Tunalı Hilmi Bey Ingilizlerin Mısıra gelmesi Mısırlıların ilerlemesine, kalkınmasına sebeb olmuştur demektedir. Buradan görülüyorki Halis Turgut Bey Kurtuluş Savaşının etkisinden (ki Ingiliz ordusu Istanbulu yaklaşık bu Meclis oturumundan yarım yıl önce terketmiş) kurtulmuş ve unutmuş değil. Batı kültürü yanlısı Tunalı Hilmi Beyse Ingilizin Mısır'daki yönetim sistemini övmektedir. Halis Turgut Bey "Ingilizlerden hiç bahsetme" diyerek Batı'ya olan tepkisini dile getirmiştir.
devamı sonraya
İnternette vikipedya'da Mehmet Salim Çonoğlu hakkında bu bilgiye rastlıyorsunuz. Hatta Salim Çonoğlu isminde bir profesör de var. Yanlız doğum tarihi çok yeni. Büyük bir ihtimalle Mehmet Salim Çonoğlu'nun akrabası. Kimki bu Çonoğlu'da burada ilk olarak Mehmet Salim Çonoğlu'nu tanıttım. Benimle ne ilişkisi var. Bir kişinin hatırasını dinlerseniz ilk olarak internetten bakarak doğruluk payı varmı yoksa şehir efsanesimi tetkik edersiniz. Bende bunu yaptım.
Mehmet Salim Çonoğlu 1960 askeri darbeden sonra Yassıada mahkemesinde 5 yıl ağır hapis cezasına mahkum edilmiş. Kaynağı: Adnan Menderes Dernekler Federasyonunda yazan Demokratlar Kulübü Derneği.
şimdi gelelim tanıdığımın anlattıklarına:
Başının ağrımaması için tabiiki kimliğini gizli tutmak zorundayım.
"Salim Çon Havza çevresinin en zengin ailesinin evlatlarından biriymiş. Ailesine ait onlarca köyü varmış. Hatta tapuda hep dedesinin, babasının ve kendisinin ismi geçermiş her yerde. Başına gelen bu olaylardan sonra ailesinin Samsun şehir merkezinde kendilerine ait sadece bir kaç katlı ahşap bir ev kalmış. Pencereleri kırık, ahşap, keresteden yapılmış çapraz odunlardan kerçip tuğlaları dökülmüş, virane bir bina ortada kalmış, kendilerinin adını taşıyan bir bina olarak. Eskiden kendilerine ait un fabrikaları, değirmenler araziler sahipleriymiş. Eskiden ancak söz sahibi, tanınmış, çevresi geniş ve zengin kişiler milletvekilliği yaptığı için Salim Çon'da Demokrat Partiden milletvekili olmuş. 1960 ihtilalinde Çon'u alıp Yassıadaya götürmüşler.
Yassıadada buna iğne yapmışlar. Yada ona benzer bir muamele yapmışlar. (Samsuna geri) Geldiği zaman böyle titriyormuş, doğru dürüst yürüyemiyormuş. Yassıadaya gittiği zaman dipdiri, gürbüz bir adammış. Tekerlekli sandalyede ömrünün sonuna kadar kalmış. Yassıada deyip geçme, oraya giden kişileri en azından özürlü olarak geri gönderiyorlarmış.
Eskiden şimdiki gibi devlet hastanelerindeki hastabakıcı falan olmadığından hastabakıcı olarak yine kendi hemşerisinden birisini bakıcı olarak tutmuş. Bu hastabakıcı benim akrabalıktan ......olur. Ömrünün sonuna kadar Çon hep ........yi (bu kişiyi) aramış, hatta Çon'a "başka bir kişiyi bulalım" dendiği zaman yada bu hastabakıcı olmadığı zaman ".......nerede, o bana iyi bakıyordu" diyormuş. "
şimdi tanıdığımın hatırasına bir ara veriyorum ve 1960 askeri darbesinin bilançosunu size bırakıyorum. Hiç Mehmet Salim Çonoğlu ismini duydunuzmu? Peki 1960 darbesinin hürriyet bayramı olarak neredeyse 15 yıl kutlandığını biliyormuydunuz? Neydi bu hatırasını anlatan tanıdığımın tabiriyle Salim Çon'un veya esas ismiyle Mehmet Salim Çonoğlu'nun suçu? Sebebi sadece CHP ve devleti ele geçirmiş olan Kemalist zümrenin Demokrat Partiye duyduğu kin ve nefret. Daha doğrusu İslam, inanç, Osmanlı, şark kültürü, Osmanlı tarihi nefreti.
şimdi bununla kalsa Çonoğlu ailesine darbeyi ilk olarak Ataputumuz, yani Atatürk indirmiş. Bu hatırayı duyduktan sonra daha öncede bahsettiğim Atatürk'ün mafya yöntemleriyle devleti nasıl ele geçirdiği aklıma geldi.
Ataputumuz nasıl Sivaslı Halis Turgut (Tarıkahya) Beye ne yaptıysa, benzerini Çonoğlu'na da yapmış.
Gelelim tanıdığımın Ataputumuz ve Çonoğlu'nun babası veya dedesi hakkında anlattıklarına:
Olay Kurtuluş Savaşı öncesi(1919) ve hemen sonrasında geçiyor.
"Salim Çonun babası veya dedesi, Samsunun zengin ve ileri gelen adamı olduğu için Atatürk Çon'a soruyor: "Çon , ordumu kaç gün besleyebilirsin? ( Asker ve atlarla berabar ). Çon cevap olarak: "2 hafta rahat besleyebilirim, paşam" diyor. Sonra harpten sonra (Kurtuluş Savaşı bittikten sonra) Samsuna demiryolu döşeneceği zaman Çon'la Atatürk tekrar biraraya gelir. Her yer çünkü Çon'a ait olduğu için, hanlar, evler ona ait olduğu için ve Atatürk han yada konak gibi yerde kaldığı için Çon'la karşılaşmaması mümkün değil. Atatürk, Çon'a sormuş: "Savaşta bize çok yardımın dokundu. Senin sayende savaşı kazandık. Benden dile, bir isteğin varmı?" Çon, zaten zengin. Malı, mülkü ne yapsın. Çon, kendi memleketinin, yada köyünün refahını düşünerek şöyle demiş: "Benim tek isteğim demiryolu geçerken güzergahını değiştirin. Demiryolu benim memleketimin içinden geçsin, başka isteğim yoktur."
Tanıdığımın sözlerini burada kesiyorum ve hatırlatıyorum. Oğluna 1960da işkence yapılan ve sakat kalan kişinin büyük bir ihtimalle babasından veya dedesinden bahsediyoruz. Yani zulüm kuşaklar boyunca devam etmiş. Tek suçu Çon'un zengin olması. Söz sahibi olması.
Tanıdığım devam ediyor:
"Samsun-Sivas demiryolunun büyük bir kısmı eğri büğrü değil düz olarak yapılmış. Eğer demiryolu Çon'un memleketine uğrasa bir kavis çizmesi lazım ve demiryolu için büyük bir külfet ve engel olacak. Atatürk düşünmüş ve kendince bir çıkar yol bulmuş. Bu yolda Çon'u ortadan kaldırmakmış. Trabzonlu meşhur çeteçi Topal Osmanın adamlarından birisine haber göndererek Çon'u bir şekilde ortadan kaldırmasını emretmiş. Benim duyduğum çeteci Çon'u zehirlemiş. Bu şekilde trenyolu güzergahı düz bir hat üzerinde Samsunu geçmiş."
Tanıdığımın Çonoğlu ailesi hakkındaki hatırası burada bitiyor. Fakat benim düşündüğüm Ataputumuzun diktatörlüğünü hangi yolla kurduğu bir defa daha ispatlanıyor. Kemalistler yine "şehir efsaneleri" desin, "nerede belge, resmi belge" diye yırtınsın, bana arkamdan sövsün, falan. Her şehirde Ataputumuzun diktaörlüğünü mafya yöntemleri yoluyla kurduğuna dair efsane olamaz. Her şehirde böylesi hatıralar varsa bu gerçektir. Fakat Millet bastırılmış, yıldırılmış, canından bezmiş hale getirildiği için hatıraları da mezara gömmüştür. Ne yazıkki Çonoğlu ailesi ateizme, batıl Batı inancına ve bir diktatörün iktidar şehvetine, Batı deliliğine kurban gitmiştir. Ve bu aile ne yazıkki tek aile de değildir. Ne yazıkki binlerce aile bu yolla mahvedilmiştir. Dikkat edersek Ataputumuz ikna yolunu denememiş, hatta aklından bile geçirmemiştir. Ataputumuz, yani Atatürk, kendisine rakip olarak gördüğü bütün imtiyazlı,zengin veya sözügeçen kişileri ortadan kaldırmak yolunu seçmiştir. Daha doğrusu mafya babası gibi temizletmiştir. Ve sonunda iktidarda sadece kendisi kalmıştır. Ve Stalin gibi yeni bir Tek Adam doğmuştur. Dalkavuklarıyla beraber, kendisini öven basınıyla beraber. Kendisine sarısşın olduğu için "Gazoz Paşa" diyen gazateci bile Tek Adamın balyozunu yemiştir. Acaba Çonoğlu'nu öldüren bu cellat kişi - Cumhuriyetin ilk yılarında bilinmeyen bence en meşhur kişi, yani şu Atatürkün koruması İsmail Hakkı Tekci olmasın? Ne yazıkki bunu bilemiyorum. Yardımcı olabilecek tek kişi yada kişiler Çonoğlu ailesi olabilir. Fakat onların bu işi aydınlatmaya girişeceği çok çok meçhul. Nedenmi? Ateist ve Batıcı Cumhuriyetin kurbanlarıdır bunlar. şimdi bana kızanlar aklıma geldiğince www.belgelerlegercektarih.com da gördüğüm bir resim daha doğrusu bir karikatür aklıma geliyor: Ataputumuz gülerek sarıklı, cübbeli, sakallı, yaşlı bir adamla konuşuyor. Yaşlı adam ciddi, fakat Atatürk gülüyor. Yaşlı adam soruyor: "Ben sana ne yaptımki bana böyle muameleler yapıyorsun? Bunları hak edecek ne yaptım ben?" Ataputumuzun cevabı: "Senin suçun sakalın, sarığın, geçmişin ve hayatın. Sana öyle oyunlar oynayacağımki, senin torunların, seni astığım için benden gurur duyacaklar." Karikatürün ne demek istediğini tarihle ilgilenenler anlamışlardır. Daha doğrusu sakalın, sarığın, geçmişin ve hayatın ne anlama geldiğini biliyorlardır. şimdi Çonoğlu ailesinin torunları kendi dedelerini öldürdüğü için Ataputtan gurur duyuyorlarmı diye sorsam size, sizce Çonoğlu'nun torunları ne derler? Cevabını siz verin, Çonoğlu ailesi vermesin.
Bu hatıralar anlattığım kişinin dedesinin Kurtuluş Savaşı sırasındaki hatıraları. Ne yazıkki yine bu hatıraların sahibini olayların cereyan ettiği yeri açıklayamayacağım. Açıklarsam benim kimliğimin meydana çıkmasını ve hatırlarını yazdığım bu insanların rahatının kaçmasından daha çok ünlü olmalarını ve herkesin bilmesini istemem. İleri bir tarihte, eğer ölmezsem ve devlet, şimdiki, baskıcı, susturucu ve cezalandırıcı Kemalist resmi tarih anlayışını bırakırsa o zaman kişilerin kimliklerini rahatca açıklayabilirim. Verdiğim isim kısaltmaları veya kimlik ipuçları kişileri gizli tutmak için yanıltıcıdır. Bu hatırada isim kısaltması ve yer belirtmesini bu yüzden tümden bırakıyorum. Kişinin hatıraları:
a. Kaçak askerlerin yada fahri askerlik görevini yapmayan insanların asılmasına dair:
Köyün bazı adamlarını Kurtuluş Savaşı sırasında bir komutan çağırıyor ve kendileriyle Yunanlara karşı çalışmalarını istiyor. Bu köylülerin yapacakları iş muhbirlik yapmak. Köylülerin sicili alınıyor ve kendilerine Yunanların ne yaptıklarını öğrenmek için Yunanların yakınında durmalarını, Yunan askerinin ne kadar silahı var, kaç kişiler gibi istihbarat yapmaları istenmiş. Köylüler karargahı terkedip köylerine dönmüşler. Fakat araya çeşitli olaylar girmiş, yada kendilerine dediklerini yapmamışlar. Görevini yapanlar savaş sırasında komutana gidip haber vermemişler. Bazıları ise köyde kalmak zorunda kalmışlar. Savaş bitmiş ve ordu bu köylüleri aramaya başlamış. Adı ve soyadından ve köy isminden bu köylüler bulunmuş, yakalanmış ve vatan hainliğinden darağacında asılmışlar.
b. Yunan askerlerinin aslında resmi tarihten değişik şekilde merhametli olduğuna dair:
Yunanlılar köyü işgal ettikleri zaman, Hıdrellez zamanında, kocaman bir kazanın içinde köyden topladıkları yumurtaları kaynatmışlar. Hıristiyanlıkta Yumurta Bayramı olarak bilinen Paskalya bayramında hıristiyanlar yumurta boyar, ve dağıtırlar.
Yunan askerleri her Paskalya bayramında köyün çocuklarına yumurta dağıtmışlar. Kurtuluş Savaşından sonra Hıdrellezde yumurta kaynatılmış yumurta dağıtmak bu bahsedilen köyde bir gelenek haline dönmüş. Hâlen bazı köylerde Hıdrellezde yumurta kaynatılıp dağıtılırmış.
Bahsi geçen kişi bu geleneğin Yunanlardan kaldığı için kendi çocuklarına ve tanıdıklarına "bu gavurluktur, bırakın" diye yasaklamış.
c. Yine Yunan askerlerinin aslında resmi tarihten değişik şekilde merhametli olduğuna dair:
Çocukken bahsi geçen kişinin köyünde ve çevresinde Yunanlar karargah kurmuşlar. Yiyecek deposu, yemekhane gibi yerler meydana getirmişler. Kişi 9 ila 12 yaşları arasındaymış. Yunanlar çevrede ne kadar hayvan varsa el koymaya başlamışlar. Bahsi geçen kişinin ailesinin mandaları varmış. Mandalardan iyi semirmiş, büyüğünü aile tenha bir yerde yaşayan kişin yanına götürüp, Yunanlardan saklamışlar. Fakat nasılsa Yunanlar bu mandayı bulmuşlar ve yemekhaneye yada depoya götürmek istemişler. Ailesinin ve çocuğun bundan haberi olmuş. Çocuk kendi başına hemen mandayı götüren askerleri takip etmeye başlamış. Onların arkasından takip edemediği için düşüp, kalka gidiyormuş. Yunan askerleri çocuğu farketmişler. Çocuk gittikçe perişan bir hale gelmiş ve ağlamaya başlamış. Sonunda sürünmeye başlamış. Yunanlar merhamet etmişler ve çocuğu mandayla birlikte köyüne geri götürüp teslim etmişler.
d. Resmi tarihi tasdikleyen hatıra, Yunanların yenildikten sonra geri çekilirken evleri, köyleri yaktığına dair:
Bahsi geçen kişinin köyünü veya bazı evlerini Yunan askerleri çekilirken yakmışlar.
e. Kurtuluş Savaşında sadece Türklerin değil Osmanlı askerinin savaştığına dair:
Bahsi geçen köyün yakınlarında yada il topraklarında şehitliklerde ve mezarlarda sadece şimdiki Türkiye topraklarında bulunan şehirlerden değil Osmanlı topraklarından gelenlerin isimleri vardır. Yani Kurtuluş Savaşında sadece Türkler değil Araplar, Azeriler ve Kafkaslarda savaşmış. (Misakı Milli sınırları). Bu şehirler mesela Musul, şam, Azerbaycan, Batum.
f. Yunan askerlerinin savaşı kaybettikten sonra çok zor olan durumlarına dair:
Kurtuluş Savaşını Türkler kazandıktan sonra kaçamayan bir çok Yunan askeri kendilerini saklamak zorunda kalmışlar. Yiyeceği, giyeceği olmadığı için çok perişan bir duruma düşmüşler. Türkler tarafından bulunucaya kadar bu perişan durumları devam etmiş. Hatta bazı Yunan askerlerinin yiyecek bulamadığı için kendi pisliklerini yedikleri söyleniyormuş
1943 yılında Samsun merkezli çok büyük bir depremde ahşaptan yapılmış çok ev çökmüş, insanlar evsiz kalmıştır. Bu deprem Samsun çevresindeki diğer illerde de kendini hissettirmiş, depremin zararları Samsunla sınırlı kalmamıştır. Hatıranın olduğu yeri ve hatıranın sahibi olan şahsı yine belirtmiyorum. Devletin başında ikinci diktatörümüz yani Antenli İsmet İnönü vardır. Kemalistler, Antenlimizi ve onun devletin başında olduğu zamanları bilirsiniz "altın çağ" olarak ifade ederler. Yani Millet ekonomik bakımdan o kadar iyi, o kadar refah içindeymişki, o döneme altın denilmiş. Osmanlıdan o zamana kadar ve neredeyse ondan sonrada bu kadar refaha zenginliğe ulaşılamamış. Yani belirtilen zaman zarfı 1923le 1950 yılı arası. Aslında Stalin gibi devletin her özel şirketi devletleştirdiği, her üretimin devletin eline geçtiği, fakat devletinse hiç bir şey üretmediği ve Milletin perişanlaştığı bir dönemden bahsediyoruz. Sümerbank kuruluşları, Sovyetlerin kendi başına Türkiyede kurduğu kuruluşlardır ve ateistliği ve Batı kültürünü Türkiyeye getirmekten başka hiç bir şey düşünmeyen bu diktatörlüklük devrinde diktatörlerimiz yani Ataputumuz ve İnönümüz ve CHP çetecileri devleti sömürmekten başka bir şey yapmamıştır. Buna da muassır medeniyeti Türkiyeye getirdik diye kılıf uydurmuşlardır. Neyse, bu altın çağımızı anlatan hatırayı aktarayım. Siz karar verin altın çağmıymış yoksa sefillik çağımıymış, neymiş. Bu arada devlet erkânının, Avrupadan özellikle elbise, giysi, eşya, heykel, araba, içki vesaire gibi bazen konsolosluk yoluyla özel tüketim mallarını Türkiyeye resmi yoldan getirttiklerini hatırlayalım.
Hatıranın sahibinin kendi ağzından aktarayım:
"Ben daha yeni 7 yaşıma basmıştım herhalde. O zaman daha yeni 7 yaşıma basıp basmadığımı daha sonra o depremin ne zaman olduğunu ileriki zamanlarda öğrendikten sonra farkına vardım. Babaannem benim elimden tutmuştu. Beraber camiiye gittik. Günlerden bir cuma günü. Herhalde millete haber göndermişler, toplanın camiye gelin diye. Millet cami önünde sıraya durmuş. Muhtar tabiiki -sonradan ileriki yaşlarımda öğrendim- o zamanlar ve 1960dan daha sonralarına kadar hep CHPli. Başka partiden de zaten olamaz. Neyse muhtar meğer depremzedelere yardım dağıtacakmış, onun için milleti toplamış. Sıra bize geldiği zaman muhtar, babaannemin eline gazeteden yapılmış ve içine bir şey konulmuş kese kağıdı tutuşturdu. "Al bu devletin size yardımı, evinizi onarın, tamir edin" diye. Kese kağıdı bir akide şekeri fişeği şeklinde. Babaannem bunu alıp kuşağına yerleştirdi. Bazı kişilereyse biz daha sıradayken kutular verdi muhtar. Meğer bu kişiler CHPye yakın kişilerin yada yöneticilerin akrabalarıymış. Yani CHP mensuplarına muhtar torpil geçmiş. Fakat fişeğinde, kutularında içinde de aynı şey varmış, sonradan öğrendim. Babaannemle evimize döndük. Açalım bakalım içinde ne var. Çivi çıktı içinden. Bu fişek bir ara hiç kullanılmadan duvarda asılı durdu. Acaba dedem "bu işte bir iş var hele bekleyelim, kullanmayalım" diyemi çiviye dokunmadı, bilmiyorum. Fakat uzun zaman duvarda asılı durdu. Sonra kayboldu, çivileri ne yaptıklarını bilmiyorum. Zaten bu çivi hikayesini unutmamamın sebebide çivinin uzun zaman duvarda asılı kalmasıydı. Devletin depremzedelere yaptığı yardım işte buydu."
Artık bu hatırayı anlatanın dedesi hasar gören evini bir fişek çiviyle nasıl onardı bilemem. Fakat bu tarihimizi uyduruk hâle getirip Milleti hâlen sahtekarlıkla dolandıran Kemalistlere ne demeli? Hâlen altın çağdan bahsediyorlar. Eğer deselerki "Ataputumuz ve Antenlimiz sadece İslamı ve Osmanlıyı kaldırmakla meşgul oldu" kendilerini inkar etmiş olacaklar. O yüzden sahtekarlığa devam ediyorlar. Fakat millet biliyorki bu altın çağ değil aslında pislik ve yokluk, yoksulluk çağıdır. Aslında bu devir hastalık, tifo, veba, sabunsuzluk, çamur, sıtma, ayakkabısızlık, giysisizlik, ilaçsızlık, susuzluk, çaresizlik, ölme çağıdır. Ben neden Kemalistleri düşman olarak biliyorum: düşmanın yapmadıklarını Kemalistler bu millete yapmıştır. Fakat propaganda yoluyla kendilerini kurtarıcı, medeniyet getiren olarak göstermişlerdir. Güya cumhuriyetleri döneminde yaklaşık 30 ila 50 bin kişi refah, sefâ içinde balo düzenleyip, kadınlı, içkili hayat sürerken, güzellik yarışmaları düzenleyip, kendilerini kağıt oyunu masasında ve içki masasında örnek, Batı medeniyeti görmüş insanlar olarak gösterirken Milletin yüzde 90ı Ankara lastiğini giyip yıpratmamak için yastığının altında sakladı. Bu asalak, şerefsiz, haysiyetsiz, dinsiz, kendini medeni gösteren Batı delisi zümre, Avrupadan gelen nevresim, ipek yataklarında horlarken, Millet en iyisi yünden yapılmış döşeklerin içinde yuva yapmış bitlerin, tahtakurularının içinde kıvranıyordu. Daha 70li yıllara kadar insanların midesinde bağırsak solucanları, tenyalar cirit atıyordu. Millet hasırlardan yapılmış, tahtaların üzerine atılmış örtülerin üzerinde uyuyordu. Ya biz gurbetcileri köle olarak Avrupaya defetmelerine ne demeli? Nasıl bu millet düşmanları altın çağdan bahsedebilirler? Yunanlardan daha fazla millete zararları oldu bu Kemalistlerin. Neyse çok söz söyleyebilirim, fakat Kemalistler azıcık olsun "devletin gücü sınırlıydı, devlet de yokluk içindeydi" diyebilseler ve hakîkâte azıcık olsa yaklaşsalar. Hayır, söyleyemezler. Kendi yarattıkları ve aslında kendilerinin yaşadıkları altın çağı sahtekârlığını inkâr edemezler. Neyse artık siz karar verin. Bir avuç çiviyle siz evinizi tamir edin ve altın çağınızı yaşayın.
Devlet 1936 yılında ... çevresindeki köylere şeker pancarı ekilmesi için kampanya başlatmış. Köylüler ...ilçesinin ... köyünde (eski adı ...) şeker pancarı ekmişler ve bu ürün geleneksel, her yıl ekilen bir tarım bitkisi olarak yerini almış. Köylüler sonbaharda mahsüllerini köylerinden ... ilçesindeki, devletin Toprak Mahsülleri Ofisine satmak için kağnılarına yükler, ilçe merkezine götürürlermiş.
şahsın kendi ağzından nakil:
"Köylüler pancarı kağnılara yüklerler. En az 30 kağnı ardardına dizilir. Teker teker gitmeyi göze alamazlar. Kağnı çamur yola saplanınca, yardım eden başka köylü olmazsa yolda kalırdı. Kağnıyı bırakıp gidemezde. Kağnıyı çeken öküz köylünün varı yoğu."
Köy yolları çamurdur. Yolun genişliği en fazla 3 metredir. Zemini kum, taş, çakıl, asfalt değil, topraktan ibarettir. Yağmur yağınca yolun çukur olan yerlerinde su birikir, yol çamur, balçık birikintisine döner. Traktörde mevcut olan bu tek yolu kullandığı için yolda traktör tekerleğinin boyunda derin çukurlar açılır. Traktörü olan köylü pancarını traktörle götürür, olmayan kağnıyla. Köylülerin kağnısının tekeri traktöre göre daha incedir, tahtadan yapılmıştır, yumuşak zeminlere kolayca saplanabilir, üstündeki ağır pancar yüküyle kıpırdayamaz hale gelir. Köylülerin kervan halinde yola çıkmasının sebebi budur. Birbirlerine yardım ederler, çamura batan, en önde giden kağnıyı ilkönce kurtarırlar, sonra sırayla o çamur kuyusunu geçerler.
şehirlerarası yolların toprak yol durumundan kurtulması, stabilize hâline getirilip, çakılla, kumla döşenmesi Adnan Menderes'le 1950 yılından sonra başlamıştır. şehirlerin ilçelerle ve ilçelerin köylerle arası yollarının toprak durumundan stabilize hâline getirilmesi kum veya çakıl durumuna geçmesi 1960, 1970lerde başlamıştır. Doğu illerinin köyleri hatta 2000li yıllardan sonra çakıl veya kumlu hâle geçmiştir.
Köylüler en önde giden çamura saplanan kağnıyı kurtarmak için önce öküzleri kağnıdan kurtarırlar(çözerler). Çamurun derinliğine göre bâzen öküzlerde çamura saplanmıştır, öküzleri, iple, urganla yolun öbür tarafına çekerek çıkarırlar. işin zor kısmına gelinmiştir, yani kağnıyı öbür tarafa geçirmektir. Kağnıyı öbür tarafa geçirmek için taşla, odunla tekerleklerin altını besleyerek ve kağnıyı uzun urganlarla öküzlere tekrar bağlayarak, çekerek, kağnıyı çamurdan kurtarıp karşı tarafa geçirirler. 30 kağnı aynı şekilde teker teker, arka arkaya bu yeri aynı şekilde geçerek yoluna devam eder.
şahsın kendi ağzından nakil:
"Merkeze 35 kilometre olan yolu Allah yardım ederse belki 2 günde geçerler. O yıl sonbaharda çok yağmur yağmışsa gariban günlerce yolda kalır. Öküzünün, pancarının başında bekler. Dağda, taşta geceleyerek köyden getirdiği azığını yer. En rahat olanı yanında çadır getiren. çadır bile lüks hayat, nerden bulacak çadırı, ayağına giymeye çarık bulamayan çadır bulacak, hehey."