Lilo Linke isminde Alman-Ekvador asıllı kadın bir yazar-muhabir 1935de Türkiyeyi gezmiş ve ziyareti sırasında gördüğünü "Allah tahtından indirildi"(ingilizcesi Allah dethroned) isimli kitabında belirtmiştir. Zamanın bütün gazetelerinde, kitaplarında, yâni Ataput diktatörlüğünü pekiştirdikten sonra -ki bu Yeni matbaa kanunuyla perçinlenmiştir(Türk milletine kazıklanmıştır diyelim)- Ataputun adı artık sadece lider, fakat çoğu zaman diktatör olarak geçer.
Bir tesadüf eseri ben bu kitaba rastladım. Kitap ilkönce ismi yönüyle benim ilgimi çekmişti, fakat biraz okumaya başlayınca nasıl bir hazine olduğunu keşfettim ve bilemiyorum Türkçeye çevirisi varmı, beni ilgilendirmedi ve kendim Türkçeye çevirdim ve tarihe ışık tuttuğu için ayrı bir konu ayırmak gereğini duydum.
Lilo Linke bir sosyalist görüşlü kadın olduğu için o zamanın toplumun içindeki geleneksel bir kadın hayatını reddetmiş bir insandır. Bunu Türkiye seyahatinde yazdığı kitaptada açık bir şekilde görebilirsiniz. Yazar daha doğrusu muhabir, Türkiyedeki seyahati sırasında muhatap olduğu insanların çoğunun devlet adamları olduğundan, karşılaştığı basit, muhafazakar, dindar insanların yabancı dil bilmemesi yüzünden, şahit olduğu olayların esnasında ve sonrasında sebeb olarak sadece Kemalizm filtresinden geçmiş bir bilgi edinmiştir. Nitekim kitabında açıklamalarını yaptığı notlar devletin yazara verdiği veya Avrupada sonradan Türkiye hakkında edindiği bilgilerin sıralanmasından ibarettir. Olayların arkasındaki sebeb, netice gibi derin analiz edinme bilgisi yoktur. Zaten Türkiye üzerine yazdığı sadece bu seyahat kitabıdır. Sonra başka mevzularla ilgilenmiştir. Buna rağmen seyahat sırasında gördükleri, halkın arasında karşılaştığı insanların durumunu berrak bir şekilde, olduğu gibi anlatması, Türkiyenin 1930lu yılların ortasında nasıl bir durumda olduğunu yansıtır.
Bütün dünya basını Ataputa diktatör derken, biliyorsunuzdur, Türkiye sınırları içinde tek bir gazete, dergi veya kitap Ataputumuza diktatör diyememiştir. Bırakın diktatör demeyi, mesela Ataput hayattayken, 1930 yılında, Arif Oruç ismet paşanın yönetim şeklini eleştirdiği için "şöyle yapılırsa daha iyi olur" diye bir tavsiye yaptığı için mahkemelik olmuş ve ceza yemiştir. Türkiyede 1930lu yıllarda eleştiriye tahammül yoktu, hemen hapis cezası vardı. iftira ve yalan dolu, çarpıtılmış bir haberi bir kenara bırakın, hükümet adamlarının ispatlanmış, delilli kusuru varsa bile yazamazdınız.
Bu yüzden yazarın yazdığı açıklamalar ve dipnotlar, Kemalist devletin kendisine verdiği bilgilerdir. Mesela karşılaştığı yabancı dil bilen insanların çoğu yurtdışında okumuş veya Türkiyede yabancı okullarda okumuş, böylelikle Batı kültürünü ve Kemalizmi dünden kabul etmiş, geçmişle, dinle, islami kültürle arası açık olan insanlardır. Okullarda biraz okumuş, yabancı dili yeterli kadar bilmeyen(halka arasında Tarzanca denir) insanlar tabiiki muhafazakar dindar ve köylü insanların durumu açıklayacak ve tartışacak durumda olamadığı için, muhabirın Türkiye hakkındaki görüşleri Kemalist, Batıcı devlet adamlarının ifadesiyle şekillenmiştir.
Ben burada Kemalizmi övmek için bilinen Kemalizm doktrinlerini tekrarlamak istemedim. O yüzden de yabancı yazarın kitabından Kemalizmi öven fazla misal vermek istemiyorum. Zaten sizi de sıkmak istemem. Okullarımızda padişahlar, islam, geçmişimiz ve din adamları yeterli kadar gerici, hain ve ilkel insanlar olarak gösteriliyorlar.
Yazar Türkiyenin neredeyse her yerini gezdiği için halkın nasıl yaşadığına, hayat şartlarının nasıl olduğuna dair birebir şahitlik ediyor ve ayrıntılı bir biçimde anlatıyor. Bu bakımdan insanların nasıl yaşadığına dair bir tarih şahidi, birinci elden kaynak olarak gösterilebilir.
Yazdıklarının yâni şahit olduğu olayların ve tarif ettiği yerlerin yalan olmadığı da çektiği fotoğraflar sâyesinde ispatlanıyor. Bu yüzden halkın ne durumda olduğunu göstermek adına burada zikrettim.
Unutulmaması gereken husus ise Yazarın Batı kültürüyle yetişmiş olması ve Batı gözüyle olayları müşahade etmesi. Doğu kültürünü tanımadığına rağmen, doğu, islam kültürüne ait gelenekleri ve durumları aşağılayacak şekilde değilde, kendince doğru şekilde tarif ediyor.
Fakat buna rağmen anlatma üslubunda bir önyargı dokunuşu eksik değil.
Yazar hükümetten özel bir tavsiye mektubu almıştır. Bu mektup her hükümet görevlisine seyyaha yapılabildiği kadar yardım edilmesini emreden bir talimattır.
Sayfa 9-sayfa 10
"The only way to bring new prosperity to the town(inebolu) and its hinterland was to build a proper quay instead of the miserable breakwater which was begun in 1916 and had never
been completed for lack of funds though an enormous amount of money was wasted annually on futile repairs. "
"But there is money enough for other things. The vâli (governor-general of a province) has recently opened a beautiful modern swimming-pool at Kastamonu, some fifty miles up
country. There is only one hitch to it-nobody is ever using it."
"inebolu kasabasına ve çevresine refahı getirmenin tek yolu (sahildeki)bozuk dalgakıranın yerine uygun bir iskele yapmaktı ki bu iskelenin inşasına 1916da başlanmıştı ve ödenek yetersizliği yüzünden hiçbir zaman bitirelemedi ve yıllık fuzuli tamirine dev paralar harcandı. Fakat başka şeyler için yeterli para var. Geçenlerde vâli buraya yaklaşık 50mil içerideki Kastamonuda güzel ve modern bir yüzme havuzu açtı. Sadece bir mesele var, hiçkimse kullanmıyor."
şimdi benim yorumum. Havuzun sığ yerleri vardır, halk isteseydi yüzebilirdi. Fakat 1935lerde halkın nerdeyse yüzde 98i yüzme bilmiyordu. Türkiyedeki en sert Batıcılar, delisine batı kültürü aşıkları bile 1935de yeni yeni yüzmeyle tanışıyorlardı. Türkiyede ilk olarak Bakırköy sahilini kullanarak yüzen insanlar Kırım göçmenleridir. Neyse buradan anlaşılıyorki, Batı kültürü deliliği sadece istanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerle sınırlı değildi. Halkın ve vatanın gerçek çözülmesi gereken meseleleri Kemalizm zamanında gözardı edilmiştir ve onun yerine heykel, havuz gibi Batı kültürü örnekleri yapılmıştır. Burada bir daha ispatlandı.
sayfa 18
"Behind the deputy hung a large picture of the Gazi, Mustafa Kemal Pasha, now simply called Kamal Atatürk, the president of the Republic. He was painted in full evening dress which is now obligatory at all official occasions. Atatürk, the only dictatorial statesman who has been a general and a real leader on the battlefield, never wears uniform. "
"(vâli) muavininin arkasında Mustafa Kemalin kocaman bir resmi asılıydı. Resim ingiliz Frak giysisi giyinmiş iken yapılmıştı. şimdi bu giysi bütün resmi faaliyetlerde mecburen giyilmesi lazım. Tek diktatör devlet adamı olan ve savaş alanında paşa olan Ataput hiçbir zaman asker elbisesi giymez. "
sayfa 19
"There is no office room and hardly a private house in Turkey without a picture of the Gazi. ı found it later even in remote cottages high up in the mountains, in cottages
which were almost bare of furniture so that the cheap print completely dominated the room.
... yet a man beloved by millions.
Beloved-or feared ? ı had yet to find out. "
"Türkiyenin her devlet dairesinde ve neredeyse her özel evde Ataputun resminin olmadığı yer yok. Ben hatta yüksek dağların en ücra, mobilyası olmayan kulübelerinde bile basit kağıda basılmış bu resimi buldum. Ataput milyonlar tarafından seviliyor. Seviliyormu yoksa korkuluyormu? Bunu bulmam gerekiyordu."
"So the two of us trotted off, followed by the wondering gaze of all the people in the street. ıt might have been simpler if ı had disguised myself in a charshaf, but they cannot be bought ready-made and in suitable sizes, and there is also a certain way of wearing them to which one has to be born. "
"Sonra ikimiz dışarıya çıktık. Caddedeki bütün insanların gözleri üzerimdeydi. Belki kendimi (her kadının giydiği gibi) çarşafın içinde gizleseydim daha kolay olurdu. Fakat bu çarşaflar hazır giysi olarak ve her beden ölçüsünde satılmıyordu. Ve bunları belli bir şekilde giyinmek gerekiyordu ki (küçüklükten beri) alışılması lazımdı."
Sayfa 20
"And above all the noise of these human activities could be heard the mooing and hee-hawing, the neighing and barking of the various animals who helped their masters in their struggle for existence with little time to think of their own."
"(Sivastaki ana caddede) insanların hayatlarını sürdürebilmek (geçinmek için harcadığı) telaşlarının/çabalarının, herşeyin üzerinde (sığırların) böğürtüsü ve (atların)kişnemeleri ve (köpeklerin) havlamaları duyuluyordu. (Kağnı, fayton ve at arabaları o zamanın taşıma/nakliye ve ulaşım arabalarıydı)"
Sayfa 21
"When ı stayed over midday or was with them shortly before the sun set, they interrupted themselves in the process of spreading their goods before me and began their
ablutions. They rolled up their sleeves, took off their shoes and socks, and out of an old-fashioned tin jug with a long slim neck they poured water over their hands, first washing
their face, and then their arms up to the elbows-white skinned arms of old men-and then their feet, and at last they rinsed their mouth, doing all this with a minute supply
of water. After that, with a clean body, they were ready to pray.
They needed not the sing-song of the muezjin of which only the high notes trickled down to them, to remind them of the hours. So long had they been used to the regularity
of their religious duties that by now they felt the right time in their bones.
The muezzin, obeying the law of the Government, sang his call to prayer in Turkish. The harsh sounding "Tanri uludur, Tanri uludur. ..." (Allah is greatest) had replaced the
softer melody of the Arabian "Allahu ekber." But the old men, squatting on their heels, swaying forward and backward, touching the ground three times with their forehead
22 ALLAH DETHRONED
and rising again to their stiff legs, were still murmuring the ancient Arabian words. They would never pray in any other language than that which they did not understand. ıt was a pathetic sight to watch them fulfilling the demands of their religion by forcing their aged bodies to such rigorous exercises. During all the time ı stayed in Turkey, ı never saw a man pray who was younger than thirty years of age, though, of course, there must be some somewhere. The pantaloon(the policemen), for his part, only sniffed with contempt at the spectacle. He was a police agent, and because of this honourable position he went even a step further than the secular government and declared all religion identical with stupid superstition."
"(Sivastaki yerli halkla) beraberken gün ortasında veya güneş batarken esnaf mallarını bırakırdı ve abdest almaya başlardı. Yenlerini yukarıya sıyırırlar, çoraplarını ve ayakkabılarını çıkarırlar ve eskiden kalma uzun ince boğazlı bir ibrikten ellerine su döktükten sonra, yüzlerini, kollarını ve en sonunda ayaklarını yıkarlardı. En sonunda ağızlarını çalkalarlardı. Bunların hepsini 1 dakikada yaparlardı. Ondan sonra, temizlendikten sonra, ibadet için hazırlardı."
"ibadet zamanının geldiğini hatırlamaları için müezzinin söylediği ve sadece en yüksek sesinin aşağıya ulaştığı melodiye ihtiyaçları yoktu. öylesine dini mesuliyetlerinin tekrarına alışmışlardıki, ibadet zamanının geldiğini kemiklerinde hissediyorlardı. Müezzin hükümetin koyduğu kanuna uyarak ezanı Türkçe okuyordu. Sert sesle duyulan Allah uludur, Allah uludur Arapça yumuşak sesle okunan Allahuekberin yerini aldı. Fakat yaşlı adamlar, ökçelerinin üzerinde oturarak, elleriyle yere kapanarak, ayakta durarak hâlâ eski Arapça kelimeleri mırıldanıyorlardı. Dinlerinin emretiği ibadetleri yerine getirmek için yaşlı vücutlarını zorlayarak şiddetli hareketler yapmalarını seyretmek acınası bir görüntüydü. Türkiyede kaldığım sürece 30 yaşından küçük insanların ibadet ettiklerini hiç görmedim. Benim görmediğim fakat ibadet eden mutlaka vardır.(Giysileri yüzünden kendisine palyaço lakabı taktığım) polis burnunu çekerek bu olayı aşağılıyordu. Devlet görevlisi olduğu için seküler devletten daha fazla bir adım ileri giderek bütün dinleri aptal batıl inanç ilan ediyordu."
"ilk ibadet yapan biriyle karşılatığım kişi bir esnaftı. Olduğu yerde ibadet etmeye hazırlandığı zaman ben orayı terketmek istedim. Fakat terketmeme lüzum kalmadı, çünkü yanımdaki polisle ibadet eden kişi tartışmaya başladılar. Polis, esnafa namazın bir şey ifade etmediğini anlatıyordu. Esnaf ise her yerde ibadet edilebileceğini ve hiçbir şeyin kendisini rahatsız edemeyeceğini söylüyordu. Allaha inanan kişinin huzurunu içinde taşıdığını söylüyordu. Bir gün sonra tren istasyonunda, peronun üstünde ibadet eden birisini gördüm. Lokomotifin makinisti yukarıdan ibadet eden sofu adama bağırdı. Acele etmesini ve trenin kalkacağını söyledi."
Buradan anlıyoruzki insanlar dinine şimdikinden çok ama çok sıkı bir biçimde bağlıydı. Buna karşılık devlet idaresindeki insanlar, bunun tam tersine, dine mesafeli insanlardan seçilmişti. Yazarın yukarıdaki verdiği misaller tesadüfen değildir, ilerleyen sayfalarda bu durumun Türkiye genelinde hâkim olduğunu göreceksiniz.
Sayfa 22
"Müslümanlar başlarını ibadet etmek için kapatıyorlarsada, alnını (secde yapmasını) engellemeyen ve yere değmesine mani olmayan örtü lazımdı. ünlü şapka kanunu yüzünden ve fesin yasaklanması yüzünden bu zavallı insanlar büyük bir elemin içine düştüler. Bu meseleyi çözmek için elden yapılma örtüler icat ettiler. Bu örtülerin şekli (ingilteredeki kumaştan yapılmış) çay sıcak tutma örtülerinden tutun da bebek şapkalarına kadar değişiyordu. Veya ibadet yaparken şapkanın terekli tarafını arkaya çeviriyorlardı."
sayfa 30da yazar tam Kemalist ifadelerin bazılarını ve Batı anlayışını ve aslında kendi medeniyetini öven ve doğu medeniyetini aşağılayan anlayışı dile getirmiş.
"islam ve Türk sanatı Muhammedin emirleri doğrultusunda resim yapmayı yasaklamıştır.
insan heykelleri ve resimleri olmadığı için bunun yerine değişik desenlere ve tabiat şekillerine yer verilmiştir.
cumhuriyet dinin koyduğu sınırlamaları kırmıştır. 1926 yılında Ataputun, başı açık ve (Batının)uniformasız giysisiyle yapılmış ilk heykeli Boğaziçinde kurulmuştur. şimdiye kadar binlerce heykel ülkenin her yerine dikilmiştir. Ataputa saygı ve beğeni yüzünden Ataputun sayısız resimleri her yere konmuştur."
Kitabın hiçbir yerinde yazar halkın Ataputa saygısının ve beğenisinin olup olmadığını karşılaştığı insanlara sormamıştır. Hatta yukarıda halkın şapka yüzünden nasıl elem çektiğini kendisi yazmış ve şahit olmuştur. Sizce şapka yüzünden elem, ızdırap çeken halk saygı ve beğeni gösterirmi? Evet, Ataputa mutlaka saygı duyanlar vardır. Bunlar yazarın muhatap olduğu vâli muavini, ateist polis, ileride anlatacağı gibi halkevi yöneticileri vesairedir. Bu yazarın muhatap olduğu devletin başındaki insanlarsa halkın yüzde 5ini temsil ediyorlardı. Aslında yazar halkın durumuna kendisi şahit olduğu halde yazdıklarının bir çelişki içinde olduğundan haberi yok ve analiz edemiyor. Yazarın kendisi Batı kültürüne sahip olduğu için devletin attığı Batı kültürü adımları yazara doğru ve yapılması gereken adımlar olarak yansıyor. Mesela bu yazar çin kültürüyle yetişmiş ve hem islam, hem hıristiyan Batı kültürüne mesafeli bir kişi olsaydı bu devletle halk arasındaki çetin çelişkiyi, bu zıtlığı hemen görür ve batılılaşmanın doğru olmadığını hemen ifade ederdi.
Sayfa 37
"Sivas merkezinin biraz dışındaki erkek çocuk okulunun öğrencileri bana bando sürprizi yaptılar. Gazinin gerçek takipcileri olarak eskiden kalmış müziği terketmişlerdi ve Batı tarzında müziği seçmişlerdi.
Sivas merkezi vâli konağı belirli mühim binalar 1934den beri elektrikle aydınlanıyordu. Akşam döndüğümde kaldığım oteldeki lambalar yanmıştı."
Sayfa 38
"Beni (Sivastaki) Osmanlı Bankasının müdürü davet etti. Kendisi Rumdu, cumhuriyetten sonra kimliği tarafsızlaştırılmıştı. Karısı Macardı. Sivasta 3 yıldan beri yaşıyorlardı. Müdür karısına sinemaya gitmeyi yasaklamıştı. (Karısının sinemada) Pire kapacağından ( ve eve getireceğinden) korkuyordu."
Benim yorumum: 1930larda temizlik şartları şimdiki gibi değildi. Köylerde hatta şehirlerde bile her tarafta tahtakurusu, bit, pire kol geziyordu. Bu asalak hayvanların insanların arasında dolaşmasının sebebleri temizlik malzemelerinin o zamanlar fakir halk arasında kullanılmaması, temizlik malzemelerinin pahalı olması ve zor bulunan ve çok az ve belli imalathanelerde belli miktarlarda üretilmiş olmasıdır.
sayfa 41
"Erzincana gitmeye karar verdim. Fakir insanlar eşekleri üzerinde, zengin insanlar kendi arabalarında seyahat ediyorlar. Orta halli insanlar ise kamyonu tercih ediyor. Mal ve insan taşıyan tek ulaşım aracı kamyon. üstü açık veya kapalı kamyonların markası ya Chevrolet(şevrole) yada Ford."
sayfa 42
"17 kişiyle beraber ve bir sürü yükle yola koyulduk."
sayfa 43
"(Yolcuların arasında) Malatya demiryolunda çalışmış 4 işci vardı ve evlerine dönüyorlardı. Çalışarak vergilerini ödemek için yeterli para kazanmışlardı. Yolcular eşyaların üzerinde oturdukları için kamyonun her sıçrayışında kafalarını çatıya vuruyorlardı. Buna rağmen hiç şikayet etmedikleri gibi sepsessiz duruyorlardı. o kadar sessizlerdiki bazen kendimi yanlız hissediyordum. Kapı doğru kapanmıyordu, pencere kırık, bin parçadan ibaretti."
Dikkat ettiyseniz devlet vatandaşından kazanç vergisi almıyor. Devlet köylülere bir vergi miktarı biçiyor. Bu miktarı köylü ister çiftçilikten kazancı olsun veya olmasın ödemek zorunda. Tekrar dikkatli okursanız kitapta şöyle geçiyor: "çalışarak vergilerini ödemek için yeterli para kazanmışlardı." Evet Ataput devletinin vergi sistemi böyleydi, vergi kazanca bağlı değildi. ister inanın, ister inanmayın.
sayfa 45
"(Sivas-Zara yolunda giderken şoför muavini) kamyondan (durmadan) dışarıya atlıyordu arabanın durumunu kontrol ediyordu, ince dar yolun üzerinde bulunan büyük taşları kenara kaldırıyordu."
sayfa 46-47
"Zara ilçesine gece saat 10da vardık. Zara bütün zifiri karanlığın içindeydi. Sadece kışla yatakhanesinin penceresinden bir gazyağı lambasının loş ışıkları görünüyordu.
Hüseyin bir kervansarayın avlusunda durdu. Bir oğlan elindeki el lambasıyla kendisini takip etmelerini söyledi. Bir kızın elindeki sepette kedi yavruları bulunuyordu. Sonunda büyük bir ahşap eve vardık.(...) Erkek yolcular (erkeklere ayrılmış) bir bölüme kayboldular(gittiler).
Han sahibinin karısı bütün kadınları (nazik şekilde) karşıladı. Odalar möbilyasızdı. Sadece yastıklı divan vardı.(...)Yolculuk eden çocuklar hemen uyumuştu yemek için uyandırdılar. Bakır sininin ortasına köfte ve baklava getirdiler. Altımıza yastık alıp sininin etrafında oturduk.(...)Yemek yedikten sonra erkeklerin bulunduğu taraftan cıyak cıyak bağıran bir gramafonun sesi gelmeye başladı.(...)"
Yazar zamanın günlük hayatın akışını da seyahatnamesinde vermiş, aynı zamanda bazı kişiler hakkındaki izlenimlerini, hatta kendi hislerini de yazmış. Fakat ben mazur görürsünüzki romansı metinleri burada veremem. Türkiyenin 1935deki genel durumuna dair kitapta geçen izahatları yazabilirim. istersem kendimde roman yazabilirim, fakat öncelik milletin Ataput uykusundan uyanmasıdır. Ben roman yazsam milleti daha çok uyuturum, vebal bende kalır. Roman yazsam ki -kendime güveniyorum- çoğu Kemalist romancıdan daha ebedi, kalıcı yazarım. Neyse devam.
sayfa 48-49
"(Sivas Zara-imranlı yolunda kamyon)yürüme hızıyla ilerliyordu. Yol o kadar dardıki, bazen yolun kenarındaki uçurumla arabanın tekerleği arasında bir karış genişliğinde mesafe kalıyordu. Kamyon kendini öbür tarafa atıyordu, (yolcuların) yüzleri bembeyaz oluyordu, fakat hiçbirisinden kadınlardan bile bir korku sesi çıkmıyordu. Kıvrıla kıvrıla giden yolu sonunda arkamızda bıraktık."
Zannetmeyinki kamyon bilinmeyen, yan yollardan gidiyorda o yüzden dar ve toprak yollardan geçiyor. şarkda 1930larda şehirlerarası karayolları çamur bir patika yolundan ibaretti. Bırakın asfaltı, taşı, yollar çakıl ile bile kaplı değildi. şehirlerarası yollar böyleyse köy yollarını artık siz düşünün.
Sayfa 52de yazarın kişiliği va seyahatinin asıl sebebi hakkında bilgi ediniyoruz. Kadın yazar aslında maceraperest bir insan. Polisler yolda kamyonu durduruyorlar ve kadına gece yolculuk yapmamasını tavsiye ediyorlar. Erzincan Refahiye bölgesinde yolda eşkiyaların arabaları durdurduğunu, soygunculuk yaptıklarını anlatıyorlar. Fakat kadın yazarın buna karşı tepkisiyse içinden kendi kendine verdiği bir karşılık. "Allaha şükür, sonunda heyecanlı bir şey oluyor."
Bu canlı, yerinde duramama kişilik özelliğini sayfa 81deki Kars'daki tekdüzen hayattan şikayet ettiğinden de anlıyoruz.
Sayfa 53de karakol polisi, eşkiyanın çok yakın zamanda bir asker konvoyunu durdurduğunu ve para aldıktan sonra geçmesine izin verdiğini anlatır. Polis, kadına jandarma eşliğinde gece yolculuk yapabileceğini söyler. Kadın bu teklifi kabul eder.
Sayfa 53de Yazar seyahatten sonra Ataputun Nutkunu okuduğunu ve Ataput Sivasa gelirken aynı yolda eşkiyaların yol keseceği ihtimalini olduğunu anlatır. Bu gösterirki yazar Kemalist bakış açısından haberdardır.
Sayfa 57de yazar, Erzincan Yıldız otelinde şiveli ingilizce konuşan ve Amerikan misyoner okulunda okumuş bir Ermeniyle tanışır. Amerikan okulunun yeni çıkan okul kurallarına uymadığı için kapandığını aktarır. Yazarın söylediğine göre Amerikan okulunda da Katolik hıristiyanlık dersi artık verilmiyormuş. Misyoner okulu mezunu kişi, yazarın ısrarlı sualine rağmen Ermeni olmadığını ve Türk olduğunu ısrarla belirtmiş. Sonra sayıları 3den fazla misyoner okulu mezunları toplu halde otel odasına geliyorlar ve hizmetlerini, yardımlarını sunmak isterler.
Sayfa 60da yazar, Erzincanda çeltik ekiminin durduğunu anlatır. Devletin sıtma salgınından kurtulmak için bütün bataklık arazilerini kuruttuğunu söyler. Devlet sadece Erzincanda değil bütün Türkiye çapında 1930ların ortasından başlayarak bütün gölleri ve su birikintilerini eğer akıp gideceği imkanı varsa drenaj yapıp ortadan kaldırmıştır. Böylece sivrisineğin sebeb olduğu sıtma hastalığını yok etmeye çalışmıştır. Fakat bu tedbir aksi tesir yapıp Anadolunun daha çok stepleşmesini (kuru alan olmasını,bozkırlaşmasını) sağlamıştır.
Sayfa 67de yazar Erzurumda Acemden gelen(ipek yolunu kullanan) deve kervanlarından bahseder. Eskiden normal bir güzergahta bulunan ve her zaman görülen bu deve kervanlarının yerini trenler, kamyonlar almıştır. Develerin boyunlarındaki ziller ovanın her yerinden duyulmaktadır. Gece gündüz durmadan Trabzona doğru yoluna devam eden bu kervanların herbirini önde eşeğinin üzerinde giden bir adam götürmektedir. Yazarın Erzurumda bulunduğu bir hafta içinde sadece bir düzine kervan görmüştür. Kervanın sesi artık kamyonların sesinden duyulamıyordur.
Sayfa 68-69de belediye başkanı yazarı şehirde gezmeye götürür. Yazara Doğuda ilk olarak beton kullanılan ve inşaatına başlanılan öğretmen okulunu gösterir. 1900lerin başlarında yapımına başlanan Trabzon-iran karayolundan bahseder. kışları metrelere varan kar yüzünden 5 ay kapalıdı kalır. Yol çok tehlikelidir. Seyahatin çoğu ölümle sonuçlanan yolun belirli yerlerine 1934 yılından itibaren küçük cankurtaran kulübeleri inşa edilmştir. Çoğu nehir, dere geçitlerinde emin olmayan tahtadan köprüler vardır. Bitmek bilmeyen dönemeç ve kavisler ölüm tuzağı gibidir. Kamyonların yolda açtığı hendek gibi çukurlar, yamaçlardan devamlı yola kayan çakıl ve kayalar, heyelanlar, sel ve fırtına neticeleri yolları açık tutmayı imkansız hâle getirir. Yazar kendince Doğudaki yolların rahat olmasını beklediğinden dolayı içinden utanç duyduğunu anlatır.
Erzurumun Belediye başkanı zalim birisidir. Okuyucularım bilirki bütün vâliler, belediye başkanları, kaymakam ve yüksek rütbeli komutanlar CHP zihniyetini taşımaktadırlar. Belediye başkanının yazara söylediği ifadeler şunlar. "Ben isterdimki bana yetki versinler vatandaşlara şimdi ve her zaman güzelce kırbaçlayayım. Arabayı sürerken sırıtarak bunları söyledi. Çünkü bunlar dayağa alışıktır. Onların işlerini hızlı yapmaya yardımcı olur." (...) Birdenbire frene basti ve yolda üzerinde sinekler uçuşan ve kokan bir hayvan kadavrasına rastladık. Belediye başkanı hiddetle burnundan soludu.
işte gördünüz. Zannediyormusunuzki insanlar kendi isteğiyle bunu gömsünler? Önce onları kırbaçlamanız lazım. Hükümet onları kayırıyor. (şoföre seslenerek)Arif, devam et, bir sonraki köye git.
şofüre bağırarak yarım düzine çiftçilerin toplanmasını sağladı. Köylülerin giysileri Avrupa ve şark giysilerinin karışımıydı. gömlek ve ceketli, bellerinde büyük bir cep görevini gören geniş kırmızı pamuktan bir kemer, içlerinde aletleri, azıkları ve eşyaları, dizlerine kadar yükselen, ilkel şekilde örülmüş yün çorap dolakları, ve bunları örten davar derisi ayakkabıları.
Ne kadar doğuya gittiysem Orta Asyalılara benzeyen çekik gözlü insanlara rastladım. Belediye başkanı çiftçilere yoldaki kadavrayı görmedinizmi diye sordu? Köylüler: Buradan dün bir kervan geçti onlar bırakmış olmalılar dediler. Belediye başkanı: ve siz halen bir şey yapmadınız? diye sordu. Sultan artık yok, bu topraklar artık sizin. Bakınız bu hanım Avrupadan Türkiyenin nasıl geliştiğini görmeye gelmiş, gittiği yerde bu iğrençliktenmi bahsetsin? Utanın Türkiyeyi böyle bir duruma düşürdüğünüz için. (...)
Belediye başkanı çiftçileri yeterli kadar azarladığına kanaat getirdikten sonra, onlara kürek getirmelerini emretti ve çabukca kadavranın kaybolmasını emretti.
Sayfa 74.
Kendi ifadesiyle yazar Ermeni meselesini öğrenmek için tanıdıklarının tavsiyesiyle Erzincan ve Erzurumda bulabildiği kadar Ermenilerle tanışması gerektiğine inanmış. Fakat her ne kadar insana sorduysada Ermeni olduklarını reddetmişler, öylesineki yazar neredeyse bu sorduğu Ermenimisin suali yüzünden sorduğu insanlara hakaret ettiği kanaatine varmış. yazar bunu kendince şuna bağlıyor. Ermeniler kimliklerinin ortaya çıkmasını istemiyorlar. Ayrıca Türk hükümeti her vatandaşınının Türk olmasını istiyor. çıkan yeni soyadı kanununda bütün isimlerin Türkçe olması isteniyor. Bey, bay olarak değişti, hanım bayan olarak.
Kadın Seyyah bütün seyahatı boyunca devlet tarafından görevlendirilmiş bir subay, polis, vesaire tarafından refakat edilmiştir. Kars'a giderkende de kamyona bir subay yanına oturmuştur.
80inci sayfada yazar ismet inönünün doğu vilayetlerini seyahatinden bahseder.
"Duydumki, benim Türkiye seyahatimden hemen sonra başbakan ismet inönü sonbaharın sonuna doğru doğu vilayetlerini teftiş etmek için büyük bir geziye çıkmış.
vâlilerle ve önde gelen hükümet adamlarıyla konuşmalardan pek tatmin olmamış, bilakis büyük köylere gitmiş ve ne durumda olduklarını köylülere sormuş. Köylüler korkmadan çekinmeden düşündüklerini söylemişler. ismet inönü köylülerin fakirliğinden, yoksulluğundan dolayı büyük şaşkınlık geçirmiş. Bazılarının söylediğine göre Ataputun "Doğuda ne gördün?" sualine karşılık olarak hemen doğrudan : : "hiçbir şey, sadece açlık ve sefalet." cevabını vermiş."
Sayfa 90
"Arnavut taşlarıyla döşeli geniş bir yol, bu yolun sağında ve solunda dizili bir kaç yüz ev, etrafında askerlerin bulunduğu kışla evleri, bir tane postane binası, içinde bir düzine tahtadan yapılmış oturma sıralarının bulunduğu bir halk bahçesi, diğer şark pazarlarında bulunan renkleri olmayan fakat derli toplu pazarlar, işte bütün Ardahan bu."
Sayfa 124
(Ardahan'daki) evler topraktan-kerpiçten yapılmış basit, ilkel binalardı.
Sayfa 104
"Bu dünyada 20.yüzyıla Ardahan'dan daha uzak bir yer olamaz. Burada hayat sanki 2bin yıl öncesi gibi. Sadece seri halde yeni basılmış gazeteler bu hayata eklenmiş. (Tabiattaki)sertlik ve karanlık buradaki hâkim renkler. Arayan gözler bir güzellik bulamıyor. insanları şımartan lüks hayat (burada) yok. Mutluluktan gülen oynayan insanlar burada yok. "
sayfa 105
Otelin sahibi, kadın yazarı gezmeye tek başına dışarı bırakmak istemez. Yazar kadın kısa kollu bir kazak veya bluz giyinmiştir, başı açıktır, o zamanlar moda olan uzun entare giyinmiştir, daha henüz pantolon kadınlar arasında yaygın değildir. Ardahan'da ise kadınlar çarşafla gezinmekte ve çoğu kocalarıyla beraber dışarı çıkmaktaydılar. çarşafın yanında yazarın tarif ettiği Ardahan'a özel yerel kıyafetler de giyinilmektedir. Otelci en azından otelde çalışan birini kadının yanında gönderir. Kadın Batı kültüründe yanlız başına ve Batı elbisesiyle gezmeye alıştığı için otelciye kızar, bağırır ve onu dinlemez tek başına dışarıya çıkar.
şimdi bu kadın Türklere saygılı olsaydı, Türklerin giysisinden giyseydi, daha anlayışlı ve kibar olmazmıydı? şimdi bile camiye giren turistler en azından başlarına bir örtü giyerek camilere giriyorlar. Bu örtü onlara zorla görevliler tarafından veriliyor. Turistler veya bu kadın alışık oldukları için Türklerin yerel kıyafetlerini giymiyorlar ve başka bir kültürü ve insanları rahatsız ettikleri ve bilmeden bu insanları incittiklerini düşünemiyorlar. Siz mesela kendinizden örnek alın. Siz, kültürü ve giyiniş tarzı bambaşka olan bir ülkeye gitseniz ve oranın yerel kıyafetlerini giymeseniz ve bu oranın insanlarını rahatsız etse, bu sizin için bir kültür kabadayılığı, bir vurdumduymazlık, kabalık olmazmı ve o ülkeninin insanlarını rencide etmiş olmazmısınız? Tabiiki, rencide edersiniz. Kaldıki siz orada yaşamaya çalışmaya gitmiyorsunuz ve sadece orayı ziyaret ediyorsunuz. şimdi kemalist, Batıcı insanlar bu Batılı kadının yaptığını haklı bulurlar ve güya "medeniyet getirmiş" Ardahan'a derler. işte zâten bütün mesele burada. Batı kültürünü medeniyet sanan zavallı Kemalistler ve Batıcılar. Halbuki bu yazar kadın başka kültürlere karşı anlayışlı olsa, Batının yaptığı gibi Batı kültürü hegemonyasını birazcık tenkit etse, diğer kültürlerin de haysiyeti olduğunu ve saygı duyulması gerektiğini görse, otelciye hak verir, en azından yanında bir adamın beraber yürümesine izin verirdi. Evet şimdi bırakın Ardahan'ı Türkiyenin en ücra köşesinde bile, Ataputumuzun sâyesinde, eski kültürümüzden bir eser kalmadı. Ne kazandık? Amerikanın teknolojisini mi yakaladık? üniversitelerimiz Almanyayı mı geçti? Keşke teknolojide Batıyı yakalasaydık, o zaman "evet, kültürümüzü kaybettik, fakat Batının teknoloji, bilim seviyesine ulaştık" derdim. O da yok. Ne var? Batılılaşmış, kendi dilini, örfünü, kültürünü, geçmişini, ne istersen say kaybetmiş, devşirilmiş bir halk var. Neyse, kendini çok nazik sayan, fakat aslında ne kadar kaba olduğunun farkında olmayan bu yazar kadınının yazdıklarına devam edelim.
Sayfa 116-117
"(Artvin'e giden) yol kötü durumdaydı. Sarsıntı, gümbürtüyle, saatte 13kilometreyi geçmeyen hızla, çatısı ve kenarları olmayan bir kamyonla ilerledik. Kamyonun daha önce Ardahana gelmeden bozulduğuna şaşırmadım. Kamyon 10 ağır tereyağlı dolu sandıkla yüklüydü. Her sandığın üzerinde eşyalarını sıkıca tutan bir adam oturuyordu.
Yolcuların arasında 3 yaşlı hoca vardı. Savrulan kamyon yüzünden oturakların üzerinde durmadan kaydıkları için oturmaya çok zorlanıyorlardı. Yeni bir kanun çıkmıştı ve dini kıyafetlerin ibadethanelerin dışında giyilmesini yasaklamıştı. Bu yaşlı adamları alıştıkları kıyafetlerini çıkarmaya zorlamak gereksiz görünüyordu. (Bu yaşlı adamlar)uzun paltolarıyla ve sarıklarıyla dışarda kimseyi incitmezlerdi. Fakat kamuya açık yerlerde böylesi üniforma giyemezlerdi, daha çok devlet memurlarının ve yabancı dil bilenlerin bana açıkladığı görüşleri. Varlıkları durmadan herkese dikte edilmemeli. Onlar cahil yaşlı insanlardır. Boş beyinlerini sarıklarının altında saklamaya çalışıyorlar ki, bu sarık şerefi temsil ediyordu. şimdi biz aydınlanmış cumhuriyette yaşıyoruz ve bütün bunlara bir son vereceğiz."
Kemalistlerin aydınlanmasını ışıklarını biliyorsunuz. Kadın yazar da aynen bu kültür değişimini aydınlanma olarak duyduğu okuduğu Kemalistlerin ağzından o zamanki aslında cahil devletin propagandasının nasıl olduğunu kitabında belirtmiş. Ataput biliyorsunuz, Batı kültürünü getirince halkın aydınlanacağını, kalkınacağını sanıyordu. Batılı bir kadın yazar için bu kalkınma olmasa bile tabiiki memnuniyetle karşılayacağı bir şey. Nede olsa Türkiye batılışırsa hiç bir hıristiyan zorluk çekmez kendini evinde hisseder, zaten sonra Türkler kendileri için bir tehditde oluşturmaz. Öyle bile olsa yazar çoğu yerde Batı devrimlerine mesafeli duruyor ve başta da yazdığı gibi bu yaşlı adamların kıyafetlerini zorla değiştirmenin ne anlamı var diye yazıyor. Neyse.
"Kamyondaki insanların tahsili yüksek olmadığı için benimle böylesi bir düzeyde tartışmadılar. Daha ziyade güldüler ve yaşlı hocalarla alay ettiler. çünkü (yeni çıkan kıyafet kanunu yüzünden) hocalar ikinci el kullanılmış giysiler almışlardı. 2 tanesi kafasına yün havluya benzer kumaş dolamışlardı sarığa türbana benziyordu. içindekilerden en yaşlı olanı çok pahalı bir fiyat olan 2 liraya bir fötr şapka almıştı. Bu 2 lira onun 1 hafta rahatça geçinmesi için yeterliydi."
"Yaşlı hoca aldığı şapkayı hiç başına takmıyordu. Birdenbire çıkan bir rüzgarın şapkayı savurmasından veya başka bir olaydan dolayı kaybolacağından korktuğu için şapkayı takmıyordu. şapkayı büyük bir mendile dolamıştı ve hep elinde tutuyordu. Ne olarsa olsun bu şapka bohçası hep yanındaydı."
sayfa 118
daha önce patlamış olan tekerlekden sonra bir tanesi daha patlar ve bulundukları yere 4,5kmlik uzaklıkta bulunan köye yürüyerek gidip oradan Ardahana telefon açıp, 5 saatten sonra Ardahandan gelebilecek tekerleği beklemeye başlarlar.
sayfa 125de yeni tekerlek beklerken yazar yakındaki köyde bir köylü kadını ziyaret eder. Kadın 35 yaşlarındadır ve yarım düzine çocuğu vardır. Kadından şöyle bahseder. "Çitfçi(köylü) kadınları, çocuklarını 4 yaşına kadar emzirmekteler. Böylelikle tab'i yolla korunmayı umit etmekteler. Eğer yanlış olduğunu fark ederlerse, ilkel usüllerle sona erdirmeye çalışmaktalar, bu binlerce ölüme sebeb olmakta."
Türkiyenin nüfusu o zaman 13 milyon. Tabiiki yazarın verdiği rakam sadece bir tahmindir, ve tahminden başka bir şey de olamaz.
sayfa 126
(Tekerlek değiştikten sonra yolda giderken) Muavin (her zamanki gibi) dışarıya atladı ve biraz sonra ileride ellerini kollarını deli gibi sallamaya başladı. Muavinin bağırdığı sesler arabanın sağır edici gürültüsünden duyulmuyordu. Nuri arabayı durdurdu. Yamaçtan kocaman kayalar düşmüş yolun yarısını kapatmıştı. Nuri kayaların olmadığı, yolun boş kısmının genişliğini, uçurumun başladığı yere kadar ölçtü. Kamyon geçecek kadar yol geniş değildi. Sonra Nuri beni kamyondan indirdi. Bütün yolcuları kamyonun bir tarafına, uçurumun karşı tarafına oturtturdu. Ümit ediyorduki uçurumdan taraftaki tekerlekler havada kalsa bilse bütün ağırlık öbür tarafa bindiğinin yüzünden kamyon uçuruma devrilmeyecekti. Yavaş yavaş, fark edilmeyecek şekilde kamyon ilerledi. uçurumdaki tekerlekler havada kaldıysa bile, sanki bir mucize gibi, kamyon çatırdasa ve her an parçalara bölünecek gibi ses çıkarsa bile kamyon iki tekerlek üzerinde yoluna devam etti, kurtuldu.
sayfa 127
Bir başka teker (herhalde ağır yükten olsa gerek) hava kaybedince (yolcular) ağır yağmur altında tekere hava basmaya çalıştılar. Ben uyumuştum. Babacığım dedikleri uzun beyaz sakallı en yaşlı hoca benim omuzuma hafif vurarak beni uyandırdı. Hoca iliklerine kadar ıslanmıştı, yinede sarıp sarmaladığı fakat kullanmadığı, elinde sıkı sıkı tuttuğu fötr şapkayı bana uzattı ve bende kalmasını istedi. Yalvararak bana: "alın hanımefendi, yağmur" dedi. şapkadan ayrılmak hoca için büyük bir fedakarlık olmalıydı. fakat herhalde benim yanımda daha emin olduğunu zannediyordu.
sayfa 128
yakında içinde ateşten kor haline gelmiş küçük demir soba yanan bir kulübe bulduk. Sobanın etrafına ısınmak için oturduk. Buz tutmuştuk sıcaktan gevşemeye başlamışdıkki babacığım şapkanın yokluğunu, kamyonda kaldığını farketti. Onun çaresizliği benim kalbimi ve vicdanımı sızlattı. Getirecektim ayağa kalktım, gitti kendisi getirdi. Yağmur damlalarının altında getirdi ve kurutmak için sobanın yanına koydu. Adamlardan bir tanesi şapkayı ateşin içine atacakmış gibi el hareketi yaptı. Babacığım bunun üzerine adama doğru tükürdü ve ciddiyetle Peygamberin bir sözünü söyledi "kim fazla şaka yaparsa şerefi azalır, ağırlığı kaybolur."
sayfa 129
Sini üzerinde getirilen yemekleri kaşık olmadığı için ekmeği kaşık gibi kullandık ve hepsini yedik. Bir daha istedik. üç hocalar ziyafete katılmadılar. çarıklarını çıkardılar, divanın üstüne oturdular, arkalarındaki yemek yiyenlere hiç aldırış etmeden, mekkeye doğru dönüp ibadet ettiler.
şimdi bizim istismarcı ve Ataputcu kemalistler bu yaşlı hocanın şapkaya bu kadar özen göstermesini şöyle yorumlarlar. "Bakın işte yaşlı din adamı bile şapkanın ehemmiyetini anlamış Ataputa saygısından, Ataputun inkilaplarına saygısından, şapkayada saygı gösteriyor. Muassır medeniyete şapkayla ve Batı kıyafetiyle ulaşılacağını o yaşlı hoca bile anlamış." Evet bu yazılarımı okuyup gerçekten böyle düşünen Kemalistler mutlaka vardır. Fakat işte bu insanlar beyinlerini zorlayamazlar, yoksa beyinleri yanar. çünkü Fesli Delinin dediği gibi onlar narkozdalar, mantık Kemalistte aranmaz. Kitapta bahsedilen yaşlı hoca sarığını çıkartmıyor, uzun cübbesini çıkartmıyor. Hoca batı devrimlerinden yana olsa sarığını cübbesini çıkartır, pantolon, şapka giyerdi. Hoca belkide yazarın bir yerde dediği gibi kendince protesto etmek için şapkayı sarmalayıp paketliyor. Belki hocanın şapka yüzünden başına ne geldide, canı nasıl yandı da, o şapkayı gözü gibi koruyor. Belki şapka onun için bir gavurluk sembolü ve onun yüzünden düşmanını uzakta tutmak istemiyor. Düşmanını yakınında görüp, imanını tazeliyor. Bütün kitap boyunca yaşlı hocanın bu şapkaya gösterdiği özenin gayesinin ne olduğu anlatılmıyor. Zaten yazar kadınla konuşan diğer adamlar da yaşlı hocayla alay ediyorlar ve hocayla ciddi bir şekilde konuşmuyorlar. Bakınız işte Ataputun Türkiyeyi batılılaştırma ve devşirme çabaları 1930ların ortasında meyve vermiş. Genç bir nesil tamamen saygısız, batılılaşmış ve yaşlı nesili hor görmeye başlamış ve mankurtlaşmış. işte bizim Kemalistler ne yazıkki mankurtlaşmayı, geçmişinden kopmayı, Batı kültürünü almayı modernleşme, aydınlanma, ilericilik zannediyorlar ve bu 1930ların ortasında başlamış. Zaten cumhuriyetin 10uncu yılında Kemalistler 10 yılda yeni bir nesil yarattık demiyorlarmıydı. işte kasdettikleri bu yazarın bahsettiği mankurt nesil. Neyse
sayfa 130
orijinali :
"Nuri merely laughed
You won't get anything to eat here. The peasants have
nothing for themselves. They are so poor that they disappear
into the mountains when the tax-collector comes near them. What can he do ? When he asks the women where their men are, they say working, and he can't wait forever"
Türkçesi:
"Nuri sadece güldü.
Burada yiyecek bir şey bulamazsın. Köylülerin kendileri için bile bir şeyleri yok. Onlar o kadar sefillerki, vergi toplayıcısı (devlet memuru)yanlarına geldiği zaman dağlara kaçarlar. Vergi toplayan ne yapsın? Karılarına kocalarınız nerede diye sorduğu zaman aldığı cevap "çalışıyorlar". Vergi toplayan (memur) sonsuza kadar bekleyemezki."
sayfa 131
Ormandaki kavislerden midem altüst olmuştu. Nihayet orman bitti. öğleye doğru bir dağ hanında mola verdik. Yediklerimiz bir öncekinin aynısıydı. Hocalar yemek yemek yerine hemen abdest alıp namaz kılmaya başladılar. Namazlarını bitirip yemeğe başlayacaklardıki Nuri (herkesi kamyona alıp) yola koyuldu. "Boş yere vakit geçireceklerine yemek yeselerdi" dedi. Her zamanki gibi, ne zaman hocalara ters davranıp aşağıladıkları zaman, sanki Allah onları cezalandırırmış gibi yine tekerleğin havası indi. Babacığım dedikleri en yaşlı hocaysa tekerlek tecrübesi kazanmış usta gibi öbür hocalarıda yanına alarak tamir etti.
sayfa 135
Borçka yolunda bir köprü üzerinde öküz arabalarıyla keresticilerle karşılaştık. Keresteciler odunları Çoruh nehrine atıp ileride topluyorlardı. Nuri onlar gibi yapıp tereyağı sandıklarını nehire attı. Hafifleşen kamyonla yarış yapar gibi sürmeye başladı. Yolcular arkada havuç gibi yuvarlanıp kamyona çarpmaya başladılar. Fakat Nuri aldırış etmeden sürmeye devam etti, tâ ki arkadan hıçkırıklı bir sesin geceyi yırtmasına kadar. Nuri yavaşladı, arkaya dönüp sordu "ne oldu?" Adamlar hep beraber koro halinde: "Hoca şapkasını kaybetti, hoca şapkasını kaybetti." Hava adamların kahkahalarıyla titredi, Nuri eğlenerek çığlık atmaya başladı.
sayfa 136
"Borçka'da Hoca çok üzgün durumda aşağıya indi. Eskiden bir ibadet olarak mırıldandığı "Allah, Allah, Allah" kelimelerini şimdi sanki bir suçlama olarak söylemeye başladı. Nuri, hocanın omuzunu tıpışlayarak: "Babacığım, sonunda gördün işte Allahın sana ne yaptığını.
Neyse, korkma, kim ıslanmışsa artık yağmurdan korkmaz." (...) Bayındırlık Bakanlığından birisi Almanca konuşarak beni Çoruh Nehri üzerinde Çek mühendislerin yaptığı asma basit bir köprüye götürdü."
sayfa 147
"Bana refakat eden küçük mühendis Nejat'a Trabzon'da eskilerden kalmış(antik) yerleri gezmek istediğimi söylediğimde Nejat bana: Sen bunları seviyormusun? dedi. Bana bakışlarında küçümseme ve aşağılama vardı. "Amerikan turistleri gibisin. Sessizce geziyorlar, burunlarını kuma sokuyorlar, geçmişi arıyorlar. Ben sana söylüyorum, geçmiş geride kaldı. Savaştık. Her şey karanlıktı. Sonra güneş geldi. (Bu güneş) Atatürk(tü,yâni Ataput). Güneş bütün karanlığı bir kenara itti. Güneş yeni Türkiye yarattı, cumhuriyet. şimdi biz Ataputun izinden gidiyoruz. ileri, ileri, daima ileri!"
Evet görüyorsunuz, Kemalist propagandanın 12 yılda yetiştirdiği yeni nesil. 1935 yılında bütün geçmişi reddeden, sadece kendi geçmişini değil, Türklerden önceki geçmişide reddeden, bütün tarihi reddeden, ceddini, atasını, örfünü, geleneğini, dinini, islamı, inançlarını her şeyini reddeden bir gençlik. Bütün maneviyatı reddettiği gibi tarihi de reddeden bir gençlik. Mühendis Nejat gibileri Ataputun ilk meydana getirdiği nesil. Bu neslin manevi torunları sonra Türkiyeye kök söktürecek, darbeler yapacak, milleti sopayla dipçikle terbiye edecekti. devletin yüksek memurlarının bütünü neredeyse Sabetay veya azınlık insanlardan meydana gelsede Doğuda ve Karadenizde Kemalist rejimce kandırılmış,eğitilmiş müslüman Türklerde Kemalizmi azınlıklar kadar uygulayacaklardı. Övünsünler 10 yılda yarattıkları yeni nesille. Türkiyenin başına bela ettiler ve kalıntıları hâlâ Türkiyeyi yönetiyor. CHP ve Ataput zihniyeti hâlâ değişmedi ve devam ediyor ve Türkiyeyi yönetiyor. Değinmeden geçemiyeceğim. Uzun Adam 2023de yeni kabinesini kurdu. Yaptığı ilk iş Putkabiri(Anıtkabiri) ziyaret etmek oldu. Bazıları söylüyorlar Türkiye Anıtkabirden yönetiliyor diye. Evet haklılar. Hatta Putkabire gidip oradan icazet alıyorlar. Fakat zoruma giden her zaman ziyaretin sonunda islama inanan birisinin Ataputa "Ruhun şad olsun" kelimesini yazması ve sanki Ataput yaşıyormuş gibi metinler yazması. Kendisi ateist olan, Allahı reddeden, Allahın kanunlarına savaş açmış bir kişi için Allahtan onu affetmesini istiyorlar. Hiçbir kanunda yazılı bir metin yoktur, devlet kabinesinin putkabiri ziyaret etmesi gerekir diye. Okuyucum siz karar verin ben Ataput diyorum haksızmıyım. Kabeyi ziyaret müslümanlar için farzdır. Putkabiri ziyaret etmek kimin için farzdır? Neden kimse Kazım Karabekirin, Rıza Nurun, Nureddin paşanın mezarını bilmez ve ziyaret etmez? Sebebi şudur: Dikkat ederseniz Ataput kendi ilahlığını, Allahlığını, daha kendisi hayattayken ilan etmiştir. Kendisine insanları taptırmaya daha hayattayken başlatmıştır. Yazarın bahsettiği genç mühendis Nejatın kelimelerini bir daha okuyunuz. "Güneş geldi, karanlığı bir kenara itti. Güneş yeni Türkiye yarattı." Hangi güneş, hangi Türkiye. Sefillikten açlıktan, salgın hastalıktan, bitten, pireden, veremden ölen köylüler. Beyinleri Kemalizmle, Ataputla yıkanan genç insanlar. Batı kültürünü ve maddiyatı medeniyet sanan zavallılar. Kendi benliğinden dolayı aşağılık duygusuna kapılan zavallılar. Neyse devam.
sayfa 149
"Serinlemek için Trabzon'da bindiğimiz gemiden denize atladım. Suyun yüzüne çıktığımda gemideki bütün yolcular, yaklaşık 300 kişi beni seyrediyorlardı. şaşkınlıktan onlara gözükmemek için geri denize daldım. Gemiye çıktığımda herkes beni selamladı, peçeli kadınlar beni yanağımdan öptü, (bana refakat eden mühendis Nejat) sanki ben olimpiyatlarda kazanmışım gibi gururlandı."
Yüzme ve dalmayı bilmeyen insanların, hayatlarında ilk defa dalmayı bilen bir kişiyi gördüklerinde denizin dibinde kaybolduktan sonra ve suyun üzerine tekrar çıktıktan sonra gösterdikleri tepki.
sayfa 150
"Giresun'da demirledik. 17 Temmuz kabotaj bayramıydı.(...) Her yerde hilal ve yıldızlı bayraklar vardı. Bunun yanında altı oklu Halk Partisinin bayrakları vardı.(...) Nejat beni devlet memuru olan Galib isimli abisinin yanında götürdü. Galib, 8 yıl Fransada hukuk tahsili yapmıştı. Aylığı 50liraydı. 3 çocuğunu, karısını bu aylıkla geçindiremiyordu. Bu yüzden ailesini kayınpederinin yanına göndermişti."
sayfa 151
"Kendinizi yanlız hissetmiyormuzunuz" diye sorduğumda Galib, omuzunu silkti,
"Bir erkek hiç bir zaman yanlız kalmaz, tesellileri vardır. Ha, kadınlardan konuşmuyorum. Kadınlarınız olmaz, sadece evlendikten sonra kadınınız olur. Yada fahişelerle ilgilenirsinizki onların sayıları çok azdır. Benim için bir kadın yeterli, 4 tane edinme hakkım olsa bile. Hayır, ben rakıdan bahsediyorum. Burada herkes içiyor. Hayat o kadar cansıkıcıki, yoksa başka türlü katlanamazdık. (Rakı içmeye)Pazar günleri öğleden sonra saat 3te başlıyoruz, başka günlerde saat 6da başlıyoruz. Aradaki fark sadece bu."
Evet, Ataputun devlet adamlarının, memurlarının hayat tarzı buydu. Aynı Ataput gibi. Batı ülkelerinde okurlar, ateist olurlar, bolca rakı içerler, mankurtlardır. Kendi halklarına kültürlerine, dinlerine, vesaire düşmanlardır. Sanki istisna yok gibi.
"Nejatın Fransızca (bilmemesinden ve) konuştuklarımızı anlamamasından sevinçliydim. Abisinin söylediklerinden dolayı afallıyabilirdi. Galib mahkemede işi olduğunu söyledi ve mahkemede bulunmamız için izin aldı."
sayfa 159da kendi kimliğini tümden kaybetmemiş bir insan istisnasına rastlıyoruz. Bu Samsunun belediye başkanıdır.3 yıl Alman ordusunda görev yapmış ve halkın hiçbir isteğini geri çevirmiyor ve halka ve Alman yazara çok nazik davranıyor. Konuştukları sırada içeriye vatandaşlar geliyor, belediye başkanı yazarla konuşmasını bırakıyor, vatandaşlarla ilgileniyor, sonra tekrar yazarın yanına geliyor. Yazar, masanın üzerinde duran dağ gibi vesikalara bakıp: "bütün bu vesikalar gerçekten sizin elinizdenmi geçiyor" diye soruyor. Belediye başkanı cevap vereceğine eski bir kitap ortaya çıkarıyor. (Eski kitap olduğuna göre yeni harflerle yazılmış olması mümkün değil, yâni Osmanlıca Türkçesiyle yazılmış bir kitap, çünkü Batılılaşma yolundaki harf devrimi deliliği henüz daha yeni). Belediye başkanı kitaptan okuyor: "(idarecinin) kapısı devamlı açık kalması gerekir. Danışma her zaman kolay olması gerekir. Eğer idareciye herhangi inanan bir kişinin işi emanet edilmişse ve idareci kapısını kapatırsa, ezilen ve muhtaç kişiler ona ulaşamazsa, kıyamette cennetin kapıları ona kapanır, yüce Allahın merhameti ve mükemmel iyiliği ona ulaşmaz." Başkanın yazara sözleri: "bu eski bir Osmanlı devlet sanatınına ait kitaptan alıntıdır. Bizim cumhuriyet seküler, fakat bu eski düsturlar halen geçerli. Buna rağmen benim sekreterim tabiiki beni kötü durumlara düşmemden koruyor."
Acaba söylemek istediği kötü durum ne olabilir? Biliyorsunuzki Osmanlı Türkçesiyle yazılmış kitap bulundurmak suçtur. Hele hele Osmanlı düsturlarına göre hareket etmek daha da kötü bir suçtur. Yâni belediye başkanı diyorki, kendimi saklıyorum, Batıcı değilim, takiye yapıyorum, kendimi gizliyorum, sekreterim de bana yardım ediyor. Birde bu insanın Alman kültürü altında yetişmiş olması, Almancayı yazarın dediği gibi kusursuz konuşması ve benliğini kaybetmemesi takdire şayan bir olay. Islama ve inancına olan bağlılığını sorgulamak sanırım boşunadır, çünkü büyük bir ihtimalle mecelleye Allaha ve şeriata bağlı bir kitaba göre davranıyor. Bazen Ataput devletinde böylesi nâdir fakat vatansever, kültürüne, dinine bağlı insanlara da rastlıyorsunuz. Fakat görüyorsunuzki kendisini saklıyor.
Aklıma gelmişken şu Ataputun memurlarını test etmek şeklini vereyim. Biliyorsunuz Ataput devamlı içer ve başkalarınında yanında içmesini ister. Eğer karşısındaki insan içkiyi reddederse bilirki karşısındaki insan islama meyilli birisidir. Batı devrimlerine mesafelidir. Hükümetteki ve devlet dairelerindeki çoğu insanlar Batı devrimlerinden yanadır ve istisnasız CHP üyeleridir. Çoğu basit devlet memurları ve yüksek memurlar rakı içerler, fakat bu belediye başkanı gibi kendini gizleyen insanlarda vardır. Ataput mesela her Anadolu gezisinde, ziyaret ettiği, misafir olduğu yerlerde içki içmeyenlere en azından "siz içmiyormuzusunuz" diye sorar. Zaten Çankaya'yı, Dolmabahçe'yi, Florya ve Ayvalık köşklerini bir tarafa koyuyorum. Oralarda zaten benzetme yerindeyse su yerine rakı vardır. Bu "içmiyormusunuz" sorusu aslında bir testtir. içiyorsa ne âlâ, istediği gibi Batıcı bir adam vardır karşısında, fakat içmiyorsa o zaman o kişi için (artık Ataputun ruh hâli ne durumdaysa) tehlike çanları çalmaya başlar, eninde sonunda. Neyse mevzumuz değil.
Belediye Başkanı Samsundaki iktisadi durumu şöyle anlatır. Unutmayalım yıl 1935in yaz mevsimidir ve Ataputun ölmesine 3 yıl kalmıştır. yâni şimdi Kemalsitlerin altın çağından ne beklersiniz, şunu bütün altyapı, elektrik, yol, köprü, içme suyu, kanalizasyon bitirilmiş, ülke sanayide Batıyı yakalamış, sağlık bakımından hekim, hastahane, ilaç, aşı vesaire en azından Osmanlıdan daha iyi bir duruma gelmiş vesaire. Yoksa bunların hiçbirisi ne için altın çağ olabilir. şunun için Ataput ve adamları krallar gibi yaşadılar o yüzden kendi altın çağlarını yaşadılar bu yüzden herkese de altın çağ propagandasını yaptılar, tersini söylemeyi yasakladılar. Bakalım Samsun gibi köy olmayan, zamanın ve şimdinin Türkiyenin en büyük şehirlerinden olan Samsunun durumuna.
sayfa 160
"11 yıl önce (1924 yılında) Amerikan Gary tütün şirketi Samsuna geldi. şimdi 1500 kadın çalışıyor. işçiler tütünü seçiyorlar, sıralıyorlar, diziyorlar ve hiçbir şekilde işlenmeden doğrudan Amerikaya gönderiyorlar. Yunanlar kendilerini zengin yaptıkları halde, şehir için hiçbir şey yapmadılar. (Samsun'da) hayat çok ilkeldi. Elektrik ve su şebekesi 1928lara kadar yoktu. şimdi ikiside var."
Belediye başkanının söylediği yerler bütün samsun değil, ilçeleri halen eski halde, sadece eski şehir merkezindeki resmi dairelerde, otellerde ve mühim binalarda su ve elektrik var. Gazyağı jeneratöründen üretilen bu elektrik, keresteden yapılmış uzun elektrik direkleri sayesinde binalara dağıtılıyor. Bu altyapı şebekelerini her zaman yabancı bir şirket yapıyor. Malzemesi, mühendisleri, herşeyi şebekeyi yapan şirket kendi ülkesinden getiriyor. yâni bahsedilen altyapı bile övünülecek bir şey değil çünkü dışarıdan ithal ediliyor. Su şebekesi, zamanında kurşun borulardan ibaret borular, şebekeyi besleyen su pompaları vesaire işgücü ve mühendisleriyle beraber dışardan getiriliyordu. şebekelerin bakımını bile şebekeyi yapan şirket kendi mühendisleriyle ve teknisyenleriyle yürütüyordu. Bu tabiiki bir ilerlemedir, hiç kuşkusuz, fakat esas ilerleme kendi milli şebekesini yapmak milli mühendislerini yetiştirmek ve bu şebekelerde çalıştırmak, altyapıda kullanılan malzemeleri kendi ülkesinde milli olarak üretmektirdiki, bundan altın çağımızda bahsedilemeyi bırakın hayal bile edilemezdi. Kendi milli altyapı şebekesini Türkiye 1960-1970li yıllardan sonra yapabilmeye başladı. Tütünü boşverelim, zaten çuvallayıp gemiye dolduruyorlar. Neyse bakalım altın çağımızda daha neler varmış.
"1930 yılından sonra şehrin ana yollarına kaldırım döşemeye başladık (daha önce kaldırım yoktu). 100 tane radyo aldık"
"Dünya krizi size nasıl tesir etti? Size dokunmadımı?"
"Tabiiki, (tesir etti) fakat limandan gelen gelirler tekrar yükselmeye başladı. Ceplerimiz artık o kadarda boş değil. şehrimizi geliştirmeye devam edebiliriz." Çekmecesini açtı ve planlarını açıp üstüste dizdi. Üstü kapalı bir pazar yeri yapacağız, soğuk hava deposu olan modern bir mezbaha ve yeni bir kanalizasyon şebekesi. şimdiki kanalizasyonumuz 50 yıllık ve pis suları denize götürdüğü yok. Hükümet çok uzun zamandan beri yeni bir liman inşasından konuşuyor. Eğer yakında (hükümet) inşaata başlamazsa biz kendimiz (belediye olarak) bir iskele yapacağız. Ankara hükümetinden şehir planlaması için bir yabancı uzman gönderilmesini istedim
işte modern Türkiyenin durumu. Gerici dedikleri 2.Abdülhamitten kalma kanalizasyon, yeni kanalizasyon daha plan aşamasında, eski Abdülhamitten kalma liman, liman değil belki sadece bir iskele, Osmanlıdan kalma bir mezbaha binası. Cumhuriyetin medeni olarak ortaya çıkardığı sadece yabancı bir şirkete yaptırdığı bir elektrik, su şebekesi. Bütün büyük şehirlerde durum budur, sadece Samsunda değil bütün Türkiyede. Medeni olduğumuz, Batıyı yakaladığımız alanlar var, tahmin ediyorsunuzdur, ne demek istediğimi. Saf Kemalistler için rakıdan, Allahsızlıktan, kıyafetten bir misal verelim, gerisini onlar getirsin. Sizce bu belediye başkanının bahsettiği planlar ne zaman hayata geçirildi dersiniz. Ataput zamanında olmadığını söyleyebilirim, ölmesine 3 sene kaldı. Milli şef zamanında mı dersiniz yoksa Menderes zamanında mı dersiniz?
sayfa 161
"Tütün fabrikasını ziyaret ettim. Bina 40 yaşındaymış."
Yâni bina bile Osmanlıdan kalma. 40 yıl gerisi demek 1895 senesi, yâni yine gerici dedikleri 2.Abdülhamitten kalma. şimdi Amerikalı sigara şirketi çalıştırıyor.
işçilerin hepsi kadın ve kızlarden ibaret, en genci 14 yaşında, kazandıkları günde 25 kuruştur. Ayda 5,5lira eden bu maaş bir memurun kazandığının yedide biridir. Fabrika müdürü yazarı gezdirir, okuma kursu açtıklarını, okuma yazma bilmeyenlerin kursa gittiklerini söyler. Küçük mühendis Nejat tayininin simeryol adlı bir demiryolu şirketine çıktığını, Malatya -Sivas demiryolu inşaatında çalışacağını söyler.
Sayfa 163de yazar tesadüfen bir müzik gösterisine şahitlik eder. Yanında Nejat vardır.
"Caddeler gecenin ay ışığında aydınlanıyordu. Akasya ağaçlarının kokusu her tarafı sarmıştı.
Yüksek gri taşlı bir duvarın arkasından yüksek sesli bir kadının sesi geliyordu. Müzik aletleri ona eşlik ediyordu. Bir klarnet kısa kendini tekrarlayan bir şarkı çalıyordu, bir tambur ve küçük zil gümbürtüyle ve tıngırtıyla kuvvetli bir ahenkle eşlik ediyorlardı. Birdenbire ses kesildi ve alkışlamaya bravo demeye başladılar.
Nejat: "eskiden kalma konser bahçelerinden biri" dedi. Benim sualim üzerine
"istersen girebiliriz. (Fakat) Musik iyi değil. Arap kökenli. çöl. Bu müsik insanları tembel yapıyor ve ilkel hayatların bir parçası. Hükümet, Avrupa müziği istiyor. Doğudan ne kadar uzaksa o kadar iyi."
Belki bilmiyorsunuzdur. Daha 1930 yılı gelmeden bütün Türkiyede türkü çalmak, saz gibi eski müzik aletlerini kullanmak yasağı vardı. insanlar daha çok opera dinleyeceklerdi, Batı müzik aletlerini çalacaklardı. Ataput halkı öylesine bir Batılılaştırmak istiyordu, öylesine bir toplum mühendisliğine girişmiştiki, dünyada eşi benzeri yoktur. ister inanın, ister inanmayın. Ben şimdi Ataputa kültür haini desem acaba Kemalistler ne derler? Ataputun meşhur balolarında hangi müzik çalınıyordu? Bakınız, şimdi Kemalistler "Ataputumuz işte Müzeyyen Senar, Safiye Ayla'nın şarkılarını dinliyordu" diye atak yapmaya çalışırlar. Ataputumuz latin alfabesine alışamadığı için Osmanlı alfabesiyle yazmaya da devam etti. Alışkanlık başka şeydir, özenti, hayranlık, Batı deliliğine dönmüş zihniyet tarzı başka şeydir. Ataputumuz eski şarkıları dinliyor, Batı müziğini dinlemiyorsa, kendisinin küçük yaştan berigelen bir alışkanlığıdır. Aynı şekilde Osmanlı alfabesiyle yazması da öyledir. Ataputumuzun Osmanlı harfleriyle yazmaya devam etmesi alışkanlığındandır. Fakat halkına yaptığı kültür gaddarlığını Ataput kendisine uygulamamıştır. Diktatör olunca kendinizde serbestlik bulursunuz. Özel yaptığınız her şeyde sonsuz serbestliğe sahip olduğunuz için, milletinize dayattığınızı kendiniz yapmak zorunda değilsiniz.
"şarkıcı Eftalya'ymış Deniz kızı takma adıymış. sahne büyük bir istiridye kabuğunu andıryordu. Istiridyenin arkasında Ataputun büyük bir resmi asılıydı. Ataputun resmi çok ciddiydi. neredeyse öfkeli, sanki şarkıcıya ve seyircilere kaşlarını çatmış gibiydi. şarkıcı ne güzeldi nede gençti. Rum kökenliydi ve 1.dünya savaşı çıkmadan önce ünlü olmuştu. (...) Seyircilerin arasında subaylarda vardı. Nejatın söylediğine göre Eftalya fuardaki gramaofondaki şarkılardan başka da şarkı söylüyormuş, subay şarkıcının çok güzel olduğuna inanıyormuş. Birdenbire subaylar ayağa kalkıp, kadehini yukarıya kaldırıp, "eftalya çok yaşa" diye bağırdı, diğerleri ona eşlik ettiler. sahnenin yanında oturan birisi, çok içtiğinden sallanark bir rakı şişesi getirip subaylara verdi. Beraber içtiler."
Safya 166-167
"Orayı terkettik. Bir köşeyi dönünce içinden bir orkestranın hafif sesi gelen beyaz bir villaya geldik. Önünde kocaman ışıklandırılmış bir Atatürk posteri vardı ve üstünde Samsun Halk Evi yazıyordu. içinde bir halka oluşturmuş ellerinde keman ve kontrabas bulunan kızlar oturuyordu. Alman Schubertin alabalık parçasını çalmaya çalışıyorladı. zavallı Eftalya, yakında onun için yaşayacak dünya kalmayacaktı.(yâni eski şarkılar ölecek yerini yeni Batı müziği alacaktı)"
"-Kötü kötü sırıtmana gerek yok Nejat, Eftalya binlerce hemşerini şarkılarıyla mutlu etti."
"-Eftalya tavuş kuşu gibi gaklıyor. O tehlikeli bir kadın. şarkılarıyla insanları geçmiş için ağlatıyor."
Nejat'ın Eftalya'ya düşmanlığı azınlık mensubu olduğundan, Rum asıllı olduğundan değildir. Hükümet gibi ne kadar eski alışkanlık, eski kültür varsa ona düşmandır. Eskinin yerini her şeyiyle Batı almalıdır. Bu zihniyeti bütün cumhuriyet yazarlarında görebilirsiniz, mesela Yakub Kadri'yi misal alın. Bu zihniyet gördüğünüz gibi hükümetle ilişkisi olan herkese sirayet etmiştir. Mesele bazı islamcı yazar ve siyasetcilerin dediği gibi sadece dinin yokedilişinden ibaret değildir. Mesela Fesli Deli, Necip Fazıl çoğunlukla "islamı yok ettiler" diye şikayet ederler. Fakat yok edilmeye çalışılan Türkü bütün geçmişinden herşeyiyle beraber koparmaktı.
Türkiyenin ihraç ettiği malın üçte birini tütün teşkil ediyor.
Yazar istanbulda basılan ve Türkiyenin değişik illerindeki köylere dağıtılan bir duvar gazetesine kitabında misal olarak yer vermiş. Adı Köy Duvar gazetesi, Ekim 1934 tarihli, hükümetin propagandasını ücra yerlere taşımak için kasabanın, yerleşim yerinin mühim yerlerine asılmaktaymış. Bu gazeteden 3 tane küpür veriyorum. Aslında böylesi haberler günlük gazetelerinde de hergün bulunmaktadır.
Birincisi aslında köylüyü bilinçlendirmek maksadında. Fakat şimdiki zamanda size korku filmi gibi gelebilir.
En fena şey bit. çünkü o en pis, en kötü hayvanlardan biridir. Bitten kaçınız, çünkü bir defa yakalandınızmı, ondan kurtulmak hayli vaktinizi alır. Bitli insanlara yaklaşmayınız, çünkü onlar hastalıklı pis insanlardır, sonra size de bit geçirirler. Eğer bitlenirseniz, bundan kurtulmak için hemen saçlarınızın diplerine lambanıza koyduğunuz gazyağıdan sürüp başınız bir çevre ile sıkı sıkı bağlayın. Yarım saat sonra bol sıcak su ve sabun ile başınızı güzelce yıkarken, saçlarınızı sıkı bir tarakla tarayın! Bitli insan böyle pis ve hastadır, ondan herkes ürker, bitli olmamak için her zaman temiz olun! Yağlı ellerinizi üstünüze başınıza sürmeyin!
Sabunu bulmak için köylü şehire atıyla eşeğiyle köyünden inip aktarlara, bakkallara gitmesi lazımdı. Her köyde bakkal bulunmuyordu. Eskiden eşekleriyle köy köy gezen çerçiler, gezici satıcılar vardı. Bu insanlar da sadece yaz ve sonbaharda köylere uğrarlardı. Hatta iç Anadolunun köylerinde bile gazyağı veya böcek ilacı bite karşı kullanılıyordu. şimdi nüfusun yüzde 80inden fazlasını meydana getiren köylü bilirsiniz milletin efendisidir, fakat bitli olduğu zaman - haberi okudunuz- onlara yaklaşılmaması gereken, pis, hastalıklı insanlardır. Bu köylüler sarayda, köşklerde yaşamıyorlardı, sabun almaya bile paraları yoktu. Hiçbir köyde hazır musluktan akan temiz su akmıyordu. Derelerden, kaynaklardan evlerine temiz su getirip kaynatıp sıcak su haline getirip yıkanıyorlardı. Bulundukları ortamda topraktandı, köy evlerinin topraktan zeminine kilim atılır, bu kilimler yazın nehirde çayda yıkanırdı. Hayvanlarla içiçe olan köylüler bazen hayvanların yakalandıkları hastalıklara da yakalanırdı. şimdi bu haberi okuyan kişi köylüler hakkında kötü düşünür ve neden temiz olmadıklarını ve bitlendiklerini kendi kendine sorar. Halbuki köylü demek sefillik demekti, ilkel ortamlarda, ilkel şartlarda hayatta kalma mücadelesi veren insanlardı. Bit, pire ve tahtakurusu yine iyi sayılan asalaklardı. Kene ısırdığı zaman menenjit hastalığına ve ölüme bile götürüyordu. Bütün çocuk hastalıkları verem salgın halinde savaştan daha tehlikeli bir şekilde milleti kırıp geçiriryordu. Neyse bir atasözü vardır. Davulun sesi uzaktan hoş gelir diye. şimdi sıcak evinde, elektrikli ve su şebekeli hazır olan birinin yazdığı şu habere bakarmısınız. Sanki köylü sabunu, sıcak suyu her gün her zaman ucuza hazır bulduda yıkanmadı. Sanki bitli köylüler isteyerek bitleniyorlar. Köylü milletin efendisidir. Kemalizm, koskoca millete yutturulan ve hâlen de yutulan bir yalan!
ikincisi ise Ataputun tümden değiştirmek istediği veya yok etmek istediği şeylerden birisiyle âlâkalı, islam ve dil. Okurken lütfen Kemalizm propagandasından kendinizi münezzeh tutunuz. insanın kendi dilini övmesi ve güzel bulması çoğu insanlar için tabii bir şey olabilir. eğer siz solcu görüşünü benimseyen bir kişiyseniz ve faşimze karşı geliyorsanız, kendi dilinizin bütün dillerden üstün tutulmasına karşı çıkmanız gerekir. Eğer milliyetçi veya ırkçıysanız, dilinizin başka dillere karşı en üstünü olduğunu benimsiyorsanız, o zaman kendinizi mesela bir kızılderilinin, Afrikalı insanın yerine koyun ve Türkçü ırkçılara karşı ne hissedebileceğini düşünün. Eğer müslümansanız ve hâlâ Türkçenin diğer dillere göre üstün olduğunu düşünüyorsanız, müslümanlığınızı bir gözden geçirin derim. Yâni hangi dünya görüşü bakışından, inancından, zihniyetten gelirseniz gelin, Türkçenin başka dillere üstünlüğü meselesi kendi kendisiyle çelişen bir vaziyettedir. Mesela Eskimo dilinde coğrayfadan dolayı kar ve buz için yüzlerce kelime vardır. Türkçede ise sadece bir kelime mevcuttur. Sadece kışın yağan kar cismine bakarak Eskimo dili kelime bakımından çok zengindir diyemeyiz, ne de Türkçeye bu yüzden çok fakirdir diyebiliriz. Almanca dilinde, her cisime her duruma ayrı bir kelime ayrılmıştır ve ismin hallerini belirten ekler vardır, ismin halleri o kelimeyle beraber öğrenilir. Almancaya çok zengin ve öbür dillere göre çok üstün diyemeyiz. ingilizcede kelime çekim ekleri yoktur, bunun için ingilizceye çok basit bir dil diyemeyiz. Neyse bunları yazıyorum ve sizi bilgisiz atfetmekten kendimi men ederim, fakat çoğu Kemalistler okuyacağınız bu Kemalizm yalanlarını her zaman tekrarlıyorlar ve Ataputun bu dünyada eşi benzeri görülmemiş saçmalıklarını kabul edip, Türkçeyi en üstün dil olarak görüyorlar, Güneş dil teorisini çıkarttığı için Ataputlarıyla gurur duyuyorlar.
Bütün dillerin kendilerine ait özellikleri vardır, fakat bu özellik bu dile başkalarına göre bir üstünlük sağlamaz ve bir dil ırkçılığı olamaz, güdülemez. Fakat işte Ataputumuz bir dil ırkçılığı da ortaya çıkardı. Ve Türkçe tam bir katliama uğradı. Bütün islami kelimeler Türkçeden atıldı, yerine uyduruk kelimeler bulundu ve halka bu kelimeler dayatıldı. Okullarda okutuldu, 2010lardan sonra yeni kelimeler uydurulma işi, eskilerini yok etme deliliği birazcık durdu. Neyse gelelim o habere.
"Bütün dillerin anahtarı, üstünü, güzeli olan Türk dili zaman geçtikçe kendi kalıbından sıyrılarak, yabancı kalıplara girmiş, dilimiz iyi okur yazarlarımzın bile çetin anlayacakları, bir biçim almıştı."
"Büyük Gazi, dilimizdeki yabancı kelimeleri ayıklamayı, dillerin üstünü, anahtarı olan dilimizi kendi kalıbına sokmayı düşündü, her büyük işle olduğu gibi, bu savaşta da başkumandan olarak önümüze geçti, 2 yıl önce(yâni 1933 senesinde) Dolmabahçe Sarayında Türk Dili Kurultayını açtı. 2 yıl önce başlayan bu iş 2 yılda hayli hız aldı. Bütün Türk okuturları, yazganları, bütün bir millet elele vererek, bu işi başarmak yolunda durmadan çalıştılar. Bu resim Büyük Gaziyi -eskiden padişahların eğlence yerleri olan bizim yalnız rüyalarımızda gördüğümüz- Dolmabahçe sarayında, yüzlerce halk arasında dil işlerini dinlerken gösteriyor. "
"iki yıl içinde dilimizdeki birçok yabancı kelimeler ayıklanmış, yerlerine öz Türkçeleri bulunmuştur. (uydurulmuştur daha doğru olurdu). Halk ağzından toplanan sözlerin sayısı (6) altı binden fazladır. Yine Büyük Gazinin başkumandanlığı altında başlıyan bu savaşın da zaferimizle nihayet bulacağı gün çok yakındır."
Böylesi haberler, makaleler, yazılar binlerce onbinlerce var. Eğer böylesi bir yazıyı yeni okuduysanız, tarihle hiçbir alakanız yok demektir. Ne yazıkki, kusurumu bağışlayın, fakat tarih bilmiyorsunuz, veya ilgilenmiyorsunuz demektir. Ben size cahil demiyorum. Bilgisizsiniz o zaman. O zaman tarihinizi bilmiyorsunuz demektir. Ataput zamanını tenkit eden insanları karalamayın o zaman lütfen.
Haberde kalın harflerle öne çıkarttığım kelimelere dikkat edin.
Türk Dil Kurumunun Ataputun ölümüyle rahat bir nefes aldığını ve Türkçeye yerleşmiş ve Türkçeye mal olmuş kelimelere dokunmadığını sanmayın. Makalede mesela "çetin" kelimesi bulunmaktadır. Ataput zamanında bu kelimeye dokunulmamış, fakat sonra bu kelime "zor" olarak değiştirilmiş ve okullarda artık "çetin" kelimesi okutulmadığı için ve bu kelimeyi kullanan insanların, neslin ölmesiyle beraber tümden ortalıktan kaybolmuştur. şimdi "zor" kelimesi yerine "çetin" kelimesini kullanan hiç kimse yoktur. Sadece Azerbaycanda hâlen hayatını "çetin" olarak devam ettirmekte. Ben Türk Dil Kurumuna Türkçeyi Katletme Kurumu diyorum.
Makalede dikkat ederseniz çetin kelimesinden başka netice ve rüya kelimesi de eskisi gibi bırakılmış. rüya şimdi Katletme Kurumu tarafından düş ile değiştirilmeye çalışıldı, olmadı. "Netice" kelimesi de, "sonuç" kelimesiyle değiştirilerek başarılı olundu(katledildi). Ataput zamanında katledilmeye çalışılan "mürebbiye" kelimesi yerine "okutur" kelimesi getirilmeye çalışıldı, fakat "okutur" tutmadı, sonra "öğretmen" kelimesiyle halledildi, katledildi. Aynısı muharrir yâni yazganla denendi, tutmadı, yazarla katledildi.
Haberde 2 tarihi gerçeği Kemalist Ataput devleti yalan söyleyerek çarpıtmaya çalışmaktadır ve bu denli haberler Ataput zamanında her gazetede dergide, kitapta yer almaktadır. Dikkat ettiyseniz, Dolmabahçe sarayında padişahlar sadece eğlence yapmışlar, başka hiç bir şey yapmamışlar, Osmanlı devletini buradan yönetmemişler. Osmanlı düşmanlığı nereden geliyor zannediyorsunuz. Böyle işte halka Osmanlı ve padişah düşmanlığını her vesileyle pompaladılar. Ikincisi ise aynı cümlede geçen Ataputun halkı dinleyerek, halka danışarak bu kelimeleri değiştirdiği haberidirki tümden yalandır. Haberde halktan yüzlerce kişi arasında arasında dil işlerini yürütüyor diye geçiyor. Biliyorsunuz Türkçeyi değiştirenler Rum, Yahudi, Ermeni asıllı insanlardı ve özellikle azınlıklardan seçilmişlerdi. Ataput hiçbir zaman halka bir şey sormadı. Zorla, baskıyla tepeden inme bir şekilde kelimeleri de uydurarak değiştirdi. Fakat işte halkı uyutmak için gördüğünüz gibi bu propaganda gazetelerini kağıtlarını bastırdı. Öz Türkçe şu anda Azerbaycan, Türkmenistan gibi ülkelerde kısmen varlığını sürdürüyor. Fakat o ülkelerde de Batıdan alınma çok ama çok yabancı kelimeler var. Neyse dil katliamı çok teferruatlı bir mevzu.
Duvar gazetetesindeki üçüncü küpür ise yine osmanlı düşmanlığıyla ilgili. Haberde padişahların halka zulmettiği yazmaktadır. şimdi zulüm bildiğiniz gibi mesela askerle, polisle, jandarmayla olur, bir fiziki zulümdür, bu da işkence demektir, zorla devlet organının halka fiziki şiddet uygulamasıdır. Bana hangi padişahın halkına fiziki şiddet gösterdiğini söyeleyebilirsiniz. şeriatla yönetilen Osmanlıda haksız yere halka ne zaman fiziki şiddet yapıldı? Hangi padişah bir diktatör gibi davranarak, şeriatı boş verip istediği işkenceyi halka uyguladı? Sadece şeriatın belirlediği kanunları çiğneyene yine şeriatın belirlediği cezalar verildi. şimdi fiziki zulüm yalanını geçtik, çünkü yok, manevi baskı, şimdikiler mahelle baskısı diyorlar o varmıydı, yâni manevi zulüm, ki sizde takdir edersiniz, müslüman halka müslüman gelenek, örf ve âdetleri uygulanırdı, müslümanlığı beğenmeyen, veya azınlıkta olanada müslüman gelenek, örf adetleri uygulanmazdı. Her istediğinizi Osmanlıda yazamazdınız, söyleyemezdiniz, fikir söyleme, beyan etme hürriyeti, neşretme hürriyeti şimdi bile belirli ölçüyü geçtikten sonra kısıtlanan ve tabii olarak görülen şey. Fakat Ataput cumhuriyetinde tam bir zulüm vardı. Cumhuriyette hem fiziki zulüm, hem manevi, fikir zulmü vardı. Ataput cumhuriyeti başka fikirlere tahammülü olamayan bir diktatör rejimiydi. Ataput kendi idaresinin yaptığını örtmek ve propaganda yapmak için burada Osmanlı idaresini suçlamaktadır.
"Nihayet Türkü ölümden kurtaran Büyük gazi Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları bu mektepten(Harbiye okulundan) aldıkları ışığı bütün Türk dünyasına saçtılar ve padişahların zulmü içinde kapkaranlık kalan yurdumuza Cumhuriyet ışığı saçtılar."
Biliyorsunuz Ataputun cumhuriyetinde hiçbir seçim olmadı, halk tek partiye oy attı. Hatta kendini seçim sırasında bağımsız ilan eden seçime katılan bir kaç aday Ataput tarafından duyulduğu zaman başlarında ne kabaklar patlatıldı. Fakat mevzumuz değil. Ataputun propagandasına karşı birşeyler yazan tek tük yazar basın matbuat kanunuyla tümden ortadan kayboldu. şimdi padişahların haksız yere karalanması o zamanın ihtiyar insanları tarafından tabiiki yalan olduğu için hoş karşılanmadı. Fakat yeni yetişen ve beyni bu propagandayla yıkanan nesil dedeleriyle, büyükleriyle ters düştüler. ihtiyar insanlar fikirlerini ve yaşadıklarını cezası olduğu için söyleyemiyorlardı ve dilsizdiler, fakat yeni cumhuriyetin söylediği propagandayıda kabul etmiyorlardı. Böylece cumhuriyetin yetiştirdiği ilk nesille dedeleri ve ebeveynleri arasında mevzu tarih, din, gelenek olduğu zaman bir kavga, anlaşmazlık çıkardı. cumhuriyetin yetiştirdiği ilk nesile dâhil olan yaşlı yazarların, siyasetcilerin hatıralarını dinlerseniz, okursanız, ebeveynleriyle dedeleriyle çelişki içinde olduklarını görürsünüz. Neyse bu 3 küpür yeter. Başka haberler de var, bu gibi haberleri, yazıları zamanın gazetelerinde, dergilerinde de görebilirsiniz.
Dikkat ettiyseniz bütün haberlerde Ataputtan bahsedilirse ilahlaştırılmaktadır. Ataput, bunu kendi isteğiyle, bilinçli, sistemli, planlı bir şekilde yaptırmıştır. Her zaman mutlaka Büyük Gazi, Ulu Reis, Önder öğretmen, Büyük Başkumandan yüceltilmeleri yapılmaktadır. Yazarın belirttiği gibi her tarafta her devlet dairesinde Ataputun ya resmi ya büstü, ya heykeli bulunmaktadır. Ataputun kendini Allahın yerine koymaya daha kendisi hayattayken başlamıştır. şimdi değişen nedir diye kendinize sorun. Neyse ben yazarın birebir şahitlik ettiği olaylara dönmek istiyorum.
Burada kısaca Ataputun övgüyü hak ettiği, millete yararlı bir icraatını da belirtmem gerekir. çünkü ben tarafsızım ve faydalı olan icraatları da belirtmem gerekir.
Yazar Halk Evlerinde cumhuriyetten daha önce de gelenek halinde olan yetim olan çocukları okutma ve yetiştirme işinin yürütüldüğünü yazar. Halk evlerinin kapasitesine göre ve yetim çocukların isteğine göre çocuklar eğitilir. Halk evlerinde gönüllü olarak çalışan insanlar tarımda köylülere faydalı bilgiler verirler. Aynı zamanda okuma yazma kursları düzenlenir.
Kadınların çocuk yetiştirmesi, sağlık bilgileri, ölüm, doğum, evlilik gibi hallerde nüfus dairelerini bilgilendirme gibi vatandaşlık görevlerinin yapılması, vesaire mevzularda halkın bilinçlendirilmesi Halk evlerinin faydalı icraatları arasındadır.
Halk evlerinin bu faydalı taraflarından başka milletin, geleneklerine, ahlakına ve dinine çok zararlı faaliyetleri olmuştur. Çünkü yazarın belirttiği gibi Halkevleri, CHP partisinin bir organı gibi işliyordu ve devletin siyasetini ve amaçlarını birebir halka anlatıyor ve anlatmakla kalmayıp, halktan Kemalizm siyasetini birebir tatbik etmelerini istiyordu.
Bu başka bir mevzu.
sayfa 177-178
"Nejatın dâveti üzerine Sivas Malatya demiryolunun inşaatını görmek için sivasa hareket ettim. Pantolon adını verdiğim hırpani giysili konak memuru beni Fordla karşıladı.simeryol şirketi çok zor tabiat şartları altında çalışıyordu. Demiryolunu çabuk tamamlamak için karşılıklı 2 noktadan inşaata başlanmıştı ve ortada birleşeceklerdi.10binden fazla insan biraraya gelmişlerdi. işçilerin çoğu basit çiftçilerdi ve garip görünüşlü işçilerdi. ülkenin her tarafından toplanmışlardı ve sadece bu çetin görevi yerine getireceklerdi. Bulunduğumuz zaman içinde başlamış olan Habeşistan savaşından öğreniyordukki, bu kadar çok
insanın yiyeceğini bu çok zor tabiat şartları altında karşılamak büyük organizasyonlar gerektiriyordu.
Sivasa yakın yerlerde herşey kolay görünüyordu. Düz ovalarda sadece küçük tepeler bulunuyordu,bunları da işçiler ellerindeki küreklerle düzlüyorlardı.Bozkır kürek sesleriyle bir ara sessizliğini bozsada işçiler gidince tekrar eski sessizliğine
kavuşuyordu.(...) Ulaş'ta bizi muhtar 3 jandarmayla beraber karşıladı, selamladı. "
sayfa 179
"Beyaz bıyıklı, başında fese benzeyen yün başlıklı bir köylü bizi evinde yemeğe davet etti. Evi diğer köylülerin evine benziyordu, tahtadan kapısı ve diğer evlerde olmayan duvarın en yüksek yerinde duvar içine konulmuş çerçevesiz camlar vardı. Odanın
her kenarını çevreleyen divan, kilim, yerde yatarken yün döşeklerin altına konulmak için kullanılan koyun derisi istifi, bir duvarda tahtadan raf üzerine dizilmiş çömlek tencereve bardaklar, bir yuvarlak odun sobası vardı. Giysi dolapları yoktu, bütün giysilerini üzerlerinde taşıyorlardı."
"Yedik ve yerken konuştuk. Oğlu bize yemek getirdi ve biz yemeğimizi bitirene kadar sinideki hiç bir şeye dokunmadı. Yaşlı adam benim gibi bir kadının tek başıma yabancı bir ülkeyi gezmeme ve buna hükümet tarafından müsaade edilmesine hayran kalmıştı. şimdiki zamanda herşeyin başka olduğunu duymuştu, fakat hayatındaki şimdiye kadarki tek değişiklik üstten(hükümet tarafından) kendisine dikte edilen anlaşılmayan kanunlardı. "
"Mesela (yaşlı adamın)fes giymesini yasaklayan şapka kanunu. ilk önce karşı gelmek istemiş, fakat ""pis muhtar,
sayfa 180
domuz muhtar" onu cezalandırmış. Sonra bir-iki hafta içeride(cezaevinde, nezarethanede) kalmış.Fakat duvarları sonsuza kadar
seyredemezmiş ve oğluna Sivas çarşısından bir şapka almasını istemiş. şapkayı eline aldığı zaman önce (şapkaya)aşağılayarak
bakmış ve birkaç gün hiç dokunmamış. Sonra köylü açgözlülüğü tutmuş ve para ödediği için giymesi gerektiğini düşünmüş.
(O zamanlar bir şapka en azından bir haftalık maaşa denk geliyordu.) Sonra (yaşlı adam) görmüştüki, köylülerin hepsi
şapka giymeye başlamış ve şapka karşıtlığı yavaş yavaş ölmüş. Kendince ne yapabilirdi? Allah onu hükümetin şiddetine
karşı direnmediği için suçlu bulmazdı diye düşünüyordu. Kaderin önceden yazılmış okları atılırsa koruyacak bir
kalkan bulunamazdı. Birgün inşallah, kötü hükümet defedilir giderse o gün fesimi tekrar giymek için dikkatlice
saklıyorum dedi."
"Fakat şapka kanunu 10 yıldır yürürlükteydi ve hükümet (o zamana göre) daha da kuvvetliydi. Ve hatta şimdi demirden bir yol döşüyorlardı. Yaşlı adama trenyolunun ne olduğu anlatılsada neye yaradığını anlayamadı. çünkü şimdiye kadar böyle bir şey duymamış, görmemişti."
"Kasabada(Ulaş'ta) birçok aileyi ziyaret ettik. Kadınlar utangaçtı ve bizi gördükleri zaman kaçıp evlerine saklanıyorlardı."
Hah, şimdi bakın ne kadar modern ve uygar bir ülke olduk artık. Tam Ataputumuzun istediği gibi kadınlar artık kaçmıyorlar, hatta biz bazı eskiden bulunmayan kadın tiplerinden kaçıyoruz. yâni kadın-erkek eşitliğinin de üzerine çıkıldı artık Türkiyede. Kendi kendinize sorun acaba siz dedelerinizin ve ninelerinizin torunlarımısınız? Eğer şimdiki Batı tarzında olan bir hayat biçiminiz varsa ve bu tarzınızı beğeniyorsanız o zaman siz dedelerinizin torunları olamazsınız. Sadece aranızda biyolojik bir bağ vardır demektir. Fakat kültürel olarak gelenek, din, dil, örf, âdet bakımından yozlaştırılımış bir nesilsiniz. Sadece genleriniz dedelerinizinkiyle aynı. şimdi Ataput sizinle çok gurur duyardı, tam onun istediği nesil işte sizsiniz. fakat şimdiki bu devşirilmiş nesil bile bazıları için yeterli değil. Bazı profesörler hiçbir çekince duymadan mesela şimdiki neslin devletce tam dinsizleştirilmesini, ateist olmasını istiyor. neyse devam
Sayfa 181
(...) (Tecer Dağlarında)akşama doğru boğaza geldik. Sadece en yüksek zirveler berrak pembemsi renkteydiler. Hilal yeni çıkmıştı. Bütün ova boyunca büyük beyaz çadırlar ve onların yukarısında odundan kulübeler yer alıyordu. Demiryolu şantiye kampına gelmiştik.(...)
Sayfa 182
Fransada okumuş ve Fransızca bilen genç bir mühendis yazarı inşaat yerinin etrafının gezdirirken iş şartlarından bahseder. Haftanın her günü durmadan çalışılmaktadır. O kadar çok işçi arasında tek kadın yoktur. Mühendis 13 aydan beri tek gün izin alamamıştır.
Nedense dikkat ederseniz Batıda okumuş insanlar yazar kadınla konuşurken hep terbiyesizlikten, içkiden, kadından bahsediyorlar. Osmanlı terbiyesini unutmuş insanlar mankurtlaşmış insanlar. Zannetmiyorumki kadın yazar mahsustan bu insanları böyle kurgulamış olsun, çünkü beraber çektirdikleri resimler olduğuna ve bu insanlar yaşamış insanlar olduklarına göre, onların karakterlerini başka şekilde göstermek kadın adına en azından şerefsizlik olurduki, ben kadının karşılaştıkları insanların karakterlerinin yazdığı gibi olduğunu düşünüyorum. Çünkü 1930ların ortasından değil, çok daha önce 2.tanzimattan sonra böylesi ahlaksız, kumarlı, kadınlı, içkili, metresli hayat normal bir şeydi.
Genç mühendisin sözlerini verelim o zaman anlarsınız:
sayfa 183
"13 aydan beri tek boş günüm olmadı. Fakat bir kaç gün sonra burayı terkedeceğim. Gideceğimi düşününce kafam dönüyor. istanbula gitmem lazım. Orada her gece değişik kadınımın olması lazım."
Yazar kadınla bir geziye çıkarlar ve mühendis kadının kampa dönmesini istemez ve beraber kalmalarını ister. Kadın bunu mühendisin bekar olduğuna, aylarca öbür işçiler gibi kadın görmemesine, şantiyede hayat şartlarının sert, ilkel ve zor olduğuna bağlar. Mühendis özür diler.
Genç mühendisin adı Bilal'dır. Bilal, parasının olmadığını o yüzden evlenemediğini, şef mühendisin karısını kampa getirttiğini, fakat karısını bir an yanlız bırakamadığını, işçilerin bazılarının çok kaba olduklarını, hareketlerinin kimse kestiremediğini, sonunda şef mühendisin karısını memleketi Adana'ya geri gönderdiğini anlatır. Ve şefin karısının gitmesinin kendisi ve işçiler içinde daha iyi olduğunu anlatır.
Yazar burada Bilal'in Türk kadınları hakkındaki düşüncelerini vermiştir. Bilal Fransa'da okurken kadınlarla flört etmiştir. Fakat eğitimini bitirip Türkiyeye dönünce eski Türkiye'yi bulamamıştır. Kadınlar eğitim görüp erkeklerden bağımsız kalınca, kendi paralarının olmaya başlaması, herşeyin onlar için yeni olması, erkeklerden daha çekici olduğunu anlatır. Yazar Bilal'ın ve onun gibi olan bir sürü erkeklerin aynı zor durumda olduğunu, Nejat'ın görüştüğü kızı devletin her zaman değişik görev yerlerine gönderdiğini, Galib'in ailesini birarada tutamadığını hatırlar. Bilal bir arkadaşının istanbul üniversitesinde tıpı bitiren bir kızı sevdiğini ve o kızın şimdi eğitimi için Fransa'ya gideceğini ve kız döndükten sonra arkadaşını mutlaka cahil bulacağını söyler. Kadının tavsiyesi: "O zaman Avrupa'da okuyan avrupa'da okuyanla evlensin, Türkiye'de kalan Türkiye'de kalanla evlesin" olur. Böyle konuşma uzar gider. yâni ailenin, daha doğrusu aile kavramının dağılması o zamanlar başlamıştır.(...)
Demiryolu neredeyse sonsuz tünellerden meydana gelmektedir. Bilal, kadın yazar ve Avusturyalı tünellerden mesul bir mühendisle demiryolu hattının değişik yerlerini gezerler. Avusturyalı şirket tünelleri açmak için tonlarca dinamit kullanmaktadır. Tünellerin çoğu yarım ile 4 kilometre arasında, çoğu daha yarısı bitmiş veya bitmemiştir. şirket aynı madenlerdeki taşıma usulü gibi tünelin içine ray döşemiştir. Türk işçiler vagonlarla taşları doldurup iteleyerek dışarı çıkartmaktadırlar."işçiler aynı köyde şehirlerde gördüğüm gibi geniş şalvara benzeyen pantolonlar (zılgıt) giymişlerdi, bellerinde geniş kırmızı kuşak vardı. giysileri güneşten solmuştu ve kalın toz tabakasıyla kaplıydı. Bazen yamaçları kesmek suretiyle yol açılıyordu. Köylüler kayaları kırarak ray traverslerinin altına konulan çakılları elde ediyorlardı. Bazı köylülerin kadınları eşeklerin heybelerine taşları dolduruyorlardı ve taşıyorlardı.Kadınlar geniş dalgalı şalvargiymişlerdi, yalınayaklardı, peçelilerdi,bir tür beyaz türban giymişlerdi.
Sonsuz köprüleri gezdik. Taşdan,demirden,betondan, hepsi inşaat halindeydi.yoruldum ve sonunda kamp yerine dönmeye karar verdik. Alman markası ordu çadırlarını ziyaret ettik.
Avusturyalı mühendis benim suallerimi cevapladı.
"-Kaç kişi bu çadırda yaşıyor?"
"-durumuna göre 10 ila 15 kişi"
"-nasıl yâni üstüste mi kalıyorlar?"
"-işçiler rahatsız olmuyorlar. Birbirlerini böylelikle sıcak tutuyorlar."
Avusturyalı mühendis Gugler işçileri tarif etti.
"-iyi adamlar, itaatkarlar, dinamiti dikkatli kullanıyorlar. "
sayfa 189
"Birgün birisi birbaşkasını bıçakladı. Kural olarak 10 saat mesaide çalıştıktan sonra işçilerde ne şaka yapacak ve ne de şaka kaldıracak durum kalmıyor. Değişik yerlerden gelen işçileri aynı yerden gelen hemşerileriyle beraber aynı çadırda kalmasına özen gösteriyoruz. Türkiyenin neredeyse her yerinden geliyorlar. Allah bilir buraya gelirken yolu nasıl buldular.
Avrupalı işçilerler karşılaştırıldığında Türk işçilerinin kalitesi değişik, aynı değil. Kolay öğreniyorlar, fakat yavaşlar ve disiplinsizler. Bu zavallılardan başka bir şey beklenilmezki! Yaşamak için günlük yiyecekleri sadece pirinç veya somun ve bir avuç kurutulmuş zeytinden ibaret."
"-Fakat uygun maaş ödenmiyormu?"
"-Günlük 80 kuruş.Dinamit işçileri 140kuruş(1lira 40kuruş). fakat kazandıkları paranın onda birini bile harcamıyorlar. Her kuruşunu biriktiriyorlar. Vergilerini vermek için, yeni bir kıyafet alabilmek için ve ailelerine şeker ve biraz süs püs alabilecek parayı biriktirdikleri zaman köylerine ve tarlalarına gidiyorlar."
Evet, yazarın Erzuruma giderken rastladığı işçilerde vergi verebilmek için çalışıyorlardı. Devlet vatandaşlarından kazanç vergisi almıyordu, her bulduğu vatandaşa belirli bir vergi biçiyordu ve vatandaşın kazancı olsun olmasın devlet bu vergiyi topluyordu. Bu demiryolu inşaatı işçileri de Türkiyedeki bütün diğer işçiler gibi vergi verebilmek için çalışıyor. şehirdeki işçiler, devlet memurları, polis asker jandarmanın böyle bir meselesi yoktu. çünkü devlet sağ eliyle verdiğini sol eliyle alıyordu. Fakat köylüler kazansın kazanmasın vergi ödemek zorundaydı. Bu arada demiryolu işçilerinin aylık kazancı bir memurdan daha az.
Yazarın buradan sonraki 2 sayfada yazdıklarını aslında yayınlamamam lâzım. çünkü yazar Kızılbaşları ziyaret ediyor ve gördüklerini sansürsüz anlatıyor. Kendi ülkesinden olmayan insanlar olduğu için yazar için bu bir aşağılama teşkil etmiyor. Fakat yazdıkları şimdiki Türkiye'de mahkemelik olunacak şeyler ve insanları aşağılama derecesinde. şunu da belirteyim yazar kendisine anlatılanları aktarıyor. Ben de sadece yazarın yazdıklarını yorumsuz veriyorum. O yüzden yazarın yazdıkları beni bağlamaz. isteyen gitsin kadını mahkemeye versin, 1963de öldüğüne göre kemiklerini mahkemeye verebilirler.
"Bilal geri döndüğü zaman, karanlık çökmeden yakındaki Kızılbaş köyünü ziyaret etmemizi önerdi. Bilal, Kızılbaş kelimesini konuşurken bana sanki deli maymunlardan veya yabani köpeklerden bahsediyormuş gibi geldi. Fakat arabada otururken, yolda Avusturyalı Gugler'den öğrendimki, Kızılbaşlar eski Anadolu topraklarındaki yerleşik halkın birebir soyundanmışlar. Kızılbaşların pagan, islam, ve hıristiyanlıkla karışık olan dinleri, kendilerinin işgalgilerle beraber olup, onlarla kaynaşmasını engellemiş. Gizli kelime Kızılbaş, Türklerin onlara başlarındaki başlık yüzünden verdiği tâbirden geliyormuş. Bu başlığın tarihi de Türklerin dinlerinden dolayı başlarında yeşil başlık taşıdıkları zamana denk geliyormuş."
sayfa 190
"Bütün medenileştirme çabalarına karşı gelen kızılbaşlar, kendilerine ait olan geleneklerini ve âyinlerini korudular. Bilal üşüyerek ve eğlenerek bana anlattığına göre, bir kutsal gece kutluyorlarmış. Kadınlar ve erkekler karanlıkta biraraya geliyorlarmış. müslüman için çok kötü bir şey olan şarap içiyorlarmış. Kime denk gelirse onunla beraber yatıyorlarmış. Bu geceden doğan çocuklara Muhammedin yakın akrabası olan Ali adını veriyorlarmış. Ali'yi Kızılbaşlar peygamber olarak görüyorlarmış ve büyük saygı gösteriyorlarmış."
"Bilal, Avusturyalıya:
"-ona şirin masallar anlatma dedi. Onun söylediği tek kelimeye inanmamalısın. Karanlıkta casuslardan korktukları için buluştular belki."
"-Casuslarmı? Onlar yüksek sarp dağlardaki köylerinde tek başlarına yaşadılar. Hiç bir yabancı oralara kadar gidip yanlarına yaklaşamadı bile. Hayır, hayır benim söylediğim gibi. Yoksa neden hükümet Kızılbaşlara şimdi yasak koydu?"
"-Senin hükümetin şimdi benim hiç sebebini bilmediğim bir çok şeyler yapıyor. işte bak bir Kızılbaş, eşeğin üzerindeki şu adam."
"-Nerden biliyorsun Kızılbaş olduğunu?"
"-"Sakalına bak, onlar ne sakallarını ne de saçlarını keserler. "
Beyaz uzun sakallı adam biz arabayla önünden geçerken bize uzun uzun baktı. Kısa boylu ve sağlam bir vücudu vardı Kırışıklarla dolu yüzünde gururlu bakışı vardı. Düz çatılı ahşap, topraktan kulübeleri olan köy gördüğüm öbür köylere benziyordu. Küçük dar bir meydanda kadınlar ve erkeklerden meydana gelmiş bir topluluk Ademden kalma hödükte buğday dövüyorlardı. Tak,tuk,tak,tuk. Yanlarından geçtiğimiz zaman dönüp bize bakmadılar. Ben bir fotoğraf çekmek istedim, fakat Bilal acelece elimden çekip aldı.
"-Allah aşkına ne yapıyorsun, bizim taşlanıp ölmemizi mi istiyorsun? Zaten onlara bakarak, yeteri kadar nazar ediyorsun."
"-Ne demek istiyorsun?"
"-Mavi gözler nazar demektir. Çocukların ve hayvanların boyunlarındaki mavi nazar boncuklarını görmedinmi? Bunlar nazardan korunmak için. O yüzden gittiğin yerlerde dikkat et."
sayfa 191
Bay Gugler başını salladı.
"-Bu genç adam sizi korkutmak istiyor. Onlar küçük hayvan yavruları kadar nazikler ve ekmek kırıntılarını bile onurlu yabancılarla paylaşırlar. Fakat Bilal onlara karşı yükseklik taslar, onlarda buna dayanamazlar."
ikisi karşılıklı tartışmaya başladılar, hatta (köyden gelip) akşam yemeğini yediğimiz zaman bile devam ettiler. Bilal, Kızılbaşların kötülüklerini teker teker sayıp duruyordu, Gugler hep "saçma" diye tekrarlıyordu." sayfa 195de, yazarın ingiliz gazetesi The Berkminster News'de makale yazdığıni ve 1935li yıllarda geçimini böyle sağladığını ve iyi ingilizcesini ingilterede kaldığına borçlu olduğunu öğreniyoruz. Türkiyenin diğer bölgelerini de mutlaka gezmeyi düşündüğü ve parasının yetmediğini görünce nereden para bulabilirim/kazanabilirim düşüncesine kapılır.
Malatyada geziyi devam ettirecek parası kalmadığı için zengin bir insan arar. Malatyadaki Osmanlı Bankasının müdürü Nebi bey, yazarı bedavaya gezdirmeyi kabul eder. iki atla çekilen siyah tahta bir arabada gezinti yaparlar. Selçukludan kalma kalıntıların üzerlerindeki çamurdan evlerin yanından geçerek bir türbeyi ziyaret ederler. Çaput şeritleri ve mumlar dilek dilemek için türbenin etrafında gözükmektedir. Çocuklar para koparmak için birkaç hareket yaparlar: bir taşı kadının sırtına sürerler, bir şapkayı kadının başında gezdirirler. Yörenin kadınları ziyaretçileri görünce hemen peçelerini kapatmaktadırlar. Banka müdürü türbedeki çocukları kasdederek:
sayfa 196
"çok büyük değişiklikler oldu. Sadece dışarıda gözle görülebilir şeylerde değil, insanların düşüncelerinde de. Bundan 10 yıl önce (yâni 1925 senesinde) bir kadın bir evde müzik çalsaydı, pencereden içeriye taş atarlardı, çünkü o zamanlar sadece hafif kadınlar müzik aleti çalabiliyorlardı. Bazıları sokakta peçesiz gezen kadınlara saldırıyorlardı. Bugün benim ve bankadaki çalışanların hanımları ve yüzlerce kadınlar peçesiz yüzünü örtmeden gezebiliyorlar. Kimse onları rahatsız etmiyor. Tabiiki basit(okumamış ve fakir) kadınlar hâlâ kendilerini örtüyorlar."
Okudunuz işte banka müdürü raporluyor, çok büyük değişiklik olmuş, kadınlar yüzünü açmış, Batıyı yakalamışız. Dikkat ederseniz Batılı kadın normal karşılıyor bu değişikliği, çünkü Türk kadınları yazarın kendi kültürlerine Batı kültürlerine yaklaşıyor. Siz kendinizden örnek alın. Mesela siz hiç tanımadığınız bir ülkeyi ziyaret etseniz ve oradaki insanlar sizin gibi konuşup giyinse, sizin yemeklerinizi yese, siz memnun olmazsınız? Tabiiki memnun olursunuz, sevinirsiniz. Batılı yazar, "neden kadınlarınızı değiştiriyorsunuz, neden bize benziyorsunuz, öylece kendi kültürünüzde neden kalmıyorsunuz" diye sormuyor. Kültür emperyalizmini Kemalistler bize Türkçülük ve medeniyet diye dayattılar. işte banka müdürüde aynı zihniyette. Sonra en son söylediği kelimeler her zamanki gibi Batılı olmayı prensip olarak reddeden veya imkansızlıktan dolayı eskisi gibi yaşamak zorunda olanlar için söylenmiş tanıdığınız aşağılayıcı kelimer: "basit insanlar sadece kendilerini örtüyorlar." Vay be.
Biz Batıyı yakalamışızda bizim dedelerimizin haberi yokmuş. Zengin kadınlar Batıya özenip evinde müzik aleti çalıyorlarmış, Batının yüksek insan kültürünü almışızda bizim haberimiz yokmuş, cahil kalmışız. Tüh, bizim cahilliğimize. Kafamız değişmemiş. Bunları yapacağına kadınları üniversiteye doldurup fizikmi öğretildide biz kaçırdık, hangi Batılı sanayi deviyle beraber teknoloji ortaklığı yapıldıda, başına bir peçeli Türk kadın getirildide biz uyuduk? Hatta bilim öğrenmek için kadının peçeside kalabilirdi, bir kadın fizik profesörünün hem çarşaf giymesini hem de bilim öğrenmesini hangi şeyhülislam yasakladı acaba? Hatırlarsanız her asılan, her hükümetin icraatlerine karşı çıkan, şeriatı savunan insan "teknoloji Türkiyeye getirilsin, fakat Batının kültürü gelmesin" diye bağırdı. Neyse.
"-eski vâli görevinden alınıp yerine yenisi gelince, gerçek ilerleme o zaman şehirde başladı."
"-Görevinden alındımı? Neden?"
"-(Nedeni)Aslında hiçbir zaman açıklanmadı. Sadece eşkiyaların seyahat ederken basıldığı söyleniyor. Yeni vâli ibrahim Akıncı, Gazi'nin adamlarından biri. Kurtuluş savaşında Gazi'yle berabermiş, cesurluğuyla tanınmış birisi. O gelmeden önce kimse silahsız veya refakatsız bir köye gidemiyordu. Buralarda binlerce yabâni Kürtler yaşıyor.(vâli) çok büyük sertlikle idare etti. En acımasız insanlardan iki tanesini örnek olsun, ikaz olsun diye astırdı. şimdi herşey güvenlik içinde."
"Sınırdaki doğu vilayetlerinde de durum iyileşti. Geçen yıllarda 2 jandarma öldürülmüştü. Ordu komutanı bütün köyü yerle bir etmişti. Zaten fazla bir şey yoktu, biliyorsun işte gördüğün basit kulübeler. (Böylesi tedbirler) mucize yaratıyor bu bölgede."
okuduğunuz tedbirlere(köyü yerle bir etme, örnek olsun diye adam asmaya) ben sadece ne kadar demokratik bir hükümet, ne kadar demokratik bir idare ve vâli diyeyim. Tam Kemalistlere yakışır tedbirler, çok demokratik.
"1925ten başlayan 1929a kadar süren Kürt ayaklanmasında burada (Malatyada) değilmiydiniz?"
"Hayır. Fakat hükümetin kanunları ve düzeni öğretmesi gerekiyordu. Bu insanlar yerleşik hayat kuramazlar. Yapılabilecek en iyi şey, onları dağlardaki yuvalarından süpürmek, dışarı atmak ve onlara tarım yapabilecekleri düz arazi vermek. Bu insanlar (düz bir araziden) başka bir yerde doğru dürüst bir şekilde medenileştirilemez. Arazimizin dağlık olması bizim için büyük bir gerileme sebebi."
Bakın Osmanlı bankasının müdürünün Kürtlere bakış açısı Kemalistlerin bütün Türkiye süresince bakış açısının aynısıydı. Kürtler medenileştirilemez.
"Fıratın doğusu askeriye bölgesiydi ve yabancılara kolayca gezi izni verilmiyordu."
"vâliyi ziyaret ettim. vâli 14 günlük yolları teftiş ziyaretinden dönmüştü. vâli bana meyve bahçelerini gösterdi. "
"-çiftçiler burada çok refahtalar. hala ilkel çiftçilik usülleri olsa bile. Yeni (bitki) yetiştirme emirleri getiriyoruz."
vâlinin sekreterinide yanımıza almıştık. Genç adam bize kaba Fransızcasıyla tercümanlık yapıyordu. Yeni kurulan ziraat bankasının çiftçilere meyve bahçeleri ve haşhaş ekimi için 400bin lira kredi verdiğini söyledi. Faizi yüzde 9.
"-Yüzde dokuzmu? diye (şaşkınlıkla) yutkundum."
"-Oo, bu ucuz para. Osmanlı bankası yüzde 12 faiz istiyor. Hükümet bu faizi 2 yıl önce sabitledi. Bundan önce faizler yüzde 20ye kadar çıkıyordu.(tarım kredisi faizi)"
"şimdi neden çiftçilerin Rum ve Ermenilerden nefret ettiklerini anladım. çünkü kredi verenler onlardı.(Rumlar ve Ermenilerdi)"
Küçük bir (gazyağıyıyla çalışan) elektrik santralini ziyaret ettik. 1928 yılında Alman mühendisleri tarafından Siemens türbinleri vardı. şehirde santralin teknik meseleleri olduğuna, doğru çalışmadığına dair söylentiler vardı. Ben çok şüphe ettim, çünkü Siemens şirketi işini baştan savan bir şirket değildi. işlerinde uzmandılar. Bu dedikodunun altında muhtemelen şu hakikat yatıyordu. 1927de 21bin kişi olan nüfus 1935de 27bine çıkmıştı ve santral yükselen nüfusun ihtiyacına yetmiyordu. Nehirden yukarıda büyük bir santral kurulması için (yine Alman) şirketi Krupp bir teklif vermiş."
Görüyorsunuz milli ve yerli bir sanayi Ataput devrinde hiç olmadı. Bütün işleri yapanlar hep Avrupalı şirketlerdi. Demiryolu, elektrik, aklınıza ne gelirse Ataput devrinde her işi Avrupalılar yaptı, çünkü Türk şirketlerinin ne böylesi işi yapacak mühendisi, ne de tecrübesi vardı.
Sayfa 206-207
"Otele geri döndüğümde 2 genç ingiliz adam gördüm. Bunlar topladıkları kelebekleri ve çiçekleri diziyorlardı. Herhalde ya ingiliz müzesinden veya hayvanat bölümünden geliyorlardı. Fıratın doğusuna, dağlara gitmek istiyorlardı. Fakat savunma bakanlığı asıl gayelerinin kelebek toplamak değilde Kürtlerle temas kurmak için olduğundan şüphelenmiş izin vermemişlerdi. ingilizler yanlarında bir hükümet yetkilisinin beraber dolaşmasını önermişlerdi. Fakat Türkler böylesi bir işin yararına inanmamışlar ve bahane olduğunu düşünmüşlerdi. Acaba benim hakkımda ne düşünmüşlerdi? Acaba kadın olduğum için beni aptal ve zararsız olduğumu mu düşünmüşlerdi? Belki beni acayib görmüşlerdi bana güvenmişlerdi. Kelebek toplayıcılarından birisi beni kıskanarak:
"-Belki sana bilet parasını bile vermişlerdir."
"-Hayır, niye versinlerki?"
"-Siz gazeteci değilmisiniz?"
"-Berkminster News gazetesine 2 makale yazmakla kendimi gazeteci sayabilirmiyim?"
"-Neden olmasın. Adanada bir garip Fransız dergisine yazmak için seyahat eden arkadaşa rastladık. Hiçbir şey için çok iyi vakit geçiriyordu. Ankara(hükümeti) için neden yazı yazmıyormusunuz? (Yabancı) gazetecilere çok iyi davranıyorlar."
"Onların odalarından çıktım, kendi odama gidip, en iyi Fransızcamla Ankaraya bir mektup yazdım. ingiliz gazetesinden elde edeceğim çok büyük bir şey değildi. (Onun yerine) Ankaradan gelecek cevabı beklemeye başladım."
"Beklediğim süre içinde şehire göz atmaya karar verdim. öbür şehirler gibi hepsi birbirine benziyorlardı. Bir kaç tane yeni betondan ev yapılmıştı. çimento Mersin limanı üzerinden istanbuldan geliyordu. Taşları dağlardan getirmekten bu daha da ucuzdu. Göze batan yeni küçük parkın içinde akasya ağaçları, bir küçük köşk ve havuz vardı. Küçük köşkün 60bin liraya yapıldığını duyduğumda eskisi kadar beğenmedim."
Yâni devletin parasının çarçur edildiğini duyunca yabancı yazarın bile hoşuna gitmemiş ve parkı beğenmemiş, para mevzusu yabancı olarak onu ilgilendirmediği halde. şöyle hesap edin: Türkiyede 1935 yılında bir büyük şehrin bütçesi o zamanlar yaklaşık 1 milyon lira idi, mesela Ankara, izmir. Ve neredeyse büyük bir şehrin bütçesinin onda biri, küçük bir şehirin içindeki küçük bir parkın içindeki, küçük bir köşk için harcanmış.
sayfa 208
"şehirdeki tek sinema yanmış ve tekrar yapılması ne kadar sürer Allah bilir. Subayların hanımları simsiyah sinemanın önünden geçerken hüzünlü şekilde içlerini çekiyorlar. Eğlence imkanları Malatyada sınırlıydı, 30 tane belediyeye kayıtlı radyo, briç oynamak(kart oyunu) ve ata binmek. çalışan veya zengin kadınların çoğu boş zamanlarını ata binmekle geçiriyordu.
Fakat hiçbirisi sinemanın yerini tutmuyordu."
Sinema deyince hemen aklınıza Türkiyede çevrilmiş, Türk yapımı, Türkçe filmler zannetmeyin. Filmlerin çoğu Amerikan, ingiliz dilinde Türkçeye çevrilmemiş (daha doğrusu imkansızlıktan teknoloji eksikliğinden çevrilememiş) yabancı filmlerdi. Çoğu da sessiz filmlerdi. Alyazısı ingilizce olan filmlerdi. Kültür müstemlekeliği(sömürgeciliği) isteyerek para vererek çoktan başlamıştı bile.
Burada Türkiyede var olan ve birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış olarak yaşayan 2 insan sınıfının varlığını görebilirsiniz. Nüfusun yüzde 80ini meydana getiren ve köylerde sefil, susuz, elektriksiz, yolsuz, hastalıklarla boğuşan , vesaire köylü halkı şehirlerde ve kasabalarda yaşayan nüfusun yüzde 20sini teşkil eden çoğu Rum, Yahudi, Ermeni asıllı zengin insanlar. Köylerde köle gibi işden başını alamayan köylü kadını, şehirde ise can sıkıntısından geberen, at gezisi yapan, sineması yandığı içi kahrolan Batılı bir hayat yaşayan asalak şehir kadını.
"vâliye tekrar gittim. Bana değişik kurumları ziyaret etmemi önerdi, okullar, hastaneler. Eğitimden mesul vilayet müfettişi bana eşlik edecekti. Turumuzda köy okulları, bir ilkokul, sonra bir ortaokul, en sonunda bir lise vardı."
"Müfettiş Faruk'un babası bir katı müslümanmış, onu dini bir okula göndermiş, Kurandan başka dini okulda kitap görmemiş, Kuranı öğrenmek yıllar sürmüş ve anlamadığı Kuranı ezberlemek zorunda kaldığı için ağlamış."
"Arapça öğrenmekten dinlenirken(teneffüslerde), Acemlerle güreşirlermiş. Acemler hiç Türkçe konuşmazlarmış. Yaşlı hoca onu dövermiş. Eğer babasına şikayet ederse, babası da dövermiş. Babasına hep yabancı okullardan birisine gndermesi için yalvarırmış, fakat yaşlı adam bu öneriye karşı dövermiş. Oğlunun gavurlar tarafından öğretilecekse kendini doğrudan cehennemde görmek daha iyiymiş. Kızı için seçtiği adamı kızının kabul etmemesi zaten babası için yeterliymiş. Fakat babası sonuna kadar akıntıya karşı yüzemezmiş ve sonunda hükümetin yeni açtığı sayıları az olan okulların birisine yazılmasına izin vermiş. Yeni okullar daha aydınlatıcıymış ve Türkçeymiş."
Dikkat ediniz müfettiş Faruk Kuran okulunu yeni kurulan okullarla karşılaştırıyor. Burada müfettiş bile hata yapıyor. Osmanlıda Kuran okulundan, Kuran kursu yerlerinden başka okullarda vardı. Osmanlıda fen, yabancı dil, matematik öğretilen okullar vardı. Zannetmeyinki Osmanlıda sadece Kuran öğretilen okullar vardı. Fakat cumhuriyet Osmanlıyı kötülemek için elinden gelen her şeyi yaptı. Müfettiş Faruk tabiiki bu ideoloji içinde yetişti. Osmanlıdan iyi sözlerler bahsetmesi mucize olurdu.
"-Peki kızkardeşinize ne oldu?"
Bay Faruk gülerek:
"-Bakire kaldı(evde kaldı) tabiiki. Babam onun için başka bir eş aramadı. Savaştan sonra liseye gitti şimdi Antalyada bir öğretmen ve belediye meclisi üyesi. Belki ileride belediye başkanı olur. Bizim millet meclisinde 17 tane kadın milletvekili var."
Müfettiş Faruk'un tabiiki haberi yoktur. Bu 17 kadın milletvekillerinin hepsi Yahudi, Rum, Ermeni kökenlidir. Cumhuriyet kadrosunun tümünün ise mason, Rum, Ermeni ve yahudi dönmesi olduğundan da haberi yoktur. Güzel vaatler ve propagandalarla bütün Türk milleti aldatılmış, kandırılmıştır. Acaba hiç merak ettinizmi sonraki dönemlerde, yâni Ataputun 2. döneminden sonra müslüman Türk kadınları milletvekili olmuşmudur? Ne zaman olmuştur?
"Ziyaret ettiğimiz ilk köy okulu beyaz taşlardan yapılıydı.(...)Okula gitme mecburiyeti 3 yıldı.
sayfa 210
"Okul 2 yıl önce(1933 yılında) eğitim bakanlığı tarafından köylere gönderilen plan üzerine yapılmıştı. Okulun nasıl inşaat edileceği şekilleri bulunan kitap sadece okulu bulunmayan veya çok ilkel okulu bulunan köylere gönderilmişti. Köy okulunun tek kötü tarafı vardı: okulun işçiliğini ve malzemesini ve öğretmenin maaşını köylüler karşılayacaktı."
"Her 2500 kişiye 2 cami ve bir okul düşüyordu. çocukların üçte biri eğitim görebiliyorlardı."
şimdi Osmanlıya "halkı cahil bıraktı" diye hakaret edenler çıkacaktır. 2.Abdülhamit zamanında bütün Osmanlı topraklarında eğitim ve okul seferberliği başlamıştı. Fakat 2.Abdülhamiti deviren Batıcı ittihat ve terkakki(ki aralarında Ataput da vardır), devleti parçalamış, savaşa sürüklemişti. Bırakın Osmanlı savaşlar sırasında okul yapmayı, ayakta zor durabilmiştir. Kemalizm, halkın cahilliğini Batıcı ittihat ve Terakkide aramaktansa bütün suçu Osmanlıya, islama ve Kuran kurslarına yüklemektedir. Düşününüz, savaş yapıyorsunuz ve aynı zamanda okul açmayı planlıyorsunuz, tabiiki olacak iş değil. 1. dünya savaşı, Balkan Savaşı, Kurtuluş Savaşı bunların hepsi 2.Abdülhamitin devrilmesinden sonra oldu. Neyse Kemalizmi biliyorsunuz, kendi hainliklerini örtmek içi yaptıkları yalan propagandası.
"çocukların geri kalan üçte ikisi taşrada yaşıyordu. 44bin köyün yüzde 80inde okul yoktu.
Köylüler okullarını yapmak için korkak değillerdi, bilakis çok fakirdiler, nüfusları çok azdı,
yerleşim yerlerinden çok uzaktaydılar ve çok tenha yerlerde oturuyorladı."
"-Ne kadar her yıl genelde iyileştirmeler oluyorsa, bizde çocuklar için daha fazla şeyler yapabiliyoruz."
"-Peki, hükümet bütün okulların binalarını kendisi yapsa(köylülere bırakmasa)?"
"-Nereden bulacağız parayı?
Ah, o hükümetin çar çur ettiği para miktarlarını müfettiş bir bilse, bir haberdar olsa.
"köy okulunun kadın öğretmeni ikbal'le tanıştık. hükümet ikbal'i başka bir yere tayin etmek istemiş, fakat köylüler ve öğretmen köyde kalmasını sağlamışlar."
sayfa 212
"Yeni bitirilebilen Gazi ilkokulunu ziyaret ettik. Okul 27 yıl önce başlanmış(yâni 1908 yılında, 2.Meşrutiyetin ilanından sonra, abdülhamit devrinde başlanmış), duraksayarak(yâni savaşlar, darbeler araya girmiş), bugüne kadar gelinmiş. vâliyle müfettiş Faruk nüfuzunu kullanmasalarmış, hâlâ çatısız duracakmış. Biz geldiğimizde ders yeni başlamıştı. "
Dikkat ederseniz Ataputu putlaştırma zamanı şimdiki zamanın bir belirtisi değildir. Sene 1935. Ataput daha hayatta ve ilkokula Ataputun ismi veriliyor. Neden acaba ilkokula mesela ilerleme okulu, medeniyet okulu, aydınlık, güneş okulu falan verilmiyor sadece Ataputun ismi verilmek zorunda. Diğer tarihteki ünlü kişiler zaten silindi artık, okula Hz. Muhammedin ismi verilsin diye birisi bir öneri sunsaydı acaba o kişiye ne olurdu? Veya Fatih Sultan Mehmed ismi önerilseydi? çünkü diktatörlük kurulmuş artık. Başka bir dinin, ideolojinin, şekil ve usulün, tarihin geçerliliği yok artık, Kemalizmin cuntası var. Din yok, gelenek yok, tarih yok, hedefimiz sadece Batı kültürü, onun uygulayıcısı da diktatör Ataput.
"En üst kattan en küçük çocukların tiz sesleri geliyordu. cumhuriyet marşının provasını yapıyorlardı."
Acaba söylenilen marş istiklal marşımı yoksa 10uncu yıl marşımı? Ataputun istiklal marşını iyi karşılamadığını, içindeki din, ezan kelimeleri yüzünden değiştirmek istediğini biliyoruz. Büyük bir ihtimalle söylenilen 10uncu yıl marşı. çünkü ingilizcede milli marş "anthem" veya "independence march" olarak geçiyor ve bu yazar bu iki ifadeyide kullanmamış ve özellikle cumhuriyet marşının ingilizce karşılığı olan "march of rebublic" demiş. iki marşın arasında ne fark var demeyin. Sonraki sayfalarda söylenen marşın 10uncu yıl marşı olduğu kesin veriliyor.
"Bay Faruk üzerinde kocaman 5 rakamı bulunan kapıyı çaldı.Beşinci ve yüksek sınıflar burada bulunuyordu. 50 tane 12 ve 13 yaşları arasında bulunan oğlan ve kız çocuklar sıraları doldurmuşlardı. Hepsinin gri önlükleri ve küçük yakaları vardı. Aralarında pek rastlanmayan saçı örgülü bir kız öğretmen masasının arkasında oturuyordu. öğretmen öbür çocuklar gibi bir sandalyenin üzerinde oturuyor, kızı dinliyordu..(...)"
şimdiki paragraf yazarın nasıl bir kemalist düşünce ve fikirleri içine sindirdiği veya Kemalizm tesiri altında bulunduğunu gösteriyor. Nitekim öncede belirttiğim gibi Kemalizmin karşısında alternatif veya Kemalizmden başka bir şey söyleyecek hiçbir kurum, parti, gazete, insan yoktu daha doğrusu yok edilmişti. Yazar bu Kemalist cümlelerden başka bir şey söyleyemezdide zaten.
"Çocuklar artık dövülmüyordu, papağan gibi tekrarlamıyorlardı. Kendi kendilerine düşünüyorlardı. Asker toplumu olan Türkler, Prusyalılar gibi, disiplini seviyorlardı, fakat zekanın her sermayeden daha büyük olduğunu kavradılar. Bir çoban köpeğinin kalk ve yat emri gibi itaat etmeyi reddettiler."
Dikkat ediniz. Osmanlıyı kötüleme usulü. Sanki yazar Osmanlı tarihini öğrendi, insanların şu anda ziyaret ettiği 1935yılından önce nasıl yaşadıklarını biliyormuş gibi bir karşılaştırma yapıyor. Bu karşılaştırmayı yapabilecek tarih bilgisi varmı yazarda? Yok! Türkiyede uzun yıllar yaşamışmı? Hayır! Peki bu eski zamanı, Osmanlıyı karalama cümlelerini nereden alıyor, tabiiki Kemalistlerden. Osmanlıdaki kuran kurslarını, Osmanlı okullarıyla aynı tutuyor.
"Bu gelişmelerin öncüsü 1924de millet meclisinde çıkan eğitimde sekülerleşme kanunuydu.
Camilere karşı nefretten dolayı değildi, fakat aşırı muhafazakar ve bencil hocaların tesirinden
eğitimi uzak tutmak içindi. Milliyetçilik ve demokrasi ahlak anlayışı olacaktı, Kuranın yerini alacaktı, bunun için Ataputun resmi heryerde asılıydı. Böylece kalplerde zaten inanılmayan Allah inancı artık bulunmayacaktı."
"Gazinin posterinin karşı tarafında ellerinde çiçek demeti bulunan, yanakları kırmızı, uzun bacaklı, ince bir kız vardı. Elinde Alman Bayer o zamanlar firmasının üretiği Panflavine adlı soğuk algınlığı, gripe karşı bir ilaç vardı."
Duvarlarda cumhuriyetin ilanından sonra ülkenin geldiği durumu anlatan Kemalizm propagandasına ait resimler yazılar bulunuyordu.
Yazarın milletin yeni Latin alfabesini öğrenme çabasını şöyle anlatıyor:
"camilerde, kahvehanelerde, tramvaylarda (1935de Malatyada tramvay yok, istanubulu kasdediyor galiba veya, Kemalist propagandanın kendisine verdiği cümleleri naklediyor). kaldırımlarda insanlar eğilip kağıdın üzerine yazılar yazmaya çalışıyor. Kalem ellerinde mızrağa dönüşmüş okuma yazma bilmemezliğe karşı savaşıyorlardı."
Acaba ingilterede kral yeni bir alfabe getirseydi ve yeni alfabenin daha kolay öğrenildiğini ve ingiltereyi daha yüksek bir medeniyete götüreceğini söyleseydi kadın yazar nasıl bir tepki verirdi? Veya kendi kullandıkları Latin alfabesinin yerine Ataput başka bir alfabe mesela Kemalizmin övündüğü fakat uygulamadığı OrtaAsyadaki eski Türk çivi yazılarını getirseydi kadın yazar böyle överek tarif edebilirmiydi? Veya bu millette zorla dayatılan harf zulmünü o kadar övermiydi? yazarın verdiği bildiğiniz Kemalizm cümlelerinin hepsini vermiyorum. Acaba Ankaraya yazdığı mektuba gelen cevap parayla gazetecilik veya yazarlıkmı teklif ediyordu, bakalım neticesini.
Bütün okullarda tabiiki Ataputun gençliğe hitabesi asılıdır ve çocuklar bunu ezberlemek zorundadır. Bütün kartpostallarda Ataputun Samsundaki heykeli vardır. Bir kız öğrencisi bu kartpostalı yazara gösterir yazar bu heykeli gördüğünü söyleyince mutluluk duyar.
Evet görüyorsunuz ilk beynine çiviyle Kemalizm çakılan nesil işte bu nesildi.
"23 Nisan yaklaşınca çocukların geçidi yapılır, tiyatro oyunları, gösteriler, spor yarışmaları yapılır, ihtiyarlar davet edilir."
Ben kendim ilkokuldayken sınıfın önünde bir bayrak, şehrin merkezine yürüyüş yapardık. Sonra işte anlatılardı. En iyi muntazam yürüyen şu sınıfmış, o bir iftihar, bir gurur, diğer yıllarda başka bir sınıf kazandıysa tüh ya olmadı, başkaları kazanmış. Ne kadar saçmaydı o yıllar. Sırıtan öğretmenlerimize bakar, acaba ne demek istiyorlar diye düşünürdüm. şimdi anlıyorumki meğer herşey tümden yalanmış, geçitide yalan, marşıda yalan, çalınan bando marşları her şey yalan. Yazarın rapor ettiği 1930lu yıllarla, benim okula gittiğim yıllar arasında hiçbir fark yoktur. ilköğretimde söylenen masalların hepsi aynı, andımız aynı, Kemalizm aynı, beyin yıkama aynı. Hatta şimdi gidin okullara, gelmişiz 21inci yüzyıla ilköğretim aynısı. Yâni Türkiye Putkabirden yönetiliyor.
Yazar yeni alfabenin getirdiği kötü yanlarını bir müzede kendi gözüne adeta sokulduğu zaman farkına varıyor. Malatyadaki Gazi ilkokulu içindeki küçük müzede gezinirken dolaplardaki sergilenen kitapları görüyor ve bu eski kitapların okunamaması ve tarihte kalması onu düşündürüyor. Sözleri şu oluyor.
sayfa 218
"Küçük müzede kitaplara göz atarken, farkettimki alfabenin değiştirilmesi sadece iyilikler getirmedi. Raflardaki kitapların dörtte üçü Arap harfleriyle basılıydı. Etrafımdaki çocuklar hiçbir zaman bu kitapları veya 1928e kadar basılan hiçbirşeyi okuyamayacaklardı. 25 yıl sonra bütün bu sayfalar ölü kağıtlar olacaklardı. Sadece birkaç âlim kişi bunları okuyabilecekler. Bir topluma okuma ve yazma öğretmek için zengin tarihinden büsbütün koparmak ödünü vermek. Ne kadar acıklı bir çelişki!"
"ilkokulu bitiren öğrencilerin yüzde 40ı Malatyada bulunan ortaokula devam ediyor. Bu ortaokulun 3 sınıfı var.(...) okul bittikten sonra çocuklar onuncu yıl marşını okuyarak dağılırlar.."
Yazar Hitler rejimininden kaçtığını ve Ataputun rejiminin Hitlerden daha demokratik olduğunu yazar. Fakat yazar o zamanın gerçeklerini bilmediği için böyle bir karşılaştırma yapmaktadır. Alman Gestaposunun aynısı Türkiyede de vardır, mahkeme ve jandarma devletin sopasıdır, istediğini içeri atar, matbaa ağzını açamamaktadır. Muhalefet adına hiçbir şey yoktur. Bunların hiçbirinden yazarın haberi yoktur ve olamazda. Hitler herşeyi açıkca korkmadan bazı olayları gizlice yapıyordu. Ataputumuz herşeyi sansürleyip saman altından su sürütüyordu. susturulan kişilerden kim yazara bahsedecekti? Devletin bütün memurları seçilmiş, başkaldırmayan insanlardı. Geldik 2023 yılına halen ortaya çıkarılmamış ve gizlenen olaylar var. Böyle bir durum 2023 senesinde Hitler için geçerlimi? 5816 sayılı dünyada eşi benzeri bulunmayan bir kanun var ve Kemalizm hâlen Ataput zamanında olduğu gibi nesillerin beynini yıkıyor. Kemalizmi eleştiren tek bir Batı devleti varmı? Neden diye hiç düşündünüzmü? Kemalizm çünkü Türklere geçmişini unutturan, kimliksiz bir toplum üretti. Batı 100 yıldan beri Türkler tarafından bir endişe duymuyor, ne askeri açıdan, nede teknolojik rakiplik, bilim gelişmesi açısından. Sadece ırkçılığa varan bir milliyeçilik, din, kültür düşmanlığı ve Ataputu dünyanın en büyük insanı gibi gösteren ilahlaştırma yarışı kaldı elimizde.
sayfa 221
"Bir ilkokulu ziyaret edecektik. Söylentiye göre trahomdan hastalıklı çocuklar bulunuyormuş bu okulda. Gittiğimizde şüphemizin yersiz olduğunu öğrendik sadece birkaç öğrenci bu hastalığa yakalanmış olduğunu tesbit ettik. Doktor ciddi birşey olmadığını ve kolayca atlatılabileceğini söyledi. Doktor bana eskiden kadınların bu hastalığa yakalandığını ve sebebinin hep birarada oturduklarından, hep aynı mendili ve havluyu kullandıklarından ve yıkanmamış yüzlerini peçelerinin arkasında saklandıklarından meydana geldiğini söyledi. Fakat şimdi bunun hızlıca değiştiğini söyledi. Allaha şükür. Hayır hükümete şükür."
Dikkat ettiyseniz yazar aynı Kemalistler gibi karşılaştıkları hastalığın sebebinin Allah'tan yâni din ve islam yüzünden meydana geldiğini, peçenin ortadan kalkması ve kadınların yüzünü yıkamasından sonra hastalığın kaybolduğunu îma ediyor. Peçe Allahla ilgili, hastalık peçeden geliyor, peçeyi ve hastalığı kaldıran hükümet, öyleyse Allaha değil hükümete şükür. Halbuki islam dini temizliğin üzerine kurulu değilmidir? Eğer kadınlar peçelerini ve yüzlerini yıkamıyor, temiz tutmuyorlarsa bunda dinin, peçenin ne kusuru var? Yâni peçe hastalık sebebi olabilirmi? Bu türlü kelime oyunları zaten Kemalistlerin en iyi yaptığı şey. Dindarları dinsizlikle suçlarlar, insanların kabahatini dine yıkarlar, müslüman bir kişide en küçük bir kusur olursa islamı suçlarlar, kendi bakış açılarından Türklerde gelenek olmuş herhangi bir kötü olayı islamı karalamak için kullanırlar. Yazar da zâten Batılı birisi olduğu için karşılaştığı Kemalistlerle ortak bir düşman bulmuş, o da islam ve Osmanlıdan kalma bazı gelenekler. Mesela peçe.
Yazar insanların nasıl bir fakirlik içinde bulunduklarını sabunu bile her zaman bulamadıklarına birebir şahit olmasına rağmen ve suçu geleneğe, Allaha yıkması sizi düşündürmesi lazım. Hani bir atasözü vardır: üzüm üzüme baka baka kararır diye. Yazar halktan uzak, Kemalistlerin yanında fazla durduğu için onların Batı zihniyetine yakın olan düşüncelerini birebir almış gözüküyor. Yazar kadınların günlük hayatlarının nasıl şartlar içinde geçtiğini sadece birkaç saatliğine onları ziyaret ederek öğreniyor. Köylü çiftçi kadınlarda nezaket icabı işini bırakıp yazarla ilgileniyorlar.
Bakınız 1935de çiftçi ve köylü kadınları çok ağır hayat şartları altında yaşıyorlardı.
Özellikle kadınlar erkeklerden daha fazla ağır hayat şartlarından etkileniyorlardı.
şimdi taşra kadınlarının yaptığı işleri sıralayayım. 60 yaşın üzerindeki insanlar bilirler.
1. çamaşır elde yıkanıyordu, sıcak su yoktu, büyük bakır kazanlarda su kaynatılıyordu, deterjan çok nadirdi, bazı bitkilerin kökü asit ürettiği için mikropları kırmak ve çamaşırları beyazlatmak için kök kullanılıyordu.
2. Ev zeminleri topraktandı, herhangi bir modern kaplama şekilleri yoktu. En modern zemin şekli tahtaydı. çoğunlukla kilim toprak zemini örterdi. Otların ince uzun dallarından toplanmış bir tutam, ince uzun bir deyneğin ucunda telle bağlanıyor, böylelikle elde edilen bir süpürge ile kilim süpürülmeye çalışılırdı. Toz ve topraktan kurtulmak işi tabiiki kadınların vazifesiydi.
3. eskiden ve çoğunlukla şimdi de olduğu gibi kadınlar yemek yapmaktan mesul idiler. Doğalgaz, elektrik olmadığı için odun sobalarında veya o da yoksa ateş yakma köşelerinde, ocak denilen yerde, önce ateş yakılır, bir kuru tencere takırdardı. Tabak olmadığı ve herkes ortak bir siniden yemek yediği için pek fazla bulaşık çıkmazdı fakat bulaşık deterjanı olmadığı için yine temiz toprakla ve suyla bulaşık yıkamak kadınların işiydi.
4. Evlerde çeşmeden akan su yoktu. Yine tabiiki kadınlar dereden, kaynaktan temiz suyu barkaçlarla, deriden güğümlerle, falan ya kendi sırtında ya eşek sırtında eve kadar taşıyorlardı. Suyun evden uzaklığına göre cefa şiddeti de o kadar artıyor veya azalıyordu. Suyu çok uzakta olan fkat biraz parası olan bahçesine bir kuyu eştiriyordu o işkenceden kurtuluyordu.
5. Çocukları olan kadınlar işten kurtulamıyorlardı. Çocuklarını sırtlarına bir uzun kuşakla bağlıyor hem işi yapıyor, hem de çocuklarına bakmış oluyorlardı. Çocuğu olan kadına rahat oturmak yoktu. çocuğu hem doyurmak, hem altını temizlemek, uyutmak, emzirmek hemde aynı zamanda başka işler yapmak zorundaydı. Ailenin büyük kızlarına çocuk bakma işi verilirdi.
6. Çarşaflı kadınlar işlerini -tabiiki anlamışsınızdır- çarşaf ayaklarına dolaştığı için yapamazlardı. Evinde harmanda çalışan kadın şalvar giyerdi. Sadece kamuya açık yerlerde dolaştığı zaman çarşaf giyerlerdi. Yâni peçe her zaman örtülmezdi ki burada yazar ve yazara konuşan doktor mahsustan peçeyi, çarşafı kötülemek için konuşmuş, yazmışlardır. Kadının her zamanki giysisi şalvar,bluz,hırka,çorap,başörtüsüdür. Peçeyi mesela köyden şehire gittiği zaman takar. Peçe az kullanıldığı için kadının diğer elbesilerinden daha temizdir. Burada aslına din, gelenek suistimarı yapılmaktadır.
7. Sabun,deterjan,kimyevi temizlik malzemeleri bulmak -yukarıda belirttiğm gibi- köylü için birincisi hem para yüzünden hemde ikincisi ulaşılabilirlik yüzünden zor bir meseleydi. Kadınlar temizlik maddesini bulduda kullanmadılarmı?
8. Hayvanların sütünü sağmak yine kadınların işi, yoğurt yapmak, sütten tereyağı çıkarmak.
9. şimdiki insanlar bilmez esiden buzdolabı olmadığı için her sonbaharda kış hazırlığı yapılırdı. Tabiiki mezvu yiyecek olduğu için bu kadının göreviydi. Turşu, peynir, reçel, pestil, kışlık erişte(şimdiki makarnanın yerini tutardı), tarhana, sebze kurutması, sucuk, pastırma kadının işiydi.
Ben bu listeyi burada bırakmak istiyorum, çok uzar. Sadece kadın olmanın kolay olamdığını açıklamak istedim. Yâni kadın bütün bu işleri yapacak ve sonra siyah peçesi acaba temizmi,
temiz değilmi diye her gün trahom olmamak için kotrol edecek, öylemi?
şimdiki kadınlar olsa, bırakın peçeyi temiz tutmayı, evlerin içini hiç temizlemezler bile, "öldük, battık, yorulduk" diye yan gelip yatarlar.
Aynı şey o Alman kadın yazar için de geçerlidir. Acaba bir Türk köylü kadınının yaptığı işleri bir hafta kendisi yapsaydı, o Türk kadınlarına peçeleri kirli dermiydi? Veya peçesi kirli diyen doktora hangi lafı söylerdi? Davulun sesi uzaktan hoş gelirmiş diye bir atasözü vardır. Kaldıki zaten söylediğim gibi peçe her zaman köylünün giydiği elbise değildi.
Neyse kemalizm gördüğünüz gibi bir çarpıtma, yanıltma, benim sayfamın adı gibi sahtekarlık ideolojisidir. Bu sahtekarlığı Kemaliym her ama her alanda yapmıştır.
Ataput zamanında yapılan iyilikleri de tarafsız olduğum için belirteyim.
"Trahom hastalığına karşı savaş açan hükümet Adana-Malatya illerinde bulunan 6 dispanserde organize şekilde insanları bu hastalığa karşı bedava muayene etti. Devamlı muayene sayesinde tarhom vak'aları azaldı, tehlikeli olmaktan çıktı. 1932 yılında Türkiye çapında muayene edilen insanların tümü toplam nüfusun 13de birine denk geliyordu."
Geride kalan 13de 12si, yâni nüfusun ezici çoğunluğu muayene edilmemiş ama neyse hiç yoktan iyidir. Hükümet onu da yapmayabilirdi.
sayfa 224
"Otelci bana Ankaradan gelen mektubu getirdi.içinde bir aylığına her yeri bedaya gezebileceğim sarı birinci sınıf tren bileti ve bir cevap çıktı.
Mektup içişleri Bakanlığının basın işleri müdürlüğnden geliyordu. Ankarada uzun bir süre kalabileceğime dair davet ediliyordum. Giysilerim uzun yolculuklarda eskimişti. Hırpanileşmişti. Giysilerimle değilde ülke(türkiye) adına edindiğim bilgilerle onlara tesir edecektim ve önümüzdeki bir aylık zaman bunun için iyi bir fırsattı."
sayfa 225
"Malatya tren istasyonuna at arabasının parasını (osmanlı)bankası müdürü verdi. istasyon şehirden 3mil uzaktaydı. istasyonun şehrin dışına yapılmasının sebebi antatıldığına göreyanış planlamaymış. vâli veya belediye başkanı ismet inönüye istasyonun şehrin çok dışında olduğunu şikayet etmiş fakat mektubunda bu uzaklığı bir kilometre olarak belirtmiş. Bir kilometre uzaklık şikayete sebeb sayılmamış ve görmezden gelinmiş. Hakikat her neyse şimdi
yeni yerleşim yerlerini trenyolu güzergahı üzerinde yapılacakmış ve eski yerleşim yerleri terkedilecekmiş."
"istasyona vardığımda aynı Sivastaki istasyon binasıyla karşılaştım.(..)
Trende birinci sınıf biletim olduğu halde ikinci ve üçüncü sınıf vagonlarında seyahat ettim.(...)
Trende Hitler bıyığı olan, alnı kırışıklarla dolu,yüzü kahverengi, bayındırlık bakanlığında görevli bir memurla (Malik Beyle)karşılaştım.
Simeryol şirketiyle görüşmeler yapmış.Bana üzerinde yolculuk yaptığımız trenyolunun Fırat nehrinden Fevzipaşaya kadar olan bölümünü yaklaşık 180 mil(300kilometre) uzunluğunda bir isveç-Danimarka ortak şirket tarafından bitirildiğini söyledi. 1.Dünya savaşında Almanların yaptığı Bağdad demiryolununun bir uzantısıydı.Benim Alman olduğumu duyunca çok sevindi. Neredeyse beni ucaklayacaktı. Nazi olduğum içinmi sevinmişti? hayır siyasetle ilgilenmiyordu. Onu ilgilendiren sadece teknolojiydi. Alman teknisyenlerini dünyada birinciler diye övdü dünyada geri kalanları ise eliyle bir küçümseme hareteki yaparak tarif etti.
Bana Basredddin Hoca fıkraları anlattı.(...)
Trende Mehmet çoban isminde bir güreşci gördüm,tanıştım.(..)
Trende bir reklamcı adamla da tanışmak zorunda kaldım. Herkese pis kokan bir kolonya ikram ediyordu. Sonra bana bedava bir tıraş bıçağı vermeye kalkıştı. Kaçtım kadınların bölümüne gittim.
üçüncü yolcu sınıfı bölümünde kadınlara rastladım, çoğu çarşaflıydı, kadın olduğumu görünce peçelerini indirdiler. Küçük bir kız elinde gazete tutuyordu. Gazeteyi yiyecekleri sarmak için kullanıyor zannettim. Fakat okuduğunu görünce şaşırdım. Küçük kız bana okudu. Anladığıma göre gazetede Adana vâlisi bir kararnameyle çarşaf giyilmesini yasakladığını yazıyormuş.
üçüncü sınıf kompartımanda kadınlar ve erkekler bölümü ayrı ayrıydı. Kadın kompartımanına erkeklerin girmesi yasaktı. Başka bir kompartımanda kadınlarla 2 erkek beraber oturuyorlardı. Meğer erkekler aynı ailelere aitlermiş. Bilet kontrol eden adam geldi. Bağırarak erkekleri dışarıya attı. Karşı geldiler, kadınlar ve çocuklar yalvardılar, fakat biletci kuralın böyle olduğunu ve herkesin uyması lâzım geldiğini söyledi. Erkekler bir saat sonra tekrar geldiler. Biletci tekrar geldi, bağırarak tekrar kovdu. Fakat erkekler gelmekten, biletci kovmaktan usanmadılar. Sonunda erkekler ellerinde reklamcının traş bıçağıyla geldiler, fakat kavga çıkarmak için değil, zaten dışarı atılırken çok sessizdiler. "
sayfa 234
"Adana'da bir at arabasına bindim ve beni şehrin merkezindeki bir hana götürmesini istedim.
Arabacı otel diyerek otele gitmek istemediğimi sordu. Ben hayır han dedim,paradan tasarruf yapmam lazımdı. Arabacı omzunu silkerek pekiyi dedi.
Adanaya yaklaştıkca zengin bir yere yaklaştığımı farkettim. yolun sağında solunda villa tipinde evler, odundan elektrik direkleri vardı. Evlerin balkonu ve düz çatıları, çatılarda odundan yataklar vardı. Arabacı ağaçların arasında küçümseyen bir sesle eliyle işaret ederek han dedi. Sonra başka bir yere işaret ederek ve ikna etmeye çalışarak otel dedi. Ben han dedim."
sayfa 235
"Boğucu sıcak altında yürümeye karar verdim. Beni uzaktan kocaman bir afiş kendine çekti. Üstünde Türkçe konuş yazılıydı. Fakat bu emire uyacak hiçkimse ortalıkta yoktu. Sadece sinekler ordusu ortalıkta dolaşıyordu. Sonra hatırladımki hükümet 3 pazar önce yâni Haziran 1935in son pazarında tatil gününü mübarek sayılan cumadan pazara almıştı.
Hiçkimse bu yüzden sokağa çıkmamıştı. Her yer kapalı olduğu için geri hana döndüm."
Haftasonunu Cumadan Pazar gününe alınmasının sebebini nasıl halka anlatıyorlardı Kemalistler? iki halk, mesela Almanlar ve Türkler, aynı zamanda çalışır ve aynı zamanda dinlenirlerse Türkiye bundan ekonomik fayda sağlar. Gerçektende ne kadar yalan uydurdular, bütün tarihimiz yalan ve bununla Ataputumuzla övünüyoruz. Halbuki bu yalan sonradan uyduruldu. Gerçek amaç herşeyimizle Batılı olmaktı. Neyse
Sayfa 236
insanların akın akın bir istikamete doğru gittiğini gördüm. Meğerse bunun sebebi güreş müsabakaları varmış, çoban Mehmed'i seyretmeye gidiyorlarmış.
Bende katıldım, kendimi stadyum dedikleri tahtadan kenarını çevirdikleri bir alanda buldum. Kalabalıkta her meslekten, her yaştan insanlar vardı. Kadınlar sadece bir kaç tâneydi. Hava dayanılmaz derecede sıcaktı. Tozların içinde güreşçiler birbilerini kaldırıyor, yuvarlanıyorlardı. Yöre halkının insanları Adananın şampiyonlarına karşı
yarışıyorlardı. Herhalde herkes bu müsabakaya katılabiliyordu. Benim aksime halk yarışmayı çok heyecanlı buluyordu. Jandarmalar süngülü tüfekleriyle halkın önünde set çekmişler, dikkatli olmakta abartıyorlardı. Halbuki seyirciler sakinlerdi.(...)
Davul zurna eşliğinde çalınan müzik bile seyircilerin heyecanını yükseltmiyordu.
vâli ve çoban Mehmet gelirler. vâlinin bir adamı gelir ve yazarı vâlilik konağına davet eder.(..)
"Paramın olmadığını ve handa kaldığımı kimsenin bilmesini istemiyordum. Bu yüzden bir yalan uydurdum, otelde bana boş oda bulunmadığını söylediklerini anlattım." Güreş müsabakaları bitince halk dağılır. Yazar, vâli tarafından şehrin en lüks oteline yerleştirilir.
Yazar geceleyin pencerenin altınden geçen bir deve kervanının sesiyle uyanır.
"Yakında bir yerde Almanların yapıp işlettiği elektrik işletmesi olduğunu öğrendim. Orada belki sekreter olarak biraz para kazanabilirdim. Ertesi sabah Seyhan nehrinin kıyısındaki elektrik santraline gittim. Türbinlerden insanların sesi duyulmuyordu. Orada Almanyadan tanıdığım genç bir mühendisle karşılaştım. Yakındaki Alman personelin kaldığı binayı gösterdi. Almanların sayılarının azaldığını yerini yavaş yavaş basit işleri yapan Türklerin aldığı söyledi."
sayfa 240
Santral yöneticisi Bavyeralı bay Bornemann'la yemekten sonra dünya ve insanlar üzerine konuştuk.
Bay Bornemann'ın sözleri:
"-5 yıl kadar Türklerin arasında yaşadım. Prusyalı'larla Türklerin birbirlerine benzer bir çok yanları var."
"-Belki (sizde de) benim gibi onlara karşı içimde duyduğum sempatidir. Tam olarak ne demek istediniz?"
"-Bütün bu millet gruplarının biraya gelip meydana getirdikleri toplum biz bunlara Türkler diyoruz, Türkmenler, çerkesler, vesaire, her zaman öncelikle iyi askerlerdi, dayanıklı, cesur, disiplinli, sabırlı. Bütün bu nitelikler bir devlet meydana getirmek için gerekli şeyler. Prusyalılar da kendilerinden böyle övgüyle bahsediyorlar. Fakat eski Türklerin yükselttiği bir şey var, mizah anlayışı."
"-Prusyalıların böyle bir şeye sahip olduklarını kimse söyleyemez. Fakat yeni Türkler için ne söylersiniz?"
"-Gayretli reformlar kapıdan girerse, mizah pencereden kaçar, kaybolur."
"-Yeni Türklerin idealist olduklarını düşünmüyormusunuz?"
"-Olayları çabuklaştırmak isteyenlerin çoğunluğu belki öyledir. Fakat halkın büyük çoğunluğu kesinlikle hayır. Kendilerini ilgilendiren şey çıkarlarının devam etmesidir."
"-Fakat Prusyalılar da maddiyatcılar!"
"-Evet öyle. Unutmamanız gerekirki, biz Bavyeralılar domuz Prusyalılara karşı hoşnutluk duymayız."
Karısı işlediği nakış işinden kafasını kaldırarak:
"-Allaha şükür Hitler buna bir son verdi.(yâni birbirlerini sevmeyen Alman toplumlarını birleştirdi)"
Elektrik şirketinde çalışan bütün Almanlar idealist Nazi görüşlüydüler. Hitlerin, Almanların kendilerine saygı kazandırdığını söylüyorlardı. Bende buna inanıyordum.
Adana'daki Almanların sayıları bir düzine kadardı. Onlarla iyi geçinmeye çalıştım.
sayfa 243-244
Sıcaktan uyuyamayınca bay Bornemann'ın evinin çatısında yatmaya karar verdim. Bay Bornemann bana sivrisineklerden korunmak için cibinli bir yatak hazırladı. Sıtma hastalığına karşı kinin ilacı içtim. (Türkiye) seyahatine başlarkende tifo hastalığına karşı birçok ilaç içmiştim. Bunlardan başka beni hasta edebilecek herhangi bir hastalığa karşı genel bir ilaç almam lazımdı. Tekrarlayarak, kendimi şuna inandırıyordum.
"Bana bir şey olmaz, kendimi çok iyi hissediyorum". Seyahatim boyunca bir hastalık geçirmedim.
Geriye baktığımda hayret ediyorum(neden herhangi bir hastalığa yakalanmadım). Türkiye'nin seyahat ettiğim bölgeleri sıtma, tifo, zührevi salgın hastalıklarının sıklıkla rastlandığı yerlerdi. Bütün hastanelerde ve vilayet konaklarında salgın hastalıkların yaygın olduğu gösteren renkli haritalar asılıydı. Hükümetin bu hastalıklara karşı tedbir almakta olduğunu yazıyordu.
Devletin salgın hastalıklara karşı yaptığı kampanyaları tanımak istemiştim. Elime bir frsat geçmişti. Sıtma hastalığına karşı hizmetin Adana başkanı bay Fehmi Türkiye'nin en büyük sıtmaya mâruz kaldığı bölgenin başkanıydı. Devlet bu görevi mühim bulduğu için devlet memurlarına ender verdiği otomobili Fehmi beye vermişti. Doktor Fehmi'ye merkezdeki bürosunda katıldım. Tahtadan bir ev olan çok sâde bir binada duruyordu.
Sayfa 245
Bana bir kahve sundu. Tülbentten örtüsü bütün kafasını kapatıyordu.
Doktor Fehmi'ye merkezdeki bürosunda katıldım. Bana Ceyhan nehrini gösterdi. Ovanın bütün verimliliği ve sıtma hastalığının kaynağı u nehirdi.
"-Önceleri düzine düzine insanlar sokaklarda düşüp ölüyorlardı. Köylerin nüfusu hastalıktan azalıyordu."
"-Peki şimdi nasıl?"
"-şehirde artık hastalığa yakalanan kalmadı."
"-Peki ya köylerde?"
"-Bekle, gör"
Arabaya bindik, çevremizdeki kalabalığı bağırarak ve delice korna çalarak dağıtmaya çalıştı.
Adana'ın (meşhur Osmanlı) kocaman taş köprüsünden karşı tarafa geçtik. Yolda bozulmuş bir traktör yolu tıkamıştı. Adana Türkiye'de traktör kullanan bir kaç vilayetten birisiydi. iki öküz bozulan traktörü aralarına konulmuş bir boyunduruk sayesinde çok yavaş bir surette çekiyordu. Traktör paslı ve dökülmüş bir haldeydi.(...)
Köprünün üstünde, yolda traktörün arkasından gidenlere daha yakından baktım. Arabamız durdu. Kadınlar ve erkeklerin o kadar hırpani giysileri vardıki. insanlar bu hallerine o kadar kayıtsızlardıki. Ben insanların bu durumunu normal karşılamaya başladığımından rahatsız oldum. Vücutlarının büyüklüğüne uymayan giysileri parçalanmıştı, yamanmıştı, yama
parçalanmıştı ve yamanın üzerine tekrar yama yapılmıştı. Kadınlar vâlinin kararnamesi üzerine çarşaf ve peçe giymiyorlardı. Onun yerine pamuktan önlük ve tül giyiyorlardı. Erkeklerin aksine kadınların çoğu yalınayaktılar.
Ve herşey ve hepsi kalın gri bir toz tabakasının altında kalıyordu ve yakan güneşin sıcağında kavruluyordu. Bu sefilliklerinde giysi parçalarının renkliliği öne çıkıyordu.
Bir tarafında büyük bir hastane diğer tarafında terkedilmiş bir mezarlık bulunan toprak zemini bulunan bir meydana geldik. Doktor Fehmi işçi pazarına geldik dedi. Dut ağaçlarının altında kadın erkek pamuk işçileri bekliyorardı.
"-En azından Erzurum kadar uzak yerden geliyorlar. şimdi fazla (iş bulma) şansları yok. Temmuz en az iş olan aydır. Belki Tarsus'a gitmek zorunda kalacaklar. Buradan 25 mil uzakta orada şanslarını deneyecekler."
Arabayla giderken onların bazılarına rastladık. Çoğu yürüyerek gidiyorlardı. çok azı eşeğin üzerindeydi. Sadece 2 tanesi uyuklayarak at üzerine gidiyordu. Uzaktan onların olduğunu çıkardıkları toz bulutundan farkediyorduk.
Ağaçların arasında bir köy gördüm. 20 tane ev, duvarları kamıştan yapılmıştı ve ortada bulunan bir direkle birbirine tutturulmuştu. Sayısız çocuklar sarkan çatının altında çömelmiş duruyorlardı. Hepsinin pamuktan yapılmış ayaklarına kadar uzanan uzun giysileri vardı.
"-Bunlar kim?" diye sordum.
Doktor "Fellahlar" dedi.
"-Bunlar buraya nasıl gelmişler?"
"-Mısır'dan, ibrahim paşa bundan bir asır önce getirmiş ve pamuk yetiştirmeye başlamışlar."
Hep kendi aralarında kalmış insanlar, uyuşuklar ve ilgisizler."
(Fellahların) Kamış(tan yapılmış) kulübelerini gezdim, yetişkin insan hiç yoktu. Çocuklar kamışların arasından beni dikizliyorlardı.
Tavuklar kumda eşiniyorlardı, semerli bir eşek bağlı olduğu kazığa bakıyordu. Topraktan yapılmış bir ocak, birkaç çömlek,un eleği,süpürgeler ortada duruyordu. Sanki herşey bir kaç bin yıllıktı.
sayfa 248
Bu köyün ilkelliği yeni yapılan mezbahaya ve hatta Adana'ya karşı büyük bir zıtlık teşkil ediyordu. Bu zıtlık bana öylesine bir his bırakıyorduki, hayvanlar bile böylesine kötü hayat şartlarında ölmesi gerekirken insanlar yaşayabiliyordu.
Gökçeli'ne varınca bende büyük bir rahatlık uyandırdı. Adana'nın güneyinde ağaçlar içinde zengin bir köydü. Ovalar ve meşeler, süslü hurma ağaçları, sabır otları, ezici çeşitlilikte Akdeniz'e mahsus meyve ağaçları, mandalin, limon ve bilmediğim türden ağaçlar vardı.
iki katlı ahşap ve kerpiçten yapılmış evler, başka yerde yoksulluğun sembolüyken burada sıcak renkleriyle refahı temsil eder gibi görünüyordu. Bahçelerde sarmaşıkların evlere ve ağaçlara tırmandığı, yasemin ve akasyanın kokularıyla dolu bir çevre vardı heryerde. Kendimi güllerin ve bülbüllerin buluştuğu aşkın doğduğu Acem türkülerinde gibi hissettim.
Öylesi bir bahçenin önünde doktor Fehmi arabayı durdurdu..
"-Geldik. Burası, muayene edecilecek yer burası."
Duvarın arkasından bir çok insan sesi ve ağlayan bir çocuk duyulabiliyordu.
Yaşlı bir adam aceleyle doktoru karşılamaya dışarı geldi ve kendini muhtar diye tanıttı. Bize eve doğru giderken huşu içinde iltifat etti. Yaklaşık 30 la 40 arası bir çocuk topluluğu sıranın kendilerine ve arkadaşlarına gelmesini bekliyorlardı.
sayfa 249
Oturanlar, ayakta duranlar, annesi büyük kardeşlerinin kucaklarında duranlar, eğilenler, yaslananlar, bir sürü çocuk. Terliklerin ve tabanları yürümekten aşınmış, dipleri görünen ayakakabı yığınının üstünden geçerek merdivenlerin alt kısmına geldik.
Ayakkabılarımızı nezaketen terasın girişinde bıraktık ve güyâ muayenehaneye girdik.
Doktor:
"-Dr. Hamit, bizim üçüncü bölgenin şefi, Faruk Bey onun asistanı ve Muharrem Bey Gökçeli küyünün öğretmeni." dedi.
Eliyle işaret etti, karşıdakiler boyunlarını nazikce eğdiler. O en çok saygı duyulan kişiydi. Büyük çocuklar ve anneler doktorun elleini öpmek istediler.
Doktor gülerek:
"-Beni yarı tanrı zannediyorlar şimdi. Halbuki bundan 10 sene önce kampanyayı başlattığımız zaman beni taşlamak istemişlerdi."
"-Sizi neden taşlayacaklardı?"
insanları biraz küçümseyerek gülümsedi.
"-Ben gelinceye kadar, hükümet tarafından köye sadece genç erkekleri askere kaydeden subay ve vergi toplayan memur gönderiliyordu. Ben gelince bana ne istediğimi sordular. Gâyemin ne olduğunu onlara anlatınca bana gösterdikleri davranış aynı öbür hükümet görevlilerine gösterdikleri gibi oldu. "Allah istediği hastalığı istediği kişiye verir, karışılmaz" dediler."
"-Onları nasıl ikna ettiniz?"
"-Onların kendi konuştuğu dilde, anlayacakları şekilde anlattım. Bir köpek size saldırsa ne yaparsınız?"diye sordum.
"-Taş atarız ve vurmak için bir değnek bulmaya çalışırız."
"-Peki sıtma milyonlarca kudurmuş (küçücük) köpeği temsil etse, kinin ilacıda köpeği dövecek ilaç olsa ne yapardınız?"
Köylüler tereddüt edince:
"-Allah canlıları istediği büyüklükte yaratamazmı? Yoksa aptal gözlerinizle göremediğiniz için Allah'a karşı şirk koşup, şüpheleniyormusunuz?"
sayfa 250
Bu delil sonunda onları ikna etmişti.
Başlangıçta jandarma, köylüleri köylerinden, evlerinden zorla alarak muayene yerine getirmişti.
Kurallara uymaları için çoğularını cezalandırmak lazım oldu veya hapishaneye götürüldüler. şimdi gönüllü olarak kendileri geliyorlar.
Eğer doktor kendilerine bedava kinin ilacı vermezse kızıyorlar.
Kinin ilacı özel laboratuvarlarda üreitiliyormuş ve değişik yaştaki insanlara değişik miktarda ilaç dağıtılıyormuş. Köyde dağıtım işi muhtara bırakılmış.
Çocuklar eski tecrübelere dayanarak artık alışmışlar. Yılda 2 kere Nisan ve kasım ayında bütün köy toplu halde muayene ediliyor. Mühim olanı kan tahlilinin yapıldığı Nisan muayenesi. Fakat bu bölgede insanların 5te birinin sıtmaya yakalanması üzerine doktor Temmuz ayında ilave muayene yapmasına sebeb olmuş."
"Köy çocuklarının hepsi sırayla muayene olurlar. Büyükler sabah muayene oldukları halde tekrar muayene olmak isterler. Yetişkinler Doktor Hamiti taşra doktoru olduğu için onu sadece hastalıkları için seçerler, fakat doktor Fehmi'ye başka meseleleri için gelirler. Doktor Fehmi'nin hükümette özel nüfuzu olduğunu zannediyorlardı."
sayfa 255
"Köylüler muayene olmak yerine isteklerini açıklamaya gelmişlerdi.
Bütün köylüler sırayla isteklerini Doktor Fehmiye açıkladılar. Bunlardan bazıları mesela:
Köyün bazı yerlerinde 1932deki selden kalma, durgun suyu bulunan gölcükler bulunuyordu, sıtma sivrisinekleri bu su birikintilerini yuva olarak kullanıyorlardı. Bu su birikintilerini kurutmak için Adanadan su pompaları tertipleyebilirmiydi? Su kanalları inşa edebilmek için yardım temin edebilirmiydi? Bu araç gereçleri devlet bedavaya verebilirmiydi?
Seyhan nehri üzerinde yapılması planlanan köprü ne olmuştu? Su taşkınlarını önlemek için su setleri yapılacaktı, yakında başlanacağına dair işaretler varmıydı? Devletin trahom ve sıtma hastalığı hakkında (Avrupadan) satın aldığı bilgilendirici filmlerden birkaçını doktor getirebilirmiydi? Muhtar ve öğretmen beraber Adana sinemasında böylesi bir bilgilendirici
film seyretmişlerdi ve şimdi köylerinde de istiyorlardı.
Kadının birisi kızının Adanadaki pamuk fabrikasında çalışması için dilekçe vermesine rağmen
bir şey olmadığını, kızının kendisini durmadan rahatsız ettiğini söylüyordu. Kadın zamanın kızlarının ebeveynlerine itaat etmediklerini, söz dinlemediklerinden şikayet ediyordu."
"Tabiiki muhtarın da istekleri vardı. Pamuk tohumlarının ıslahı için Gökçeli köyünden bir grup köylüleri toplayıp Adanadaki Pamuk Enstitüsüne götürüp orada ilerlemeleri görmek daha iyi olmazmıydı? Doktor bu gâye için bir kamyon ayarlayamazmıydı?"
"Evleri ziyarete gittiğimizde bu ve buna benzer bir sürü istekle, öneriyle karşılaştık. Nereye gittiksek kadınlar hemen bir kaç sandalye getirdiler, terasa koydular, köylülerin kendileri alçak sedirlerin üzerine veya kilimlerin üzerine oturdular."
Yazar hükümetin 1926da çıkardığı sıtmayla mücadele kanunundan bahseder.
Mücadele 3 ayaktan meydana gelmektedir 1.insanları toplu halde muayene etme. 2.bataklıkları kurutma 3. ilaçlama
Bataklıkları kurutmada devletin köylüleri zorla çalışma kamplarında çalıştırdığını ve binlerce köylünün işden kaçtığından bahseder.
Eskiden özellikle Kemalistlerin ortaya attığı ve köylüleri ve okuma yazma bilmeyen dindar insanları aşağılayıcı bir söylenti vardı. Bu söylenti şöyleydi: Dindar ve köylü insanların her türlü yeniliğe, teknolojiye karşı çıktıklarını, direndiklerini ve böylelikle geri kaldıklarını anlatırlardı. Bu yüzden önce kafaları, düşünceleri değiştirmek gerektiğini, islamında bu durumda bir engel olduğunu, onun için önce islamı yenilemek, olmazsa kaldırmak zorunda olunduğunu bize bir asırdır anlattılar. Yukarıda okudunuz. 1935 senesinde köylüler doktorlara hangi taleplerle isteklerle geliyorlar? Köylerinin yeni tekniklerle donanmasını, ihtiyaçlarının zamanın sunduğu çarelerle çözülmesini bizzat kendileri istiyorlar. Zannediyormusunuzki diğer köyler bahsi geçen bu köyden başkadır. El atıldığı, yardım edildiği, faydası anlatıldığı zaman hiçbir köylü, hiçbir devirde gelişmenin önünde durmamıştır.
Bir atasözü vardır. Eski köye yeni âdet getirmek diye. Bu atasözü sadece gelenek, örf için söylenmiştir, gelişmenin önüne durmak için söylenmemiştir. Abartılan gerici hocalar, din adamları sadece dini kötülemek için uydurulmuş yalandır. Yine hocaların aralarında istisna olarak tek tük gerici hocalar mutlaka vardır, gelişmeye ve bu şekilde refaha karşı duranlar mutlaka olmuştur. Fakat Kemalizm bu istisna din adamlarını genele yayarak dini baltalamışlardır. Bugünde görüyorsunuz misallerini. Kemalizm hiç değişmedi. içinde bulunduğumuz 2023 senesinde hâlen bâzı Kemalist, ateist zihniyetli gazeteler, basın, televizyonlar hâlâ 1930larda olduğu gibi kocaman bir toplumda kendisini dindar gösteren, fakat yaptığının dinle âlâkası olmayan bir istisna insanı bütün islama ve dindar topluma mâl etmeye çalışarak kara propagandalarını yapmaktadırlar, yalan ve çarptıcı haberler üretmektedirler. Bu durum hiçbir zaman kaybolmadı. Sahtekar Kemalistler hiçbir zaman sahtekarlıklarını, yalanlarını bırakmadılar. çünkü tuttukları bâtıl yolda her türlü sahtekarlık kendileri için mübahtı ve hâlen mübah olarak görüyorlar. öylesi bir şey ki, halk sanki Alzheimer hastalığına tutulmuş gibi bu yalanların, sahtekarlıkların ortaya çıkmasından rahatsız olmuyorlar, kısa bir süre sonra bu Kemalistlere tekrar inanıyorlar. Sebebi meşhur Fesli Delinin tesbitlerinde yatmaktadır. Sahtekar Ataput kanunla korunmaktadır. Ataputu arkasına alan her Kemaliste dokunulamamaktadır. Batı devrimleri, CHP, bâtılın kaynağıdır ve bu yüzden Türkiye Putkabirden yönetilmektedir. Kanunlar, kurumlar, sahtekar Kemalistleri korumaktadır. Kemalistler her ne yaparlarsa yapsınlar cumhuriyet onlara her yetkiyi vermştir. Dini, kültürü, dili, gelenekleri yıkmada her serbestlik onlara cumhuriyet kanunları ve kurumları sayesinde verilmiştir. "Hadi ordan, ammada abarttın"demeyin, bakınız basit bir misal vereyim, bana hak vereceksinizdir. Misal Türk dil kurumu. Bu kurum, dilimizi, cumhuriyetin kuruluşundan beri bozmaya, yok etmeye memur edilmiş bir kurumdur. Kanunla bu vazifesi korunmaktadır. 1960, 1970, 1980, 2020 ders kitaplarını karşılaştırırsanız, dilde nasıl bir yıkım, kıyım, nasıl bir yokediliş olduğunu farkedersiniz. Fakat Fesli Deli konuşmalarında yanılmaktadır. Onun dediği gibi Osmanlı ve Osmanlı kültürü ve hayatının geri gelmesi bu Kemalist sahtekar düzen oldukca gerçekleşemez ve gerçekleşmeside çok zordur. Neyse.
Sayfa 260
"Birgün yolum düştü, işci pazarını ziyaret etmeye gittim. Yine 50 tane çoğu genç olan kadın erkek ağaçların altında dağınık gruplar halinde çömelmiş veya ayakta duruyorlardı. Fotoğraf makinemi görünce kadınlar saklanmaya çalışıyorlardı."
"Koyu deri renkleri ve hırpani biçimdeki giysileriyle çingeneye benziyorlardı. Sadece içlerinden bir kaç tanesi spor şapkası giymişlerdi. Bazıları sırıtıyordu, bazıları gözleriyle süzüyordu. Sırtıma birisi elini koyunca tokatlayacaktım."
"Arkamda genç birisi kaşını çatarak ve hızlı bir şekilde Türkçe konuşarak"
"-Bu insanların fotoğrafını çekemezsiniz" dedi.
"-Kim diyor onu?"
"-Ben."
"-Sen kimsin?"
"-Bir Türk."
"-Başka?"
"-Bir ziraat okulu talebesi."
"-Anladım. Peki neden bu insanların fotoğrafını çekmeyecekmişim?"
"-Onlar kirli. Fotoğraflarını kendi hemşerilerinize göstereceksiniz ve bütün Türkler dilenci diyeceksiniz."
Sayfa 261
"-Neden şirin şeylerin fotoğrafını çekmiyorsunuz?"
Anlamaya başlamıştım.
"-Siz (Cumhuriyet) Halk Partisi mensubumusunuz?"
Cevap beklediğim gibiydi.
"-Evet."
"Önceki fırsatlarda da benzer itirazlarla karşılaşmıştım, herbirisi Halk Partisi mensubu olup, ülkesinin çıkarlarını koruduklarını söylemişlerdi. (Halk Partisi insanları) kural olarak başka insanlardan daha iyi giyinimli ve daha çok tahsillilerdi. Başkaları iyi huylu ve safca poz veriyorlardı.(Halk Partisi) mensuplarının itirazına saygı duyuyordum, fakat sadece güzel tarafları görmeyi kötüye yoruyordum. Samsundaki bir kadının sözlerini hatırladım tam ciddi olarak bana diyorduki:
"ümit ediyorumki, arkadaşlarınıza sadece Türkiyede gördüğünüz güzel şeyleri anlatırsınız"
Bu bana Berlindeki bir kunduracının dükkanındaki satış masasının tam karşısındaki duvarda asılı olan ve müşteriye hitab eden yazıyı hatırlattı. "Eğer memnun değilsen, bana anlat, eğer memnunsan başkalarına anlat"
"işciler bizim yüzümüzden sanki kötü bir şey olduğu zannetmiş olmalılar ve tedirgin olup, dağılmanın daha iyi olacağını düşünmüşlerdi. Böylelikle hoş olmayan neticelerden kurtulacaklarını düşünmüşler. (insanlar) bu günlerde yaptıklarının suç teşkil edip etmeyeceğini bilmiyorlardı(çünkü her gün insanları yaptıkları zaman onları suçlayan yeni bir devrim, yeni bir kararname çıkıyordu)."
"-Bana bak- diye gençten rica ettim.
"-Korkmana gerek yok. Ben Türkiye'nin dostuyum. şu insanların fotoğrafını çekmeme müsaade et. Söz veriyorum sana karşı kullanmayacağım."
"Bana dikkatlice baktı, istemeyerek onayladı. Sâdece en cesur olanları gülümsemelerini bırakmıyorlardı. Gittiğim zaman beni takip etmeye başladığı. Biraz sonra canlı bir sohbete başladık. (Adı) Hüsrev (olan genç) iyi niyetli bir arkadaştı. Adana'nın zengin ailelerinden birine mensuptu. Babası mensucat fabrikasının yöneticisiydi. Devletce yönetilen Ziraat Bankasının fabrikayı devralmasından sonra devlet memuru statüsündeydi."
Biraz ara verip bugünden bahsetmek istiyorum. şimdiki zamânın Kemalistlerini Cumhuriyet devrinde Haydarpaşa garında çekilmiş fotoğrafını göstererek, insanların ilk cumhuriyet zâmanında ne kadar refah içinde yaşadıklarını ve ne kadar geriye gidersek insanların o kadar modern olduklarını bize propaganda olarak dayatmaktadırlar. Aynı bu kitaptaki genç CHP mensubunun yaptığı gibi gerçeklerin çarpıtılması burada sözkonusudur. Altın çağ masalı gördüğünüz gibi 1930larda başlamıştır ve hâlâ günümüze kadar devam etmektedir. Bu fotoğrafı görenler sanki cumhuriyetin ilk yıllarında herkesin refah içinde yaşadığını zannederler. Halbuki halkın yüzde 80i cehennemde yaşamaktadır. Zengin yüzde 20lik kesim yüzde 80lik köylünün sırtından cennette yaşamaktadır. işte o fotoğraf.
Yıl 1936 Haydarpaşa garı..!
Asalete bak ya..!
70 yıl geriye gitsek 100 yıl ileriye gideriz ..!
Yâni sizinde takdir edeceğiniz gibi bu propaganda fotoğrafın tarihi 1936 senesi artı üstünden geçen 70yıl eşittir 2006 yılında yapılmış. Böylesi propaganda amaçlı, Ataputu putlaştıran birçok yorum, haber sosyal medyada görebilirsiniz. Denizde kum gibi.
şimdi bu fotoğrafın analizini yapalım. Beyni çalışan, fakat mantığı Kemalizm tarafından hipnoz altında bulunan Kemalistler için bu sahtekarlığın daniskasını çözelim.
1. ilk önce bu kadar çok Batı kıyafetiyle giyinmiş kadınlar topluluğu Türkiye'nin sadece istanbul gibi büyük şehirinde bulunuyordu. Başka şehirlerde bu kadar çok zengin kadın birarada bulunamıyordu.
2. Bu kadınların zengin olduğu üstündeki giydikleri kıyafetten anlaşılıyorki. o zaman bu Batı kıyafetlerini sadece terziler elde dikiyorlardı veya yurtdışından getiriliyordu. Fakir insanların bu kadar pahalı giysilere verecek parası yoktu.
3. Bu insanlar cumhuriyetle beraber zengin olmadılar. istanbulda her zaman zengin bir beyaz Türk sınıfı vardıki, 1. Dünya savaşı veya Kurtuluş Savaşı onların hayatını hiç etkilemedi. Onlar hep şaşaa içinde yaşadılar. Hatta onlar savaş sırasında eğlence partilerine, gramofon eşliğindeki danslarına devam ettiler. Bu zengin zümrenin çoğunuzun tahmin edeceği gibi Ermeni, Yahudi, Rum azınlıklarından müteşekkil idi.
şimdi esas bu fotoğrafın maksadına gelelim. Ataputu ve yanındaki insanları asaletli göstermek. Asalet eğer giydikleri Batı tarzı elbiseden geliyorsa benim bir komşumun elbise dolabı var, bu fotoğraftakilerden çok daha asaletli demektir. çünkü komşumun dolabı manken dolabı gibi. Her türlü şık, pahalı elbise var.
şimdi 70 yıl geriye gidersek bu Batılı elbiseli insanlar varmış ve bu Batılı elbiseleri giymek bizi modern yapıp, ileriye götürüyormuş. Demek mesela ben pazartesi günü şalvar giysem gericiyim, ertesi gün canım isteyip dar pantolon giyince modernim, ertesi gün bir mollayla karşılaşsam ve şaka niyetine sarığını bir günlüğüne bana verse şeriatcı yobazım, ertesi günü bir New York şapkası giysem en modacı adamım. Yâni benim modernliğim veya gericiliğim kafamda, beynimde değil kıyafetimdeymiş. Zâten ben her zaman söylüyorum Kemalistlerin beyni Batıcılıktadır, kafalarında değildir. Kemalistlerin beyinleri vardır, fakat mantık kullanmazlar. Zâten başörtüsüne, cüppeye düşman olduklarının sebebi kıyafette gelişmişlik, uygarlık aramalarındandır. Ataputları tesadüfen Rusları ve Rusların kıyafetini taklit etseydi, Rus kıyafetlerinde kerâmet arayacaklardı. Her neyse. Ben 100yıl geriye gidince Kemalizm salaklığını görüyorum, halkın sefâletini görüyorum, halkı susturup herşeyi güllük gülistanlık gösteren, vergiler altında inleten devleti görüyorum. Ben 100yıl geriye gidince Türkiyenin yüzde 20lik bir zümresinin büyük bir refah içinde yaşadığını, geri kalanının sıtma, tenya, bit, pire gibi belâlarla, hayvanlarla boğuştuğunu görüyorum.
işte Alman yazar halkın nasıl bir durumda olduğunun yurtdışında duyurmasını istemeyen, herşeyin bastırılmasını isteyen kendisi CHP üyesi olan bir gençle karşılaşır. CHP zihniyeti hiçbir zaman değişmemiştir. Güyâ Türklerin itibarını korumaktadır, fakat yaptığı itibar korumak değil halkın durumunu gizleyip, CHPnin en iyi becerdiği şeyi, sahtekarlık yapmaktır.
sayfa 262
"(CHP üyesinin) Evlerine davet edildim. Evleri tren istasyonu yolu üzerindeki modern villardan birisiydi. Ev, etrafındaki küçük bahçesiyle o kadar yeni görünüyorduki, sanki bitkileri yeni toprağa dikili gibiydi.(...)
Devamı Sonraya.