Doğum 1941, Diyarbakır, Ergani
1950li yıllar
Osmanlıca kitaplar gömülüyor.
Dolayısıyla bizim evimizde şeyler vardı böyle Anadoluda yüklük diye tabir edilen ifade var duydunuzmu. Yüklük. Duvarlar 1 metre 1ö5metre genişliğinde olduğu için o duvarların içinde bir kısım açıyorlar ve yataklar kaldırılırken orada yığın halinde duruyordu (istifleniyordu). Bizdede kiler kısmında bir yüklük vardı. O yüklüğün yarısına kadar kitap doluydu. Çocukluğumda hatırlıyorum. yanlız tabii harf inkilabı dolayısyla o kitapların hepsi terkedilmiş vaziyetteydiler. Mesela o zamanlar okuyanlar gizli bir şekilde medreselerde okullarda okuyan hocalar vardı. Onlar geliyorlardı benim dedemden kitap istiyorlardı.Fakat o isteyen çocuklarda kitap yakalanırda benim ismimi verirler düşüncesiyle dedem derdiki gece gelin. Onlar gece geliyorlardı. Banada lambayı yaktırıyorlardı. Ben gidiyordum lambayı tutuyordum o gelen çocuklara onlarda o kitapları evirmek çevirmek suretiyle kendilerine lazım olanları alıp gidiyorlardı. Çocuklar hatırımda kaldığı kadarıyla o kitapların içinde büyük ciltli kitaplarda vardı el yazması olanlar, kırmızı mürekkeple yazılmış olanlar falan vardı. Tabii biraz da uzun süreler orada kaldıkları birtakım damla falan da yedikleri için bir çoğunun harfleri,yazısı bozulmuştu. Sonra bir olay oldu. Olayda şöyle: O zamanlar benim bu dediğim 1950li yıllarda. Tütün ekmek yasaktı. Herhnagi birinin tabağında(metal sacdan yapılmış tütün muhafaza kabında) tütün bulunursa, bunun da kaçak olduğu anlaşılırsa, o kişi cezalandırılırdı. Bir gece bize bir misafir geldi. Adam bize bir yük kaçak tütün getirdi. Köyümüzde karakol vardı. Biri şikayet etmiş. Tütünü sakladık, bir şey bulamadılar. Sabahleyin dedem dedimki: oğlum bu kitaplar başımıza bela olacak dedei. Çünkü o kitapların icabında yasak olduğu biliniyordu. Ta cumhuriyetin ilk yıllarından beri harf inkilabın sonra bu kitaplar yakalananlar açısından büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Bunları gçtürelim gömelim. Böylece bunların sıkıntısından kurtulalım demişti. Bizde giitk köyün 1, 1,5kilometre dışında tarlamız vardı. O tarlanın dere kısmında çukurlar kazmak suretiyle o kitapları oraya gömdük. Üstünü kapattık geldik. Sonra ben ilkokuldan sonra imam hatip okuluna başladım. 3üncü , 4üncü sınıfa gelince benim kitap merakım oluştu. Kitap merakım oluşunca dedimki acaba o kitaplar ne oldu? o kitaplara koştum. Gittim. Kitapların üstünü açtım. Kitaplar olduğu gibi duruyor. Henüz dağılmamışlar. Fakat aradan 8, 10 sene gibi bir zaman geçtiği için, dere yatağınada gömdüğümüz için o kitaplar suyu ala ala el atıyorsun kitap dağılıyor. Dolayısıyla o kitaplar neydi ne değildi tespit edemeden kitapları olduğu gibi bıraktım geldim. halk Osmanlıcayı bilmiyordu ve kullanamıyordu bu durumdan dolayı harf inkilabı yapıldı teorisi doğrumudur?
Bizim köyümüzde ilkokul vardı.Bu ilkokulda hem babam, hem dedem, hemde bizim köyümüzde sonra imamlık yapan molla Ahmet diye bir adam vardı. Onlar çok güzel Osmanlıca yazıyor, okuyorlardı. ikincisi Harf inkalabının yapılmasının sebebi Osmanlıcayı kimse bilmiyordu yalanınınn sebebi şudur. insanların 90% ı bir kere okuma biliyordu. Yazma değilde, yazma 90%ı biliyordu.çünkü Kuran okumayı bilen, Kuran okuyan herkes okumayı biliyordu. Anlatabildimmi? O çok büyük bir yalandır. Bizim insanımızı kandırmak için onu söylüyorlar. Onlar da öyle zannediyorlar, öyle değil. Sonra Seyfettin Özeli diye bir adam var. Mesela o adamın Arapça harflerizle basılmış olan Türkçe kitaplar diye 5 ciltlik bir kitabı vardır. O kitapta aşağı yukarı hatırımda kaldığı kadarıyla 30bin çeşit kitap var. şimdi millet okuma yazma bilmiyorsa bu 30bin çeşit kitap ne diye basıldı? Basılmasına gerek varmı? Millet Osmanlıcayı bilmiyordu demek çok büyük bir yalandır. Dinle irtibatı tamamen koparmak istediklerinden, milleti tamamen din dışı bırakmak için yapılmış olan bir inkilaptır ve dolayısıyla onlar kendilerine göre bir takım gerekçe arıyorlar. O gerekçelerin hiç biriside akıl sahibleri için geçerli bir şey değildir. Nitekim şu anda Çin yazısı diyorlar, Japon yazısı diyorlar aşağı yukarı 40 - 50 harften ibarettir. hatta bazısı resimle ifade edilebiliyor. Ama bir Çinli kalkıpta biz alfabemizi değiştirelim demiyor.Japonca keza öyle.
şapka giymeyenlere ceza
O zamana kadar gerek şapka devrimiyle, gerek harf devrimiyle, gerekse bu tekke ve zaviyelerle ilgili yapılan şeyler maalesef bunların hepsinin sıkıntılarını ben bizzat kendim yaşadım, kendim gördüm yani. Mesela benim dedemin molla olması sebebiyle sarık takardı. Köyde şapka giymiyordu, sarıklıydı köyde. Fakat bir iş icabı şehre gitmek istediği zaman taa şehre kadar sarıklı giderdi, fakat şehre gitmek(girmek) üzereyeken şapkasını yan çevirirdi, şapkanın siperi arkaya gelecek şekilde(sarığı örtüp kapatacak şekilde) Sarığı şapkanın üzerine sarar öyle girerdi. Hatta bir defasında unutmuş galiba. şapkasını giymeyi sarığını çıkarmayı unutmuş. Adamı yakalamışlar. şapkanın üzerindeki sarığı sökünce şapka meydana çıkmış, salıvermişler kendisini. Yani şehirde köyden gelenler bir talassut alındaydılar. Herkes şapka giymek mecburiyetinde idi. Ben Adıyamanın Gerger kazâsında(ilçesinde) yedek subay askerlik yaptım. Orada bir vatandaş köyden sarıkla gelmiş. Bir haber geldiki oranın karakol komutanı olan birisi bu adamı yakalamış Vay efendim sen şeye(şapka kanununa) karşı aykırı hareket ettin. Adamı almış içeriye atmış. Bana haber geldi, gittik, yalvardık. Benim teğmenlik görevim var, asteğmenim, o bir çavuştur. Ben yalvarıyorum kendisine yapma, etme diye. Adamı zar, zor bıraktırdık. Bu dediğim 1972 yılları. şimdi şapka kanunu 1920lerde oldu. Bu dediğim 1972 yılları. Dolayısıyla bu inkilaplar maalesef bütün azamatiyle devam etti. Demokrat Parti geldikten sonra bunlar nispetende olsa yavaşlamaya başladı ama yinede böyle bir takım insanlar vardı. işgüzar insanlar diyelim. Kraldan fazla kralcı olan insanlar vardı. Onlar bu kanunlardan istifade etmek suretiyle hükümlerini sürdürmeye çalışıyorlardı.
Bizim o taraflarda (Erganide) tekke pek yoktu tahmin ediyorum. Pek dindar bir bölge değildir doğrusu Ergani bölgesi. Yani bizim bölgede şeyhlere pek itibar olmamış. Bizim Diyarbakır yöresinde daha çok Silvan, Hazro, Lice, hani vesaire gibi ilçelerde bu şeylerin hükmü varmış. Biz Diyarbakıra imam hatip okuluna geldiğimiz zaman onların tesirini ister istemez gördük. Yani bahsediyorlardı (1960 darbesinden sonra) orduda gene bir sürü adamın asıldığını, insanın yerinden yurdundan edildiğini söylüyorlardı. hatta 1960 ihtilali olduğu zaman Diyarbakırdaki şeyh adıyla bilinen bir çok insanı hiç yok yere topladılar, Sivasa götürdüler, orada aylarca hapishanelerde tuttular, eziyet ettiler, şunu ettiler, bunu ettiler. Sonra serbest bıraktılar, geldiler.
Köy enstitüleri
Hatta şöyle bir olay yaşadık. Köy enstitüsü mezunu olan bir öğretmen geldi bizim köyümüze, Ergani kazası, Kılıç köyü. 1951 - 1952de falan. Köye geldi bu adam. Gelince köylüyle irtibat kurdu. Gitti, geldi, köylüye yol gösterdi. şöyle ev yapın, şöyle yapın, burayı samanlık yapın, burayı oturma odası yapın. Köylünün nezninde bayağı itibar kazandı. Gripini ilk defa o adam köye getirdi. 1950li yıllarda. Bir köylü ben hastayım başım ağrıyor dese, adam kutu kutu gripin getiriyordu, onlara veriyordu. Bunu için falan. Herkesin ona büyük bir itibarı vardı. Fakat köyde şöyle bir olay olmuş, bir arkadaşımız bir gün geç gelmiş. Niye geç geldin diye sorunca o adam da herhalde hocanın nezninde bir itibar kazanır düşüncesiyle demişki: hocaya gittim, Kuran okudum, onun için geç geldim. Bu öğretmen o köylüyü afedersiniz eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Bir daha hocaya gitmeyeceksin. Ondan sonra bu öğretmenin bizim köydeki itibarı sıfıra indi. Ondan önce -öğretmenin adı Remzi Ipek ti- herkes dilinden Remzi Ipek i düşürmüyordu, fakat o olaydan sonra Remzi Ipek in itibarı sıfıra indi maalesef. Köy enstitüsü mezunu olması sebebiyle o (şekil) olaylar daha hızlı bir şekilde devam edip gidiyordu.
Askerlik ve maneviyat
Ben askerliğin dönemini Bursa da yaptım. Yani yedek subay öğrencilik dönemini Bursada yaptım. Bursada bize önce oruç tutturmadılar. Olmaz dediler. Fakat sonra arkadaşlar toplandık. Okul komutanına gittik, rica ettik, vesaire. Siz bize iftar ve sahur (yemeği) çıkarmasanızda biz gene tutacağız. Bir kaç gün böyle sahursuz ve iftarsız tutunca, baktılarki olacak gibi değil, netice itibarıyla bize bunu çıkardılar. Yani bize sahur yemeği çıkardılar ve iftarıda ona göre ayarlamak suretiyle bize iftar verdiler. Hatta şöyle bir şey vardı, askerin durumunu göstermesi bakımından. Subaylardan birisi, kendisi levazım subayı imiş. Bir gün dediki: Arkadaşlar, benim nöbetci olduğum zaman gelin bana, ne yapacağınızı bana söyleyin, ben mutlaka size izin veririm dedi. Ben de bir berat gecesi kalktım dedimki, ben şu anda Bursadayım. Bursanın meşhur ulu Camisi var. Oraya gelmişken geceyi orada geçireyim diye gittim kendisine izin istedim. Ben geceyi orda geçirmek istiyorum, bana biraz izin verirmisin. Adam dediki: olmaz. (Ben cevap verdim:) Daha önce demiştinizki gelin, bana nereye gideceğinizi doğru söyleyin, ben size izin veririm, hatta şu ifadeyi kullanmıştınız, ben genelevine gidiyorum deyin, ben genede size izin veririm demiştiniz. E tabii dedi, ben genelev demiştim, cami dememiştimki dedi.
şarap serbest kitap okumak yasak
Ben tâlimdeyim(askerim, daha tâlim askeriyim). Nereye götürüyorlardı bizi. Bir günü akşama kadar boş geçirmek hoşuma gitmezdi doğrusu.Bir gün kütüphaneden kitap aldım. şöyle göğsüme koydum(sakladım) görünmesin diye. Fakat, durduğumuz zaman bir kabarık gösteriyordu. Binbaşı bunun farkına varmış galiba. Geldi şöyle elini vurdu(göğsüme). (Yüksek sesle:) "Nedir bu burada böyle?" dedi. "Efendim bir kitap" dedim "orada okuyacağım". "Olmaz" dedi. "Sen askersin. Orada kitap falan okunmaz" dedi. bende şöyle bir ifade kullandım. Dedimki: "Arkadaşların çoğunun matarasında su yerine şarap var" dedim "Onlara müsaade ediyorsunda buna niye müssade etmiyorsun?" "O ayrı iş bu ayrı iş" dedi. "Sen de mataranı doldur, git" dedi "Orada kitap okunmaz" dedi. Böyle iki olumsuz olay yaşadım maalesef askerde.