• Konular – 
  • gündeme ve geçmişe ait yazılarım

    Gündeme ve geçmişe ait yazılarım zamanım olmadığı için konuları birbirinden ayırıp ayrı ayrı konular altında yazamadım. İmla hatalarının düzeltilmesi ve devamı sonraya, fırsat bulduğum zaman.

    Arakanda müslümanların yaşadığı bölgelerde yapılan temizlikle ilgili

    Bu etnik temizlik bir hıristiyan toplumuna yapılsaydı, papa derhal harekete geçer ilk günde BM güvenlik konseyi adım atar o ülkeye ultimatom verir, dünya polisi ABD askerlerini derhal o bölgeye sevkederdi. Müslüman olunca sesleri kesiliyor. Peki müslüman devletlerinden hangisinin sesi çıktı? Yine sadece Türkiyenin ve Kemalist solun yerin dibine batırmak istediği Uzun Adam sesini yükseltti. Hatta Amerikan oyunu diyerek Türkiyenin bu işlere karışmamasını isteyenler bile var. Türkiyenin gelecekteki ana meselesi Uzun Adam'dan herhangi bir şekilde kurtuldukları vakit, yada Uzun Adam eceliyle öldüğü zaman yerine aynı siyaseti yürütebilecek fakat korkak olmayan, en hafif bir tehditte geri çekilmeyen lider lazım. Gelecekteki o lider şimdilik ortalıkta yok ve Türkiyenin muhafazakâr geleceği bu yüzden tehdit altında.

    09 Eylül 2017 Myanmar'daki Müslümanlar için terörist iması yapan CHP milletvekili Muharrem İnce ' Bu ülkede terör örgütü var mı? Karakol basıp polis öldürüyorlar mı? Türkiye'deki Müslüman gaza gelmeyecek. AKP'ye oy veren seçmen bırak bu numaraları. Gaza gelip sokaklara çıkıp ' Müslüman kanı döktürmeyiz. Ucuz kabadayılığı bırak. ' dedi. Hükümetin Myanmar'daki Müslümanlara yönelik yardımlarını ve politikalarını eleştiren İnce, hükümetin Myanmar'da terörün var olduğunu kabul etmesi ve bunu kınaması gerektiğini söyledi. Muharrem İnce bu açıklamasıyla sadece AKPyi eleştirebilmek için internetten yada sosyal medyadan öğrendiği birkaç bilgilerle üstü örtülü olarak Arakanda müslüman terör örgütünün var olduğunu ve eski Burma devletinin aslında teröristlerle uğraştığını, Arakandaki meselenin aslında terörist Arakanlılardan meydana geldiğini, AKP kendi ürettiği siyasetiyle terörü desteklediğini ve bu yüzden müslüman kanının döküleceğini ima etmiş. Muharrem İnce madem biraz bilgi edinmiş, eski adıyla Burma'da General Ne Win diktatörlüğünde aynı CHPnin Kürtlere yaptığı gibi dışlama, asimilasyon, sindirme siyasetini görmezden gelmiş ve Burma tarihini işine gelmediği için de öğrenmemiş. Rohingyalılar Kürtlerden daha fazla zulüm görüp, vatandaş bile değil yabancı sayılmışlar kendi ülkelerinde. "Tek ulus, tek dil, tek din" siyaseti tarafından Arakanlılar göçe zorlanmış. Arakanlılar arasında teröristler olsa bile -bu militan örgüte Arakan Rohingya Salvation Army (ARSA) denmiş- bütün Arakan halkını göçe zorlamak Muharrem İnce için önemli bir şey değil. Türkiyedeki PKKyı CHP 2002den beri yanlış ve kör muhalefet için desteklemiştir. Ne yazıkki 11.09.2017de Kemal Kılıçdaroğlu hatta teröristin önce kimliği belirlenmeli sonra o teröristle mücadele edilmeli, silahlı insansız hava aracı bu yüzden kullanılmamalı diye laflar etmiştir. Peki PKKlı terörist bu kadar koruma altına alınabiliyorsa Arakandaki tanımadığın, tarihini bile bilmediğin , terör örgütünün adını bile doğru konuşamadığın bir teröristi CHPnin sanki kendi akrabası gibi korumasının arkasında ne yatıyor? Yukarıda belirtmiştim tekrarlayayım: Müslüman olunca sesleri kesiliyor. CHPnin İslamla geçmişten kalan hesabı var. 1923den beri İslamı yok etmek istedi fakat yok edemedi, içinde hıncı kaldı. Dikkat edelim: PKKnın ideolojisi, ateist, aşırı solcu bir ideoloji olmasaydı acaba CHP PKKyı destekleyen bir siyaset güdermiydi? Asla ve asla. Hele hele PKK İslamı öne çıkarsaydı, ilk önce CHP PKKyı hedef tahtasına koyardı. Arakanda dünyanın öbür ucundaki topluluk dini İslam olduğu için önce CHPnin bir kuşku ve İslamı yaftaladıkları yobazlık filtresinden geçmesi gerekiyor. CHP üyeleri tarafından önce sözü geçen müslümanların acaba bir şüpheli tarafları varmı, kendi kendilerine geliştirdikleri ve sadece CHP içinde geçerli olan insani değerlere uymayan yönleri varmı diye araştırılması gerekiyor. Arakandaki müslümanların suçları müslüman olmak. Muharrem İnceye göre bu çok büyük bir risk ve tehdit. şöyle diyelim ve varsayalım Arakanda terörist örgütü olsa bile ve hatta ileride gidelim, (eski adı Burma) Myanmar'da devlet Arakanlılara her zaman adil ve adaletli, şefkatli davrandığını fakat Arakandaki terörist grubunun her şeyi bozduğunu ve bütün olayların suçlusu olduğunu varsayalım. Bir devlet aynı CHPnin geçmişte Kürtlere yaptığı gibi bir terörist grup yüzünden bütün bir halkı sınırdışı etmeye bütün köylerini yakmaya, Muharrem İnce gibi bütün bu halkı terörist ilan etmeye hakkı varmı? Neyse bilindiği gibi CHPnin İslama 1923den beri allerjisi var. Doğal bir şeydir. Müslüman ismini duydumu allerjisi çoğalıyor.

    şu günlerde tarih 27.08.2018. Birleşmiş Milletler Topluluğu (İngilizce kısaltmasıyla UNO) tarafından kurulmuş bir heyet bütün dünyadan toplanan Arakan göçünün resimlerini, uydu görüntülerini, haberleri, doğrudan Arakan müslüman mültecilerle yapılmış röportajları, bizzat şahit ifadelerini değerlendirmiş ve şu karara varmıştır. Arakandaki göçe zorlama, köy yakma, mülteci akını neredeyse bir soykırımla ifade edilebilir kanaatine varmıştır. Ben bu Birleşmiş Milletler kararını okuyunca aklıma hemen 09 Eylül 2017de Muharrem İncemizin Arakanlılara yaptığı hakaret aklıma geldi. Muharrem İnce söylediği söylerden utandımı acaba diye düşündüm hemen. Hayır CHPliler kurulduğu günlerden beri utanmadılarki Muharrem İnce utansın yada çekinsin. Bu adam birde kalkıp başkanlığa adaylığını koydu ve Türkiyenin neredeyse yüzde 30u da bu adama oy verdi. Muharrem İnce Arakandaki müslümanlara söylediği terörist lafı yüzünden özür diledimi, tabiiki hayır. Azıcık Batının muhafazakarlığı ve Batının hıristiyan din kardeşlerini koruma alışkanlığı CHPde de olsaydı ve müslümanları korusaydı olurmuydu? Hayır tabiiki olamazdı. CHP İslamı, Osmanlı kültürünü yok etmek için kurulmuş bir partidir. Atatürk ulus bir devlet kurmak isteyince dinden ve Osmanlı kültüründen arındırılmış bir ülke istemiştir. İslam ve müslümanlar nerede zulüm görse CHP sevinir. İslamı medeniyet dışı bir inanç olarak görmüştür. Batıyı burada biraz anlatayım. Batı hıristiyan olan bütün kabileleri, milletleri, grupları Vatikan ve Papa başta olmak üzere her zaman her yerde, ne şartlarda olursa olsun korur. Hatta bu hıristiyan halklar haksız yere başka dinden insanları öldürse, soykırım yapsa haktır ve haklıdır. Batının sömürge devri zamanında bütün dünyayı kana buladığı devir için hiçbir Batılı ülke özür dilememiş, tazminat ödememiş, hatta arsızlığın zirvesini yaparak bu ülkelere medeniyeti götürdüklerini iddia etmişlerdir. Peki CHPnin kuruluşundan beri İslamı yok etme niyetini neyle açıklamalıdır? CHP Jöntürklerin, sonra onun yerine geçen İttihat ve Terakkinin devamıdır. Bu iki örgüt Osmanlıda İslamı yok etme, Osmanlıya Batı kültürünü getirmek, İslamı değiştirmek ve Batının sistemini Osmanlıya getirmekti. Nitekim CHP kurulduğundan sonra İslamı, İslam kültürünü, Osmanlıyı yok etmek için putlaştırdığımız Atatürk( ki o da bir İttihat ve Terakki üyesidir) devrimlerle Osmanlıyı ve İslamı silmeye başladı. Muharrem İnce de İttihat ve Terakkinin manevi bir torunudur. İslamı yok etme projesini şimdiki CHP kadroları sadece durdurmuşlardır. Sebebi ise Milletin hassasiyetidir ve Milletin 100 yıldır CHPden müslüman olması yüzünden gördüğü zorbalıktır, zulümdür, çektiği çiledir. Bilgi teknolojisi devrinde artık yapılan bir zulüm, haksızlık hemen bütün dünyada yayılmaktadır. CHP eskisi gibi İslamı Osmanlıdan ve İslam kültüründen kalan değerlerimizi aşağılamaya kalksa hemen aynı gün yayılmakta ve Milletten tepki görmektedir. Bilgi ve haberin hızla yayılmasının yüzünden CHP eskisi gibi Millete zulüm yapamamaktadır. Son olarak Arakandaki konuyla ilgili olayda şunu söyleyeyim: Azgın zalim Batı bile birazıcık insafa gelip Arakandaki zulmü görmüştür, fakat Batının içindeki ırkcı, İslam düşmanlığı sürmektedir ve Batı içinden Arakandaki olaylara sevinmektedir. CHP ise Batıdan daha fazla İslam düşmanlığını geleneksel olarak 1923den beri devam ettirmektedir. Eğer dikkat ederseniz CHPnin Filistin ve Gazze siyasetide aynıdır. Müslümanları öldürdüğü ve baskı uyguladığı için neredeyse İsraile teşekkür etmektedir. 24 Haziran 2018 başkanlık seçiminde Muharrem İnce seçimi kazansaydı ve başkan olsaydı tahmin edin artık Türkiyenin dış siyasetini. Ben söyleyeyim: Arakandaki müslümanlar terörist ilan edilir, Myanmar hükümetine yaptıklarından dolayı teşekkür ederdi, İsrael hükümetiyle işbirliğine gidilir Filistinlilere teslim olun, İsraelin dediğini yapın çağrısı yapılırdı. Filistin hükümetinin temsilcileri Türkiyeye giremezdi. Türkiyede ise yeniden askerler başörtüsü yüzünden müslümanlığı alenen söyleyen ve yaşayanlar ordudan atılırdı, üniversiteler başörtülü öğrencilerden temizlenirdi, belki tekrar ezan Türkçe okunmaya başlanırdı, bazı mahalle sakinlerinini isteği üzerine ezan çok yavaş sesle okunur hatta camisi çok olan mahallelerde sadece tek cami ezan okurdu, Cumhuriyet döneminde olduğu gibi camiler kapatılırdı, Batının güdümüne girilir ve Batı ve Avrupa Birliği ne emrederse o uygulanırdı, bütün özelleştirilen şirketler devletleştirilir, Kemalistlere verilir ve eskiden olduğu gibi Kemalistler devleti arpalık gibi yemeye başlardı, özel sektör eskiden olduğu gibi 500 kişiden oluşan ve faizle beslenen zümre olarak tekrar ortaya çıkardı, vesaire vesaire. Kısacası eski, dinsiz, baskıcı, ekonomisi devletcilikten ibaret olan Kemalizm zulmü geri gelirdi. Buna sevinen kesimde mutlaka çıkardı fakat çoğunluğu teşkil eden Milletse tekrar kan ağlamaya başlardı. Allaha şükür din üzerinden Milleti kandırmaya çalışan sahtekar şeyh Muharrem İnceyi Milletimiz gördü ve seçim sandığında cezasını kesti

    Ayasofya camisinin tekrar ibadete açılması ve camileştirilmesi üzerine

    Yunanlılar hâlâ Ayasofyayı Yunanlaştırma hayali güdüyorlar.Fener Rum patrikahanesi onlar için hâlâ Ortodoks kilisenin başkenti ve başkentleri kalacak. Bunu bir Yunan tanıdığım bana söylemişti. Yunan siyasetini Almanyada bizim Türkler gibi gurbetci olduğu halde iyi takip ediyormuş. Ben Ayasofyanın minareleriyle birlikte artık bir Türk eseri olduğunu ve Türkiye'ye ait kalacağını tabiiki destekliyorum. Hatta Ayasofya'nın bu yüzden Batılılara gözdağı verilmesi için kısmen yada bazı günlerde ibadete açılmasını da mâkul görüyorum. Fakat Ayasofya kuruluşunda bir kiliseydi ve kiliselerin kilise kalmasında da İslamın ve bizim kültürümüzde hiç mahsuru yoktur, hatta kalması da gerekir. Sadece başka dinlere gösterdiğimiz hoşgörü ve baraber yaşama anlayışı yüzünden bunun böyle kalması gerekir. Başka sebepleri saymaya gerek yok. Hatta İslamın bir dinler karması, her dini içinde barındırması, bütün dinleri kutsaması ve kapsamasını anlatmak içinde Ayasofya müze halinde kalabilir ve her türlü âyine, ibadetede açılablir mesela. Ben bunu da saygıyla karşılarım. Fakat biz kendi eserlerimizle övünmeliyiz. Biz kendi kültürümüzden gelen eserleri öne çıkarabilmeliyiz. Size örnek vereyim Sultanahmet camiisini Arapların Ayasofya'dan daha fazla bildiğini ben tahmin edebiliyorum. Batılılar -tabiiki Yunanlıları kasdetmiyorum (onlara göre Ayasofya tekrar fethedilmesi lazım bir yer)- Almanlar, İngilizler Ayasofya'yı Sultanahmet'ten daha fazla kendi kültürlerinde zikredildiği için duyar, bilirler. Çünkü kendi kültürleri onları daha fazla ilgilendirir. şimdi biz ne yaptık 1923ten sonra? Batı uygarlığı ve medeniyetini ön plana çıkardık. Camileri, medreseleri ahır depo olarak kullandık. ?badethaneleri kapattık ve halkı Halkevlerine yönlendirdik. Tek ibadethaneler değil, Osmanlı'dan kalan bütün dini amaçlı kullanılan yada kullanılmayan binaların kitabelerini söktük. Osmanlının izini yoketmeye çalıştık. Bunu halk yapmadı. Kemalist devlet yaptı. İnanmayanlar yada duymayanlar için bu kanun şöyle: 1057 numaralı, 28 Mayıs 1927 tarihli "Türkiye Cumhuriyeti Dahilinde Bulunan Bilumum Mebani-i Resmiyye Ve Milliyye Üzerindeki Tuğra ve Medhiyyelerin Kaldırılması Hakkında(ki) Kanun"la redd-i miras yapıldı. 5 maddeden oluşan bu kanun ile yeni Cumhuriyet'in resmi binaları eski Osmanlı yapısı binalar ve yerlerde kurumsallaştırılırken, onları inşa eden ve ettirenlerin isimlerinin kaldırılması emredildi. Bu tarihlerde Latin alfabesi daha henüz Millete dayatılmadığı için (Atatürk harf devrimini 1 Kasım 1928de yaptı) bu kanun Osmanlıca ve Arap alfabesiyle yazıldı. Resim bu metinin aslını gösteriyor.

    Devlet halkına, vatandaşına Osmanlıyı yobaz, gerici, hurafe olarak anlattı. Bu kısmende hâlâ Kemalistler tarafından yürütülmeye, canlı tutulmaya çalışılıyor. Konumuza gelirsek İstanbul'da Süleymaniye ve Sultanahmet camiisi var, Ayasofyaya karşı yapılmış muhteşem eserler. Bu iki camimizi en azından Ayasofya kadar övmemiz, ortaya çıkarmamız lazımki, bizim gelecek neslimiz Yunan, Bizans hayranı kalmasın. Milletimiz azıcık artık milli olmaya başlasın. Kendi kültürünü tanımayan Batı operalarını, Batı kültürü, kiliselerini, şarkılarını, hayat tarzını benimsemiş bir gençliğe lütfen Ayasofya adı altinda zaten eski Bizans kültünden gelen yabancı kelimeleri genç nesilin beynine yerleştirmeyelim. Anadoluya bakın yabancı turistler kendi kültürüne ait Yunan ve Roma kültürüyle ilgilendikleri için restorasyon yapılan yerler ya antik kentler yada Eski Yunandan daha önceki yerleşim yerleri. Nedeni ise turistlerin bıraktığı döviz, iktisadi güç. Bizim Anadoluda, Osmanlı zamanında parlayan bir han kültürü yani şimdiki otel binaları vardi, ne oldu bunlara? Hepsi yıkıldı. Osmanlıdan kalan binalarımızı hor, değersiz gördüğümüzden çoğu perişan, yıkılacak halde, yada bilerek yıkıldı, halk tarafından taşları ev yapımında kullanılıdı, tarihi eser kaçakçılarına kurban gitti. Genç nesilimiz daha 80 yıl önce kullanılan bu hanların ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyor. ?ç acısı olanda bilmek de istemiyor. Peki sorumlusu kim? Tabiiki Kemalistler. Ben yüklenİnce bazıları karşı çıkıyor olabilirler, fakat gerçek bu. Devlet politikanız geçmişi reddetmekle, hain ilan etmekle, Batı kültürünü övüp öne çıkartmakla, dininizi, Osmanlıdan kalan bİnanızı, harfinizi, kitapları yok etmekle meşgul olmuş 1923den beri. Ben bazı insanların Ayasofya hassasiyetlerini anlıyorum, fakat neden Ayasofyanın yanındaki Sultanahmeti'de yücelten yazılar görüşler göstermezsiniz hiçbir zaman? muhafazakar insanlar kendileri Osmanlı kültürüyle övünen birileri olarak gösterirler. Muhafazakar insanlar Ayasofya çıkmazına girerler ve durmadan Ayasofya edebiyatı yaparlarsa şimdiki gençlik de Ayasofyanın temsil ettiği ve Batı kültüründen vazgeçermi?

    Arapların İslama yabancı olduğuna dair bakış açısı ve İslamdan çok uzak bir hayat tarzı yaşadıkları ve aslında barbar bir medeniyet olduğu ve bu nedenle İslamdan ve Araplardan uzak durulması üzerine (Arap ve İslam bataklığı)

    Türkiyede İslam gelmeden önce Arapların hayat şeklini yücelten hiç kimse yoktur. Aksine barbarlık seviyesinde görenler ve nakledenler var. Hatta mantık yürütülürse Peygamberler doğru yolu göstermek için gelmişler. Araplar doğru yolda olsalardı Muhammed(SAV) Araplara kesin peygamber olarak gelmezdi. Muhammedin bir sözüdür(hadis) yaklaşık olarak şöyle: "ben güzel ahlak için geldim" Peygamberimizin hayatta olduğu zaman şimdiki anlamdaki ve İslamın olması gereken şekilde uygulandığına ve bu dini düzenin Peygamber hayattayken yerleştiğini, sahabe tarafından yaşandığını kimse inkar etmiyor. Arapları eleştirenler eski barbar Arap zihniyetinin Peygamber öldükten sonra tekrar eski durumuna döndüğünü söylerler. Ve Arapların aslında zihniyet olarak barbar olduklarını ıslah olamayacak bir toplum olduğunu söylerler. Bu şekilde tarif edilen Arap zihniyetini Peygamberimizde hayattayken eleştirmiştir, herkes duymuştur "Ben Araptan değilim" şeklindeki sözleriyle. Bu zihniyetin Hz. Muhammedin ölümünden sonra tekrar tırmanmasının sebebi Peygamberimizin şeriatı uygulayış şeklinde Arapların kendi aralarındaki hilafetten dolayı olduğunu, kendi içlerinde tartışma yaşadıklarını da herkes biliyordur az çok. Hatta İslam mezheplerinin böyle meydana geldiğini çoğu insan biliyordur. Bu Araplar arasındaki İslamın uygulanış şekli tartışmaları peygamberin ölümünden 20 yıl sonra meydana çıkmış. Türkler hiçbir zaman eski barbar Arap zihniyetini misal almamışlar ve sadece İslamın yüce değerlerini kendi kültürlerine almışlardır. Hiçbir Arap zaliminin Türk tarihinde yüceltildiği görülmez. Peygamber öncesinde yada sonrasında Barbar Arap zihniyetine aşık olan bir Türk yazar ve tarihci yoktur. Arap yada İslam uygarlığı filozofi , astronomi, kimya, matematik gibi bir çok dalda yaptığı bilimsel çalışmalarla uygarlığa katkısı ve önderliği olmuştur. Avrupa Ortaçağda kırmızı saçlı kadınları cadı diye yakarken İslam bilginleri yıldızları İnceleyen rasathaneler kurmuş, takvimler yapmış, tıbda ameliyatlar düzenlemiş, hastaneler kurmuştur. Peygamber öldükten sonra Kabeyi yağmayalayan ve her millette olan bir kaç çapulcu ve eşkiyayı bazı insanlar bütün Arap milletine yakıştırmak ister. Arap milletinde barbarlık bir zihniyet olabilir, fakat İslamın getirdiği medeniyeti, sadece Peygamberimizin şu sözünü "komşusu açsa kendisi tok yatan bizden değildir" nereye koyacağız? "Komşusu açsa kendisi tok yatan bizden değildir" sözünden daha daha fazla insan hakkı olabilirmi yaşadığımız 21.yüzyılda? Hatta bu sözü siz bundan 1000 yıl sonrasına bile uygulayabilirsiniz. Bundan bin yıl sonrasına uygulanabilecek bir düzenden hangi barbarlık beklenebilir. Eğer İslamın değerlerini ve hayat tarzını Araplar şimdiki zamanda uygulamakta zorluk çekiyorlar ve hiçe sayıyorlarsa yinede bu zihniyeti bütün Arap milletine yakıştırmamak gerekir. İslamın yanlış anlatılması, hurafelerin çoğalması sadece Türkiye'de olan bir şey değildir. Türkiyede İslama karşı çıkan ve İslamla savaşan Kemalistler, solcular, yada kendini devrimci diye tanıtan aşırı solcu, koministler ve ateistlerdir. Ateistler bilindiği gibi herhangi bir devlet düzeni gözetmeden Allahın varlığını reddederler. Ateistler için İslamla savaşmaları normaldir. Fakat sosyalist, devrimci, solcu diye geçinen kesim aslında şeriatı benimsemesi ve şeriat düzenini desteklemesi lazım. "Neden?" diye bilgisi olan ve mantık yürütemeyen kişiler sorarlar. Aslında Leninist, Marxist, yani Sosyalist düzenin kurucularının söylemi nedir? Kapitalizm yani Burjuvazinin zengin kişilerin elinden servetin zorla alınıp, halk tarafından eşitce paylaşılması değilmi? Buna devrim diyorlar. Peki Hz.Muhammedin söylemi nedir? Zekat, kurban, fitre kimin içindir? Servetin eşit dağılımı değil de nedir? Fakat bizim solcular Batıdan aldıkları ideolojileri her zaman Kemalistler, Jöntürkler, İttihatcılar gibi İslamdan daha üstün gördükleri için mantık yürütemezler. Dikkat edilirse Hz.Muahmmedin amacını yerine getirmek isterler fakat İslamı, Muhammedi en kötü insan olarak ilan ederler. Zaten Lenin, Marx, Batı bu ideolojileri kendileri üretmemiştir, nereden bulmuştur? İslamdan. Batı, Rönesans döneminde İslamdan, Doğudan, şarktan çalmıştır. Goethe bunu açıkca dile getirmiştir. Türkiyede Osmanlıdan başlayan cahil Batı delisi bir zümre vardır. Koministler de bunların içindedir. Çoğu kendini kominist diye tanıtan kişi İştirakçı Hilmiyi tanımaz. İştirakçı Hilmi sadece ve sadece özenti yüzünden "bende Kominist olmak istiyorum" diyerek kendini Kominist ilan etmiş, palyaço gibi gülünç şeyler yapmış bir kişidir. Fakat bu kişi Osmanlıdaki kendini ilk Kominist diye tanıtan kişidir. Yani Koministlerin babası sayılır. şimdiye kadar bir şey değiştimi İştirakci Hilmiden sonra devrimciler arasında? Hiçbir şey, halen cahiller! Hz Muhammed'le halen savaşıyorlar, kendileri yobaz oldukları halde Hz. Muhammed'e yobaz derler. Neyse tarihi bırakalım. Yapılmak istenilen şey şudur: Algı operasyonu yaparak bütün Kemalistlerin taktiğiyle Arapları ve İslamı hedef tahtasına koymak. Bazı insanlar hac kervanlarını yağmalayan çöl eşkiyalarından bahsederek bütün Arap milletini eşkiya barbar olarak damgalayarak Türk milletini Araplardan uzak durmasını sağlayarak aslında İslamdan uzaklaşmasını sağlamak. Hz Ademin yaradılışından beri Abil ve Kabilin yani iyinin yanında mutlaka kötünün de olacağını ve peygamberlerin geliş sebebinin Kabil'lerin yeryüzünde çoğaldıkları zamanlarda insanları islah için gelmişlerdir. Zaten Araplar barbarlık yapmasalardı, İslamın gösterdiği yoldan sapmasalardı onlara peygamber gelmezdi. şimdi birde dinine bağlı insanlara "ne malsınız" diye onları cahil yerine koyarak Kemalistler güya kendini haklı göstermeye çalışıyorlar. Kemalist solcu, Batı delisi insanların yüzünden Millet yeteri kadar aşağılandı 1923den beri. Hatta bunu Jöntürklere kadar götürmek lazımdır. Kemalist solcu insanlar Jöntürklere kurtarıcı, yüksek Batı medeniyeti temsilcisi olarak görürler. Ah Kemalist solcular Goethenin İslam hakkındaki söylediklerini okusa, İstanbuldaki Gülhane Parkındaki Almanlar tarafından, Goethe vakfı tarafından kurulan İslam bilim ve Teknoloji müzesini gezseler bana biraz hak verirler. Fakat onlarda at gözlüğü vardır. Kemalist at gözlüğü. Gördükleri halde görmezler, duydukları halde duymazlar. Bir kaç çapulcuyu Arapların eşkiyalarını, aynen 28 şubatta olduğu gibi bir kaç provokatörü sahneye sürüp bütün müslümanları suçlar dine yobaz damgasını vururlar. Fakat o eskide kaldı. Artık cevablarını alıyorlar. Gerçekleri, ben yaşadığım sürece tekrarlayacağım. Susturamayacaklar. Son olarak Filistin cephesinde savaştan kaçan sizin paşalarınız (benim değil) sayesinde kaybettiğimiz 1.Dünya savaşının hesabını da ileride vereceksiniz.

    Sürgündeki Hanedan Osmanlı (Derin Tarih Programı - (03.10.2015) üzerine

    Peki. Öyleyse .... Adnan Menderes asıldıktan sonra iktisadi bunalıma giren ve dış borcunu ödeyemeyen dövize ihtiyacı olan CHP hükümeti tarafından Avrupaya gönderilen köle işçilerinin gurbetti dramını,sürgün gibi memleketlerdeki çilelerini,aşağılanmalarını,Beyaz Kunta Kinte gibi muameleye maruz kaldıklarını hâlâ bununlada övünen CHP zihniyetindeki tek dirhem kadar vicdanı olmayan insanlardaki umursamamazlığı,Kemalist vesayet ve koltuk sevdaları uğruna tarihi hâlâ çarpıtmaya devam ettiklerini, aşağılık asalak gibi Türkiye devletine yapışan kan emici keneler gibi Türkiyeyi sömürmeye devam eden CHPlileri koruyan bilinçli yada bilinçsiz insanları, hâlâ bu modern köle insanlardan özür dilemeyi bırakın sırıtarak bu insanları hor gören alçak CHPlileri, döviz makinesi gibi yıllarca sömürülen fakat hiç bir hizmet görmeyen zavallı garibanları, Avrupada bulunan gurbetçilerin belirli bir siyasi çizgiye oy verdikten sonra tekrar yerin dibine sokan bu canavarları, Avrupaya işçi olarak gönderildikleri için tahsil seviyesi az bulunan bu insanları kendi suçları olduğu halde cahil, bidon kafalı, tahsilsiz , kültürsüz diye aşağılayan Nemrudların Nemrudu Kemalist yanlısı acımasız yaratıkların tek hücrelilerden de aşağı mahlukları, yeni dönemlerde namuslarını, ahlaklarını, vicdanlarının hürlüğünü ne kadar çok kadınlarının açık olmasıyla ölçebilen geleneğinden,dininden, örfünden,ananesinden kopmuş gavurlardan daha gavur Türk kültürü hainlerini, gurbet ellerde tırnağıyla namusuyla ekmeğini kazanan sonrada sılaya gelen vatansever insancıkların Türkiyeye geldiğinde bu aşağılık insanların yada o aşağılık insanları destekleyen zavallıların sözlü zulmüne uğrayıp memleketlerine geldiğine pişman olduktan sonra gözleri dolup içten içe ağladıklarını her şeyi sineye çektiklerini, bu gebermeyen nesli tükenmeyen Kemalistlerin gurbetçileri de mağdur ettiklerini, ne zaman , kim , nasıl haykıracaklar? ............Ne zaman CHP geçmişinden özür dileyecek? Gurbetçilerden ne zaman özür dilenecek?Osmanlı padişahlarının sülaleleri yurtdışındaki yaşayanları, maruz kalanları en fazla 5000 kişidir. Ve bu kişilerden neredeyse tarih özür diledi, çoğu Türkiyeye gelebildi. Peki sayıları milyonlarla ifade edilen Köle Gurbetçilerin durumu hâlâ devam etmemektemidir?Neredeyse bir kaç ülke nufüsuna sahip bu gurbetçilerin saylarıyla da övünen muhafazakar kesimin sözleri varya bu beni dahada çıldırtıyor. Kölelerin sayılarıyla övünüyorlar. Kemalist sol kesim yaptıkları maharetin vahimliğinden dolayı bilinçaltından hatalarının farkındalar ve bu nüfus sayısıyla övünmeden kaçınıyorlar. Devletten en azından bir yaklaşım bekliyoruz.CHPden zaten böyle bir şey beklenemez.Sağolsun Uzun Adam bir kaç sefer geldi(oy adına olsun yada olmasın) Gurbetçilerin durumundan en azından bahsetti. Az da olsa Kölelikten bahsetti. Fakat esas muhatabım CHPdir. Yaşadığım sürece CHP Gurbetçilerden özür dilemediği sürece hedefimdir. Tarihçilerin de hedefi CHP olmalıdır.

    İngilizlerde bulunan "Abdülhamid'in Kitapları" üzerine

    Sultan ıı. Abdülhamid tahttan indirilİnce Moğol ordularına benzer bir güruh tarafından Yıldız Sarayı'nın yağmalandığına ıı. Abdülhamidin kütüphanesindeki kitaplara ne oldu? İzine İngiltere'de rastlanıyor.

    Bu Osmanlı kültürünü yok etme adı altında işlendi. Mustafa Armağan "Osmanlısızlaştırılma" diye kitap çıkarmıştır. Cumhuriyet kurulduktan sonra bütün Osmanlı izlerini silme kampanyası başlatılmıştır. Mutlaka tarihle ilgilenenler bilirler. Bulgaristana yakılmak üzere tonlarca Osmanlı arşivi değersiz görülmüştür, para karşılığında satılmış. Bulgaristan hükümeti zamanında bunların içinde kendilerinin yani Bulgaristanı ilgilendiren belgelerde bulunabilir diye elektrik santralinde kömür niyetine yakmadan önce bir bakalım demişler ve araştırmışlardır. Muassır Batı medeniyeti anlayışını sadece Batı kültürü olarak tanımlayan Cumhuriyetimizin kurucusu ne yazıkki Batı kültürünü Türkiyeye getirirken eski bütün Osmanlı ve Türk kültürüne ait olan her şeyi yok etmek istemiştir. Osmanlı arşivleride Osmanlı devrine ışık tuttuğu için ve tarihin şahitleri olduğu için yok edilmişlerdir. Fakat bir kaç ton kurtatılmış ve Türkiyeye getirilmiştir. 5816 sayılı kanunu arkasına alanlar ve beni şikayet etmek, sayfamı engellemek isteyen koyu Kemalist kişiler için kendilerinin de çok iyi bildiği şu kelimeleri tekrarlıyorum: Gerçekleri şikayet edemezsiniz. Gerçek hakareti ifade eden sözlerle anlatılabiliyorsa hakarete katlanmak zorundasınız. Bu durumda ben Atatürke Osmanlı kültürü haini desem ne derseniz. Hak veririsiniz herhalde. Eğer Osmanlı kültürü haini olmasaydı Osmanlı arşivlerini yakmak için Bulgaristana satmazdı herhalde. Bilakis korurdu ve Osmanlıcayı yasak etmek ve kaldırmak yerine onu korumak için müzeler açardı. Ben bazı resmi tarihçilerin yazmak istemediği şeyleri yazmak zorundayım. Sahte kahramanlar yüzünden yeteri kadar tarihci, yazar, şair, aydın mahkeme kapılarında süründürüldü ceza çektiler. YETER. Necip Fazıl Kısakürek yeteri kadar içeride yattı. Korkup sindirilen, sindirtilen sadece kendi Osmanlı tarihine sahip çıkmak isteyen nice kişiler yeteri kadar hapiste yada ruhi bunalıma sokularak çürütüldü. Ne uğruna Batı kültürü uğruna.

    Derin Tarih programının neden Süleyman Yeşilyurtun yargılanmasından sonra durdurulduğunu ve yeniden yayına geçmediğini ben çok iyi tahmin edebiliyorum. Tarihiyle ilgilenen bir kişi olarak bunu esefle karşılıyorum. Kemalist vesayetin yeniden galip geldiğini ve bu vesayetin her zaman devam edeceğini ne yazıkki görüyorum. Derin Tarih programının yapımcıları ve Derin Tarih dergisinin yayıncılarının ellerinin bağlı kaldığını ve tekrar sansür cenderesinden geçirildiğini görüyorum. Gerçek tarihin su yüzüne çıkmasına yardımcı olan Derin Tarihe katkıda bulunanların usanmamaları pes etmemeleri gerektiğini vurguluyorum. Aynı zamanda "küçük bir Kemalist darbede hemen boyun eğiyorlar", daha katı cümle olan "davayı satıyorlar" yorumlarına alan bırakmamaları gerektiğini görmeleri gerekiyor diyorum. Bu yalancı, sahtekar, tarihimizi çarpıtan Kemalistlere meydanı boş bırakmamaları gerektiğini onlara bu yolla bildiriyorum. Yeni yalan tarihe İnanan Kemalist nesillerin sayısı haddinden fazla. Buna karşılık gerçek tarihi yazan ve yalan tarihe direnen yeni nesil yok. Eskileride yoruldu, usandı, mahkeme kapılarını aşındırmaktan bıktı. Fakat bu durum bahane sayılamaz.

    Bosna Hersekte yaşanan müslüman katliamının (1995) yıldönümüne ait Kemalistlerin ve ateistlerin bakış açısı

    Bu katliamı doğru bulmasalar bile sadece ve sadece müslüman kökenli oldukları için bu katliama içinden sevinen yada onaylayan ne yazıkki Kemalist vatandaşlarımızın olduğunu tahmin ediyorum.Bu aslında İslama ve İslamla yoğrulmuş Türk kültürüne karşı 1923den beri açılan savaşın bir meyvesi.Okul kitaplarında Osmanlıyı vatan haini ilan eden Kemalist düşünce 100 yıldır kültürümüzde bulunan bütün İslam izlerini silmek için elinden gelen bütün her şeyi yaptı.Arapça kelimelerimizi uyduruk kelimelerle değiştirdi.Burda mesela Orta Asya ülkelerinden kelimeler aynen alınabilirdi.Fakat Sovyetler Birliği demir perdesi bunu bir bakıma engelledi.İslamın önde gelenlerinin itibarsızlaştırmakla başlayan İslama karşı açılan savaş bütün tarikatcıları, şeyhleri, devlet tahsilinden geçmemiş imamları şaklabanlık, şarlatan, sahtekarlıkla damgalamakla devam edip Milleti dinden soğtup ateistleştirmek amacıyla son buldu.Kemalsit devlet o kadar ileri gittiki bütün müslüman ülkelerle ticari ilişkilerini bile en aza indirmeye gitti. Kültürel anlamda zaten 1923den beri ilişkiler sıfırlandı. Milli görüş çizgisinde olan başbakan Erbakan müslüman devletlerle ticari ilişkiler başlatınca bu Erbakanın sonu oldu. Bilindiği gibi Kemalist devlet muhtıra darbe baskı vesaire ile Erbakanı alaşağı etti.1980 askeri darbesinden sonra kurulan Atatürkcü Düşünce dernekleri gibi kurumlarla devleti laiklik adı altında dinsizleştirmek adımını daha sert hamlelerle yaptı. Devlet tümden Batı kültürünü devren Türkiyeye getirmeye çalışırken müslüman devletlerle ilişkisini nerdeyse kopardı.Batı kültürü ise Kemalist devlet için ateistlik,hiçbir Arap, İslam izi olmayan Türkiye demekti.Toplumda hala silinmeyen Kurban,Ramazan ve Namaz kılınan camiler içinse eskiden kalma cahilliğe giden yobazlık gözüyle bakıldı ve hala çoğunluğu oluşturduğu için tahammül edilmek zorunda kalındı.Dünyanın hangi yerinde müslümana karşı yapılan bir zulüm varsa sanki bir tür cahiilik ortadan kaldırılıyor. zaten yobaz oldukları için suçlular gözüyle bakıldı. Hiçbir zaman insanlık humanizm evrfensel insanlık değerleri gözüyle bakılmadı.100 yıldır İslam dünyasına körüklenen kin İslamı ortadan kaldırma projesi Kemalist devlet tarafından başarıyla yürütüldü.İslam dünyasında ölen kişiler veya yaşanan meseleler Türkün meselesi değildir ve ölenler müslümansa ölmeleri doğrudur gözüyle bakıldı.Arap memleketleri bataklıktır sakın girme ilgilenme, duyma, görme, işitme devlet siyasetiydi.Müslüman bu dünyada Kemalist devlet için sanki uzaydan gelmiş bir yaratık gibiydi.Aynı şey Bosnada yaşanan olaylarda da oldu. Neredeyse soydaş olduğumuz gözardı edlidi. Müslüman oldukları için ölmeleri hak görüldü.Batı ne yaptıysa doğrudur denildi.Hiçbir zaman Batı sorgulanmadı. Sorgulanamazdıda çünkü inkilaplarla Batının bütün kültürü, hayatı Türkiyeye birebir getirilmiş ve uygulanıyordu. Bosnada yapılan katliam katliam değil bir müslümansızlaştırlma olarak görüldü. Bana İnanmayan kişiler bazı azılı ateist Kemalistlerin laflarında benim söylediklerimin ispatını bulabilirler. Çünkü bu azılı Kemalistler Bosnalıları da yobaz görür, imanları yüzünden onları da yok etmeye çalışırlar. Neyse yorumum biraz uzun oldu fakat ne yazıkki yazdığım şeyler uydurma değil bilakis gerçek. Bundan da aslında ben utanıyorum hala Türkiyede Bosnalılara bu katliamı hak olarak görenler var olduğu için. Saygılarımla.

    Papa aforoz ettiği için Kraliçe Elizabeth Osmanlıdan yardım istemesi üzerine Prof.Jerry Brotton Derin Tarih dergisinde yazı yazması üzerine yazdığım bir yorum ve Türklerdeki genel zihniyet: Batının Türkiye üzerindeki zihinsel ve teknik üstünlüğü.

    Türkiyemizde ne yazıkki Jöntürklerden yani 1830lardan beri bir anlayış hükmediyor.Derin Tarihin yazarı Prof.Jerry Brotton bunu ne yazıkki noter tasdiği gibi tasdikliyor.Nedir o?Batılı bir yazarın Türkiye hakkında yazdığı bir makale kitap gazete hakkında Türk insanları hiç şüpheye düşüp gerçek olup olmadığını araştırma mecburiyeti duyarmı?Yani Batı sorgulanırmı? Yoksa Batı olduğu için hemen ve mutlak gerçek olarak kabul edilirmi? Jöntürklerden gelen bu zihniyet ne yazıkki Batının bütün ürünlerinin materiyalist olsun manevi olsun göğe çıkarıp kendi şahsiyetini kişiliğini aşağıladı ve mutlak hakikat ve mutlak uyulması gereken değerler olarak Millete tanıttı ve buna karşı gelenleride yobaz damgasıyla damgaladı.Bu Yobaz damgasından korkan ve Kemalizm tarafından da kendi değerlerini öne çıkaran anlayışı öcü gerici damgasıyla daha da pekiştiren Batı taklitçiliği yüzünden insanlar yobaz damgasından korkar hale geldi.Batının her dediği yediği içtiği ibadeti dinsizliği örnek olarak alındı.Batı yazarları bile en kötüsü olsun Milli yazarlarımızla kıyaslanmayı bırak birarada tutulması bile düşünülemez hale getirildi. şimdi Bunları neden yazdın diye birileri soracaktır elbette.Cevabı şu. İngiliz profesörü bir Türk dergisinde yazı yazınca itibarı ve yazdığı yazıyı hiç Kemalist ve Solcu taraflar sorgularmı? Eğer bu yazar bir Türk profesörü olsaydı sorgularlarmıydı? Aynı yazıyı, metni aynı olsa, sorgulama oranı nasıl olurdu? Kemalistleri ve solcuları bir kenara bırakalım. Siz kendiniz muhafazakar olsanız bile İngiliz profesörüne Türkten daha çok İnanmazmıydınız? İngiliz profesör bir Türk dergisinde yazı yazmış neden yalan olsun dersiniz. İşte bu zihniyeti kırmamız gerekiyor.Bilim alanında bile tarafsız olamıyorsunuz. Neden Jöntürklük, İttihat Terakki ve son olarak Kemalizmin koyduğu bir Batı medeniyeti üstünlüğü hala zihnimizde çivilenmiş duruyor.

    Türk bayrağı sevdalılarının yalnızca Anadolu ve Rumeli'de yaşadığını mı düşünüyordunuz?

    Yine birileri rahatsızlanacak fakat bayrağımız eskiden sadece Türk milletini, ırkını değil İslamıda temsil ediyordu.Pakistan,Hindistan askerlerinin 1.dünya savaşında Türklere karşı savaştıklarını duyunca savaşmak istmedeiklerini, ağladıklarını unutmayalım. Eskiden imparatorluğu kenetleyen çimento İslamdı ve Osmanlı adaletiydi. İslama tabî olmayan milletlerse bayrağı dini İslam oldukları için değil Osmanlıdan gördükleri hak adalet saygı,eşitlik ve huzur yüzünden seviyorlardı. Osmanlıyı yok eden terakki, Jöntürkler ve en sonrası Kemalistler ne adalet, hak, eşitlik nede İslam bıraktı ve alabildiğine yapabildiğine kadar hainliğe varacak kadar Osmanlıyı kötülediler ve yıktılar. İçten yıkılan ve hiçbir tutanağı, değeri kalmayan Osmanlıya da sonraları İngiliz ve Batının kışkırtmalaraıyla ne İslam devletleri nede İslam olmayan devletler saygı göstermez oldular. Bayrağımız artık bu milletlerde İslamı, hak adaleti değilde sadece Kemalizm ve ırkçılıkla eşit olan Türkçülüğü gördüler ve Türk bayrağına olan saygı dibe vurdu. şimdi bir sürü düşmanı olan Uzun Adam'ın liderliğinde tekrar Türk bayrağı milletlerarası bir hak, eşitlik sembolü olmaya başladı ve Kemalizmin deştiği yaraları yavaş yavaş kapatmaya başladı. Ve Türk bayrağı tekrar itibar kazanmaya başladı. Tabiiki içteki hain demiyelimde İslama ve İslamın getirdiği adalet anlayışına mesafeli duran zümreler bundan rahatsız. Dışardaki ülkelerse tabiiki dünden rahatsız.

    Ayasofya Bizans mimarisidir

    Anıtkabiri ziyaret edenler ne zaman Mehmet Akif Ersoy yada başka paşaları ziyaret ederler yada Anıtkabir artık bir merkez anıt sıfatından çıkarsa o zaman tarih ve kurtuluş savaşı şehitlerine gereken hürmeti göstermiş sayılırız. Atatürkü ne zaman artık diktatör sıfatına koyacaksınız yada kendi Milletini, önde gelenleri hatta yakınlarını astığı, sürgüne gönderdiği için Stalinle eş tutacaksınız? Ayasofya bir kere müslüman binası değil. Derin Tarih Fatih Sultan Mehmedin burayı almakla İslamın parladığı zamanı falan simgeleştirmek ister. Ama kendimiz tarafından yapılmayan bir binayı neden bize misal alalım.Alın Mimar Sİnanın herhangi bir Osmanlı eserini onu misal yapın.Derin Tarihte başsayfaya onu koyun. Önce kendiniz kendi kültürünüzü övün sahip çıkınki bizden sonraki nesiller kendi kültürünü sahiplensinler.Böyle örnek olursanız gençler diyecekler:"Hah zaten bizim değilmiş neden o zaman Batı kültürünü yerin dibine sokuyorlar o zaman, madem Osmanlıyı öve öve bitiremiyorlar" diye sormazmı?Burda Ayasofyada namaz kılabılmek için Ayasofya resmini koyuyorsanız gerek yok.Cami namaz kılan cemaati kadar ehemmiyetlidir.Namaz kılmayan,kültürüne yabancı bir nesil yetişsin sen içinde cemaat olmayan bir binayı namaza aç.Çok manasız.Önce kendi kültürüne sahip çık.Nesil bunun bilincine vardımı namaz kılıcak yeri bulur.Buyrun her yıl Batının yılbaşı gelenekleri,müziği,evlenme programları,yozlaştırılan dini bayramlar vesaire vesaire.

    Atatürk Kemalistlerin taptıkları tanrıdır

    Burada Atatürkün hayatını araştırdım diyenlerin kaynakları ya Halıf Rıfkı Atay(o bile Atatürkü bazı yerlerde kötüler),Yunus Nadi,Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve sadece onun yazabilirsin dedikleri yakın arkadaşlarıdır.Kazım Karabekirin kitaplarını toplattıran kişi, kendi hakkında yaşadığı zamanda "gazoz paşa" dediği için astıran kişi, nasıl olurda kendisi hakkında kötü sözler yazılınca safsata oluyor. Bunu nasıl düşünebiliyorsunuz. Burada resmi tarihin beyin yıkadığı aşikar, ama siz halen Atatürke muhalif kişilerin yazdıklarını safsata onları okuyana öküz diyorsunuz. Biraz düşünerseniz kimin öküz olduğunu anlayabilirsiniz. Kemalistler başbakanlik yapmış Rıza Nur'a deli damgası vurmuş, ?stiklal mahkemelerinde yargılanan Kazım Karabekir Paşaya ise kıskançlığı yüzünden Mustafa Kemali kötülüyor damgası vurmuştur. Yurtdışına asılmaktan korktukları için kaçan 1.Dönem milletvekilleri ise vatan haini diye damgalanmıştır. Halide Edip Adıvara nasıl hain denilebilir. Egede kendi kurduğu ordusuyla Yunanlılarla savaşan ve Ankara istediği için askerlerini Ankaranın emrine veren Çerkez Etheme nasıl vatan haini denilebilir.Aynısını padişah Vahdettin için aslında kendisi devirdiği ıı.Abdülhamit içinde söylenemezmi? Mondros mütarekesini imzalamak için Rauf Orbayı tavsiye eden kişi Atatürk değilmi? Bu Rauf Orbay'ın "bakmadan" imzaladığı anlaşmayla Anadolu işgal edilmedimi?Hain varsa Rauf Orbay hain edilmesi gerekmezmiydi? Lozan anlaşmasını bir tarafa bırakıyorum. Burada Yunus Nadi'nin Atatürk'ün kendi talimatıyla kurdurduğu Cumhuriyet gazetesindeki Atatürk'e tapma yazısını aktarmak istiyorum. Ki bu yazı diktatörlüğün ilanını Atatürk'ün bir tanrı olarak ilan edildiğinin delilidir. Ve Kemalistlerin tanrısı Atatürk konu olursa beyin, mantık durur, işlemez hale gelir. 5 Ağustos 1935 Cumhuriyet gazetesi Yunus Nadi'nin yazısı:


    Bir Fransız gazeteci Marcel Souvage Türkiyeyi ziyerete etmeye gelmiştir ve hatıralarını Fransız gazetesinde yamıştır. Cumhuriyetse bu makaleleri Türkçeye çevirmiştir. Fransız gazeteci Atatürk daha hayattayken diktirdiği kendi heykellerinin çokluğuna şaşırmış, hayret etmiş ve kendi diktatörlük ülkelerinde bile bu kadar Atatürk heykelinin olmadığını yazmıştır. Atatürkün yarı ilah seviyesine getirildiğini yazmıştır. Ki bu heykeller daha halen duruyor ve 5816 sayılı ceza kanunuyla korunuyor. Bu Atatürkün yaptırdığı kendi heykelleri neyi gösteriyor? Atatürkün mütevazi bir kişi olmadığını tabiiki. Mütevazi bir insan kendisinin övülmesinden rahatsız olur. Kendi heykelini diktirmek ise bunun tam tersidir. Kemalistlerin tanrısı böyle doğmuştur. Atatürk mütevazi olsaydı köylü kıyafetini giymezmiydi? Eğer mütevazi olsaydı kendine zamnında dünyanın en büyük lüks Savarona yatını yaptırtırmıydı? Hadi Kemalistler gibi düşünüp evet mütevaziydi diyelim. Kendi heykellerini her şehire yaptırmak bir diktatörlüğün başlangıcı ve tek adamlığın işareti değilde nedir? Akıl ve mantık yürütemezsiniz sözkonusu Atatürk olunca. Burada Atatürkün serveti hakkında şeriat yanlısı www.belgelerle gercektarih.com yeteri kadar bilgi ve belge sunmuştur. Her zaman belirtiyorum. Ben şeriat yanlısı değilim. Devlet düzenininde şeriat olarak değiştirilmesinede soğuk bakıyorum. Devlet düzenini Millet belirler. www.belgelerlegercektarih.com belgelerle tarihi gösterdiği için şeriatcı olması beni ilgilendirmez. Beni gerçekler ilgilendirir.

    Milletvekili yemini metni.

    Milletvekillerin Andiçme metni 1982 anayasası 3. Kısım ı. Bölümde yer almaktadır.
    "ANAYASA MADDE 81 Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik ve lâik cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasa'ya sadakatten ayrılmayacağıma; büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim."

    Dikkat ederseniz Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma diye sözler var. Eğer bağlı kalmazsanız namusunuz ve şerefiniz aslında yok oluyor. Ataürkün ilke ve inkilapları nedir: Bunlar arasında internette bir araştırma yaparsanız şu maddeler ortaya çıkıyor. Milliyetcilik: ırkçılığa varan kafatası ölçümleri, Anadolu tarihini, Etileri bile Türk gösterme çabaları. Devletcilik: Mustafa Kemalin kendi sözü : Devletçiliğin anlamı bizce şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak (1936) Devletin özel kişilerin elinden mallarını almak suretiyle bütün üretim mekanizmalarının devletleştirilmesi. Özellikle Ermeni, Rum vatandaşların sahip olduğu orta, büyük çaptaki işletmelere devlet el koyarak bunlara üretimin millileştirmesi denildi. Halkcılık :"Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil ve fakat kişisel ve sosyal hayat için iş bölümü itibarıyla çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek esas prensibimizdir." (1931) İnkilapcılık : Mustafa Kemalin kendi sözü : "Efendiler, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen yeni ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir sosyal toplum hâline ulaştırmaktır. Devrimlerimizin asıl ilkesi budur" (1925) Uygar bir toplum sadece ve sadece sanayiinin teşkiliyle muvaffak olunur. Sanayi ve teknolojinin getirdiği imkanlarla başka alanlar da ilerler ve medeniyet böylece yükselir. Atatürkün izlediği uygar sosyal toplum şundan ibaretti: Batı kültürünü, kanunlarını, ölçü, harf, takvim gibi Batı sistemini Türkiyeye getirmek. Asıl uygarlık olan sanayi, teknoloji ikinci planda kaldı. Her zaman misal verdiğim Japonya örneği Türkiyede uygulanmadı. Atatürk için inkilapçılık Batı kültürünü Türkiye'ye getirmekti. Vesaire.

    Atatürkün inkilaplarından bir tanesi şapka devrimi. Başka devrimleri değinmeye bile aslında gerek yok. Dikkat edilirse Türkiyedeki bütün insanlar aslında bu devrime ters hareket içindeler, bu devrimi saf dışı bıraktılar. Hatta cezası bile vardır bu devrimi uygulamayan kişilere. Sadece kafasına sarık yada başka bir şey giymek ve dolaşmak bile ceza gerektirir, neden buyrun ceza kanunu:
    şapka ve Türk harfleri Madde 222 - (1) 25.11.1925 tarihli ve 671 sayılı şapka Iktisası Hakkında Kanunla, 1.11.1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanunun koyduğu yasaklara veya yükümlülüklere aykırı hareket edenlere iki aydan altı aya kadar hapis cezası verilir. Bu kanunda atıfta bulunulan 671 sayılı şapka İktisası Hakkında Kanunda
    Madde 1 - Türkiye Büyük Millet Meclisi azaları ile idarei umumiye ve hususiye ve mahalliyeye ve bilümum müessesata mensup memurin ve müstahdemin Türk milletinin iktisa etmiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir.Türkiye halkının da umumi serpuşu şapka olup buna münafi bir itiyadın devamını hükümet meneder.
    Madde 2 - İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meriyülicradır.
    Madde 3 - İşbu kanun Büyük Millet Meclisi ve İcra Vekilleri Heyeti taraflarından icra olunur

    Bu kanun hâlâ yürürlüktedir, kaldırılmamıştır. Yani bir memur başına İngilizce adı "cap",sarık, fötr, beyzbol şapkası, falan giyse suç işlemiş sayılır. Katı olarak bakılırsa, asıl kasdedilen ve giyilmesi gereken şapka devrimindeki kasdedilen Atatürkün Kastamonuda halka tanıttığı demeyim de dayattığı şapka şeklidir. Çünkü bu kanun 1925 tarihini göstermektedir. Ve o zamana işaret etmektedir. Ve bu kanun hâlen yürürlüktedir.

    Atatürkün Kastamonu ziyareti. 29 Ağustos 1925.
    Atatürkün elinde Kastamonuda halka tanıttığı ve devrim olarak halkı giymek zorunda bıraktığı Panama şapkası.
    şimdi sadece milletvekilleri değil artık bütün halk şapka giymediğine göre(başka ilkeleri ve inkilapları bir tarafa bırakıyorum) milletvekilleri bu yemini ettiklerine göre namus ve şereflerini düşünüyorlardır yemin etmeden önce, çünkü namus ve şeref üzerine yemin ediyorlar. Bizim kanunlarımız 1982 darbe anayasasında ve öncesinde o kadar 1923e odaklanmışki halkın uygulamadığı bir davranış bile irsi, kalıtım hastalığı gibi hukukun içinde hâlâ duruyor. Ben milletvekili olsam ve bu metni okumak zorunda kalsam kendimi şerefsiz ve namussuz hissederim. Çünkü çok ender de olsa bazen cap giyiyorum ve bazı inkilapları ve ilkelerini doğru bulmuyorum. Mesela harf devrimi olmasada olurdu. Yine Japonya örneğini gösteriyorum. Japonya ne harfini, ne de şapkasını değiştirdi muassır medeniyetlerin üstüne çıkmak için. İhtiyaçları olan sadece Batının teknolojisiydi ve bunu gördüler ve kopyaladılar, geliştirdiler, Batının da üstüne çıktılar.

    Şimdi bana göre bu inkilaplar en azından şapka inkilabı gibi o kadar gülünç duruma geldiki. Şöyle: Bu şapka kanunu hâlâ yürürlüktemi, evet. Kemalistler bu inkilapları savunuyorlarmı, evet. Bir vatandaş Panama şapkasını bir Kemalistin kafasına geçirmek istese -ki kanunen her vatandaşın aslında giymesi lazım- Kemalistin mutlaka ve mutlaka giymesi lazım, çünkü kendilerinin önderi yarı tanrıları Panama şapkasını emrediyor. Fakat Kemalist giydirmeye çalışanla kavga etmeye tutuşur ve giymez. Hatta kendisine Panama şapkasını giydirmeye çalışan bu vatandaşı mahkemeye verir. Neden çünkü inkilapların çoğu kültür dayatması. Daha doğrusu Batı kültürü dayatması. 1927de Batıda gözde olan, moda olan Panama Şapkası şimdiki zamanda tabiiki modada gözden çıktı. Dikkat edelim eğer Panama Şapkası 21.yüzyıldada moda olsaydı Batıya özenti olduğu için bu kanun geçerliliğini korurdu. Bütün Kemalistler Batı gibi Panama Şapkası giyerdi. Batı şimdi bu şapkayı bıraktı, Kemalistlerde bıraktı. Atatürke ihanet ettilermi? Hayır! Atatürkün hedefi zaten Batı kültürüydü. Kemalistlerde şu anda Batı kültürünü harfi harfine uyguluyorlar. Yani şapka devrimini uyguluyorlar. Işte Batıda moda olan herşey anında kimin üzerinde görülüyor? Tabiiki muhafazakar kendi tabirleriyle yobaz insanların üzerinde değil. Fakat kendilerinin bile Panama Şapkası yüzünden yargılanabileceklerini tanrılarının emri yüzünden göze alıyorlar, değiştirmeye ortadan kaldırmayı hâşâ düşünemiyorlar bile. Neyse bırakalım Panama Şapkasını, başka bir inkilaba gelelim. Milletvekillerinin namus ve şeref adına söz verdikleri inkilaplara. Harf inkilabına gelelim. Harf inkilabı da gözden çıkarmı? Demode olabilirmi? Evet, Latin harfleri de gözden çıkabilir, fakat gelecekte. Neden diye geçmişi bilen, geleceği gören, fakat mantık yürütemeyen kişiler ne demek istediğimi anlayamazlar. Teknoloji 900lü yıllardan 1500lü yıllara kadar Arap alfabesiyle yazılıyordu. Rönesansla yani Batının İslam teknolojisini çalıp benim dediği yalanla birlikte teknoloji Batıda gelişmeye başladı. Teknoloji 1927de Latin harfleriyle yazılıyordu. Gelecekte Asya (içinde Çin, Hindistan, Japonya olan ülkeler) teknolojide Batıyı arkada bırakırlarsa, teknoloji dili değişmezmi? Tabiiki değişir. Bizim yaptığımız harf inkilabımız ne olacak? Latin harflerimizi çöpemi atacağız? Hayır, fakat aynı Panama Şapkasına benzeyecek. Neden? Çünkü bütün bilim adamları, teknoloji Asya dilinde yazılacağı için Asya dillerini öğrenmeye başlayacaklar ve Latin harflerine burun kıvıracaklar. Ben belki hayatımda bunu göremeyeceğim, fakat torunlarımız bunu görecekler. Dikkat ederseniz ben Asya alfabesini alırız demedim. Şimdiki Kemalistler, Batı kültürü taklitcileri o zaman Asya alfabesini belki almak isterler. Belki gelecekte Kemalistler Araptan nefret ettikleri için, Latince de geri kalmış ölen bir alfabe olduğu için, Göktürklerin çivi alfabesine dönerler. Fakat hayır dönemezler, çünkü taptıkları tanrı harf devrimiyle onlara beyin formatı yapmıştır. Latin harfinden başka bir alfabeye dönemezler, kendilerini reddetmiş olurlar, tanrılarına ihanet etmiş olurlar. Aslında Panama Şapkası giymemekle biraz ihanet ediyorlar. Eğer Asya ülkeleri teknolojide ilerlerlerse bu ihanet daha da çoğalacağa benzeyecek. Fakat geleceğimizde de ne yazıkki bu Kemalist dinazorlar hâlâ yaşayacaklar. Nereden biliyorsun diye sormayın lütfen. Daha az önce okudunuz Panama Şapkası devrimi hâlâ yürürlükte, ve bir mahkeme suç ihbarı olursa ceza vermek zorunda. Resmi tarih ve resmi siyaset değişmedikçe hiç bir değişmez, dinazor Kemalistlerin soyu tükenmiyor, her gün daha da çok çoğalıyorlar. Benim bazen aklımdan geçiyor, acaba başımda sarıkla, elimde aşırı büyük, 1metrelik tahta hatıra tespihi ile, ayağımda çarık ayakkabı ile Galata köprüsünde yada İstiklal caddesinde dolaşsam ne olur acaba? Beni Panama Şapkası Kanunu yüzünden ihbar eden olurmu?

    Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesi

    Atatürk, Batı kültürünü Türkiye'ye getirdiği için ve Osmanlıyı yok ettiği için bu güzellik yarışmasıyla ödüllendirilmiştir. Hani Batı delileri buna sevinirler üstelikte. Zaten Batı kültürünü Türk kültüründen üstün tutan bu zihniyet Atatürk'ten de önce vardı. Zamanın İttihat ve Terakki mensupları ve kendini aydın zanneden kişiler. Her zaman örnek verdiğim bir yazar Tevfik Fikret bunların en önde geleniydi. şimdi bu güzellik yarışmasını Atatürk Türkiye'ye getirmesiyle Türkiye ne kazandı? Lütfen bunu kendiniz sorgulayın ve yararları ne oldu diye düşünün. Bir tane yararını bulabildinizmi? şimdi daha iyi bir fikre ulaşabilmeniz için sizin düşünmenize biraz yardımcı olmalıyılım, yoksa Panama şapkası devrimin misalındaki gibi yarı tanrı karşısında tökezleyebilirsiniz. Önce Atatürk neden ödüllendirilmiş, ilk dünya güzeli seçilmiş Türk kadını olan Kerime Halis'in neden Dünya güzeli seçildiğini öğrenelim, bilenler biliyordur.

    Yarışmayı gören Halit Turhan Beyin anlatımları:
    Hâlid Turhan Bey Hatıraları'nda Keriman Hâlis Ece'nin dünyâ güzeli seçilmesini şu şekilde anlatıyor: 1932 senesinde yine Cumhûriyet Gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Hâlis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika'nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünyâ güzellik yarışması düzenlenmişti. Keriman Hâlis bu yarışmaya Türkiye'yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kimselerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünden kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek şöyle konuştu:
    "Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa'nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünyâ üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika'nın ve Rusya'nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu, Hıristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupa'nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdâhale eden Kanûnî Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünyâ güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız."

    şimdi Atatürkün Türkiyeye getirdiği güzellik yarışmasının benzerini bugüne uygulayalım. Batı dünyasında yeni türemiş bir kutlama şeklini düşünün. Mesela Amerikada düzenlenen en fazla yemek yiyebilme yarışması var. CHPnin Antalyada düzenlediği Almanların bira festivalı var, yada Hintlilerin geleneksel holi renk bayramı var. Amerikalıların cadı bayramı var. Bunların hepsini şu andaki devlet, emirle, zorla yada en zorbalık şekli kanunla Türk halkına dayatsa ne olur? Ne kazanırız? şimdi Atatürkü savunmak için güzellik yarışmasında Türkiye'yi tanıttık, hatta Türk kadınlarının güzelliğini dünyaya tanıttık diyenler bile olmuş. Mantıkla düşünemeyen kişilerin aklı ancak böyle olur. Türkiye'nin nüfusu o zaman yaklaşık 13milyonmuş. Sanki 13milyon kadının hepsi güzelmiş. Bir kişi güzel diye bütün bir nüfus güzel olabilirmi? Hem güzelliğin tarifi nasıldır? Yuvarlak yüzlümü uzun yüzlümü,uzun burunlumu kısa burunlumu? Dikkat edilirse yüz güzelliği yarışması değil vücut güzelliği yarışması yapılıyor. Yüz güzelliği yarışması olsaydı bütün vücudu kapatılır sadece yüze bakılırdı. Hatta hiç dünya güzellik kraliçesi olmayan bir ülkenin bütün kadınları çirkin mi sayılacak? Saçmalığın daniskası. Hatta şöyle nedenler göstererek Keriman Halis'i korumaya çalışırlar. Gurur kaynağımız olmuşmuş. Hangi gurur? Neyi başardık? İnsanlığa yararlı Türkiye'yi öbür medeniyetler karşısında üstün kılan bir şey mi yaptık? Neyse bırakalım Atatürk delileri zaten her şeye bir kulp bulmak, bahane bulmak için kırk dereden su getirirlerde mantık yürütmezler. Sonuçta bu güzellik yarışmasına katılmakla hiç bir şey kazanmadık. Sadece Batı kültürüne ait olan bir şeyi Türkiye'ye getirdik. Zaten 1932de jüri üyeleride Türkiye Batıya uyduğu için ödüllendirilmiştir. Konumuza dönersek şu anda Amerikada düzenlenen cadı bayramını yada en fazla yemek yeme yarışmasını Türkiye'ye kanunla dayatsak Kemalistler Atatürkçüler ne der? Mutlaka hayır derler. Hatta ne var ne yoksa saçma görünen şeylerin hepsini Türkiye'ye getirsek Kemalistler reddetmezlermi? Tabiiki reddederler. Peki güzellik yarışmasını neden doğal, sanki Türkiye'ye özgü bir şey olarak görüyorlar? 1930larda Türkiye'de yaşanan hayat Osmanlı kültüründen ibaret. Batıyla ilgili hiçbir kültür alışkanlığı Türkiye'de yaygın değil, bırakın güzellik yarışmasını. şimdiki Kemalistlerin bu güzellik yarışmasını eleştirememelerin sebebi aynı Panama şapkası devrimi gibi. Çünkü Atatürk yaptı. Atatürk sorgulanamaz bir kişi. Yaptığı saçmalıkta olsa sorgulanamaz. şimdi neden bunu çıkarttı bu insan diye düşünenler de olabilir. Nedenmi bugün 22. Eylül 2017de Türkiye kraliçesi seçilen ıtır Esen isminde bir genç bayanın(19 yaşında) sosyal medyada paylaştığı yorumlar yüzünden kraliçelik ünvanının geri alınması. Mecburen ilk Türk dünya güzeli Keriman Halis'in güzellik yarışmasını nasıl kazandığını burada söylemek zorunda kaldım. ıtır Esen'in yorumu şöyle: "15 temmuz şehitler gününü kutlamak adına sabahında regl oldum. Günü şehitlerimizin kanlarını temsilen kanayarak kutluyorum." Evet Türk kültürünü durmadan aşağılayarak Batı kültürünü bize empoze ederseniz sonunda bir kadın âdet günü kanını şehit kanıyla eşit tutacak seviyeye gelir. Yazıklar olsun Kemalistlere diyeceğim, ama şerefsiz Kemalistler için hava hoş. Bu kadar kültür hainliğinin gelişmesini, Türk ve Osmanlı kültürünün yerin dibine sokulmasının sebebi CHP değildir de kimdir? Merak etmeyin ileride Türk'e yapılan hainlik, aşağılamalar o kadar sıradan bir şey olurki bu ıtır Esen'in karşılaştırması bile ileride normal sayılır. Kültür hainliğinin ilerlemesini istemiyorsanız önce Atatürk ismini duyunca mantığınızın durmasına engel olun. Azıcık mantık yürütün. şu adamı yarı tanrı olarak görmeyin. Atatürk olmasaydı sen olmazdın diye lütfen karşıma gelmeyin bayatladı artık Kemalistlerin bu yalanı. Atatürk olmasaydı Kazım Karabekir, Mareşal Fevzi Çakmak, Rıfat Bele gibi bir sürü komutanlar Kurtuluş Savaşını yönetirdiki Kurtuluş Savaşını tek bir kişi değil kumandanlar beraber yürütmüştür fakat nasılsa bu savaşın kahramanı olarak tek kişi sıyrılmış çıkmıştır, başkaları vatan haini ilan edilmiştir, Atatürk diktatörlüğünü ilan etmek için. Bu bayat konuları başka yerlerde işledim. Geçiyorum.

    Mete Tunçay'la röportaj

    Kominizm yada sosyalizm ideolojisine gönülden inanmış bir Profesör olan Mete Tunçay'ı sadece tarihle ilgilenen kişiler tanır. Mete Tunçay muhazakarlar gibi resmi tarihin çarpıtıldığını, çoğunun uydurma olduğunu, sahtekâr kahramanlar yaratıldığını söylediği için çoğu resmi tarih yanlıları ve tarihçiler tarafından dalga geçilir. Tarihle ilgilenen kişiler bu resmi tarihçilerin kimler olduğunu bilirler. Sosyalist, kominist ideolojiye sahip kişilerse Mete Tunçay'ın davayı sattığından bahsederler ve dincilere yarandığını, saf değiştirdiğini söylerler.

    Neşe Düzel Taraf gazetesinde 1 Mart 2010'da Mete Tunçay'la bir röportaj yapmıştır. Bu röportaj metni yüzünden Taraf gazetesinin internet sayfasından sonra alınmıştır,silinmiştir. Nedenini metni okuduğunuz zaman anlayacaksınız, daha doğrusu tahmin edeceksiniz. Dikkat ederseniz Mete Tunçay Cumhuriyet tarihimizi en iyi araştıran profesörlerden biridir fakat resmi tarihle "dalaştığı" için ismi her yerde geçmez, söyledikleri sansürlenir.

    Neşe Düzel'in Mete Tunçay ile yaptığı Taraf gazetesinde yayınlanan röportajı

    --------------------------Röportajın başlangıcı, alıntıdır----------------------------

    İki temel kurum, bugün ciddi bir biçimde sorgulanıyor: yargı ve ordu. Cumhuriyet'in kuruluşunda bu iki kurumun yeri nedir?

    Kuruculara tek tek bakacak olursak, Cumhuriyet'i askerler kurdu. Mustafa Kemal Paşa da, İsmet Paşa da, Fevzi Çakmak da askerdi. Zaten Milli Mücadele'de ilk beşten söz edilir. Bir Atatürk, iki Kazım Karabekir, üç Ali Fuat Cebesoy, dört Rauf Bey, beş Refet Paşa. Karabekir ve Cebesoy, Milli Mücadele'ye başlamak için 1919'da Mustafa Kemal'den daha önce Anadolu'ya gittiler ve M. Kemal'e ısrarla gel dediler. Ama M. Kemal tereddüt etti. Karabekir, sık sık onun gecikmesinden bahseder.

    M. Kemal, Milli Mücadele'ye niye daha geç katılıyor?

    Başka şeylere oynuyor. Mesela İstanbul'da Sadrazam İzzet Paşa'nın hükümetine girmek ve harbiye nâzırı olmak istiyor. "Ben harbiye nâzırı olmak istiyorum" diye de açıkça söylüyor. İzzet Paşa istemiyor. Bu isteği kabul edilseydi, herhalde o zaman Milli Mücadele diye bir şey olmayacaktı. Zira bu durumda Mustafa Kemal'in Anadolu'ya gidip, oradakilerle anlaşıp, Yunanlılara karşı bir hareket geliştirmesi beklenemezdi…

    Yargı kime bağımlı oldu?

    Öncelikle orduya. 28 şubat ve 12 Eylül'de yaşananlar da bunu açıkça ortaya koymuştu. Bakın… Cumhuriyet'in kuruluşunda ordu çok önemliydi. Yeniçeri ayaklamalarından tutun da İkinci Meşrutiyet'te Mahmut şevket Paşa'ya dek bu önemin bir geçmişi ve geleneği vardı. İlk askerî diktatörlük modelini Hareket Ordusu'nun komutanı Mahmut şevket kurdu. Enver ve Cemal Paşalar, Birinci Dünya Savaşı yıllarında bu diktatörlüğü sürdürdüler. Nitekim bizim erken Cumhuriyet de geniş ölçüde askerî bir nitelik taşır. Mesela 30 Ağustos 1926…

    30 Ağustos 1926'da ne yaşandı?

    30 Ağustos, orduda, geleneksel olarak terfilerin yapıldığı bir tarihtir. Milli Mücadele'yi başlatan ve Cumhuriyet'i kuran 'ilk beş'in dördü olan Kazım Karabekir, Ali Fuat Paşa, Refet Paşa, Rauf Orbay, daha birkaç ay önce İzmir'de Atatürk'e suikasttan ötürü İstiklal Mahkemesi'nde idam talebiyle yargılanmışlardı. Aradan birkaç ay geçti ki, 30 Ağustos 1926'da Karabekir Paşa, Cumhuriyet'in başbakanı İsmet Paşa'yla birlikte birinci ferikliğe yani korgenerallikten orgeneralliğe yükseltildi.

    Bundan ne anlamalıyım?

    Bir kere, Cumhuriyet'in kurucularının askerlikle ilişkileri sürüyor. Cumhurbaşkanı Atatürk de asker, Başbakan Inönü de asker… Bir taraftan Karabekir asılsın isteniyor, diğer taraftan da "paşamız orgeneral olsun" diye terfi ettiriliyor. Hele hele Cumhuriyet'in ilanından üç yıl sonra, Cumhuriyet'in başbakanının kalkıp da orgeneralliğe yükseltilmesi çok ironik oluyor. Bizde, "askerler, Milli Mücadele'yi yaptılar ve Cumhuriyet'i kurduktan sonra üniformalarını çıkardılar" diye hikâyeler anlatılıyor ya… Hayır, üniformalarını çıkarmadılar.

    Atatürk'ün, askerlerin siyasete bulaşmasını istemediği ve hatta onlara, "Beyler ya üniformanızı çıkarın, siyasete girin, ya da üniformanızla kışlada kalın" dediği söylenir. Atatürk aslında bunu da mı söylemedi?

    Atatürk, askerin kendisine karşı bir politikaya bulaşmamasını istiyor. Yoksa askerin, siyasetin içinde olmasına bir itirazı yok. Üstelik Atatürk'ün kendisi de üniformasını çıkarmadı ki. 1925'te Kastamonu'da şapka nutkunu söylüyor ya… Atatürk oraya mareşal üniformasıyla, ayağında çizmeler, yanında köpeği ve elinde kamçısıyla gidiyor. Kastamonu'da bir ara sivil giyiniyor ve şapka nutkunu söylüyor. Sonra tekrar mareşal üniformasını giyip dönüyor. Kurulan cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet değil.

    Kurulan cumhuriyet nasıl bir cumhuriyet peki?

    Kurulan cumhuriyet Jakoben bir cumhuriyet. Çünkü bunlar, halk için doğrunun, iyinin ne olduğunu biliyorlar. Halka öyle fazla danışmaya ihtiyaçları yok. Mesela 1946'ya kadarki seçimler iki derecelidir. 1946'ya dek, yurttaşlar gidip de milletvekillerini seçmiyor.

    Kimi seçiyorlar?

    Birinci seçmenleri seçiyorlar. Onlar, milletvekillerini seçiyor. Çünkü halka güvenilmiyor. "Halk, bütün gerilikleri getiriyor" diye düşünülüyor. Zaten Halk Partisi'nde de bir asker ağırlığı var. Bugün hâlâ tartıştığımız 'vesayet' kavramının nasıl oluştuğunu düşünmek lazım tabii. Cumhuriyeti kuranlar…

    Evet… Cumhuriyeti kuranlar ne düşünüyorlar?

    Bunlar, 19. yüzyıldaki pozitivistlerden etkilendiler. 19. yüzyılda fizik bilimleri ve matematiğin gelişmesi dünyada insanlara, "Bütün soruların cevaplarını bilimden aldık ve alacağız. Din, iman gibi şeyler artık çocukluk hikâyeleridir" duygusunu verdi ve bu pozitivist ruh bizde de yayıldı. Dolayısıyla askerler, sivil yüksek memurlar ve burjuvaziden oluşan egemen sınıf, kamusal doğruyu ve kamusal iyiyi kendisinin bildiğini düşündü. Yargı da bunların peşinden gitti. Halkın taleplerinden korkuldu. Eğer halka soracak olursak, "bunlar kadınların başlarını örter, içkiyi yasaklar falan" dendi.

    Cumhuriyet'in kurucuları bu korkularında haklılar mıydı? Halkın kararına bırakılsa, yeni Cumhuriyet, gerçekten bir din devleti olur muydu?

    Biz hiçbir zaman din devleti olmazdık. Çünkü imparatorluk geleneğinden geliyoruz. Bazı tarihçiler, Osmanlı'dan teokrasi diye söz ediyorlar. Bu, deli saçmasıdır. Bir imparatorluk, din devleti olamaz. Çünkü imparatorluk çeşitliliği korumak, bütün dinlere saygı göstermek zorundadır.

    Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?

    Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi. Ama şunu da bilmek lazım. Milli Mücadele sırasında içki yasağı kanunu çıkarıldı. Meclis'teki dindarların bir zaferiydi bu. İçki yasaklandı ve Atatürk o dönemde kanuna aykırı olarak içki içiyordu. O gün boyun eğildiği takdirde, dindarların o dönemde daha ileri taleplerinin olabileceği düşünülebilir ama bugün artık böyle bir tehlike yok.

    Cumhuriyet kurulduktan sonra yargının ve ordunun işlevi ne oldu?

    Cumhuriyet kurulduktan sonra ordu enteresan bir macera geçirdi. Atatürk, orduyu Fevzi Çakmak gibi çok dürüst ama son derece tutucu birine teslim etti. "Her general, bir önceki savaşa hazırlanır" diye bir laf vardır. Fevzi Çakmak da böyle… "Demiryolu olursa, İtalyanlar trenlere biner ve memleketin içine kolaylıkla gelirler. Otobüsle zor gelsinler!" diye Antalya'ya demiryolu yaptırmıyor. Uzun menzilli donanma topları Karadeniz'den Gölcük'ü dövebilecek teknolojiye ulaşırken, Çakmak bunu düşünmüyor ve donanma için Gölcük'ü güvenli bir yer olarak seçiyor. Ayrıca, Harbiye talebesinin gazete okumasına bile izin vermiyor.

    Nasıl?

    Fevzi Çakmak'ın ölünceye kadar Latin harfleriyle sadece "Fevzi" diye adını yazdığı rivayet edilir. Eyüp mezarlığında şeyhinin ayağının ucunda gömülü olan Çakmak, bütün yazılarını Arap harfleriyle yazmış.

    Cumhuriyet'in en önemli devrimlerinden olan harf devrimine, Cumhuriyet'in genelkurmay başkanı mı uymuyor? Atatürk niye ordunun başına böyle tutucu birini getiriyor?

    Atatürk'ün bunu istediğini düşünüyorum. Çakmak, 1943'e kadar, 20 yıldan fazla genelkurmay başkanlığı yaptı. Bir İngiliz tarihçi, benim de bulunduğum bir ortamda şöyle demişti: "Abdülhamit akıllı adamdı. Fakat büyük bir hata yaptı. Alman yardımıyla orduyu güçlendirdi ama, subayları yeteri kadar tatmin etmedi ve ordu, onun başını yedi. Menderes de aynı hataya düştü. Amerikan yardımıyla orduyu güçlendirirken subayları o da tatmin etmedi. Atatürk bu hatayı yapmadı."

    Atatürk, orduya nasıl yaklaştı?

    Atatürk, orduyu asla güçlendirmedi. Orduyu, Fevzi Çakmak gibi tutucu bir komutana teslim etti. Orduya yatırım çok sınırlı tutuldu. Mustafa Kemal'in kafasında, güçlü bir orduya ihtiyaç hissetmeden, bölgesel paktlarla savaş tehlikesini öteleme planı vardı. Balkan Paktı, Yakın Doğu'daki ilişkilerle, savaşa lüzum olmadan götürmek istiyordu işi.

    Atatürk döneminde ordunun durumu böyleydi. Peki, yargının durumu neydi?

    Atatürk döneminde aslında yargı da içler acısı vaziyette. Atatürk gece trenle İstanbul'a giderken Eskişehir'e uğruyor. Temyiz üyelerine haber veriliyor, hepsi sabaha karşı saat birde, ikide peronda hazırolda bekliyorlar. Atatürk, komünistler için "bunlar hafif akıllı adamlardır" dediği o meşhur antikomünist nutkunu, işte o gün sabaha karşı istasyonda yargıçlara veriyor ve onları irşat ediyor, uyarıyor, yönlendiriyor. Yargının bağımsızlığını ve konumunu anlatmak açısından bu olay yeterli sanırım.

    Atatürk'ün ölümünden sonra, ordu ve yargı Cumhuriyet'i koruyabilmek için nasıl bir rol üstlendi?

    Yargının rolü hep ikincil kaldı. Orduya gelince… Atatürk döneminde geri plana itilen ordu, İkinci Dünya Savaşı yıllarında birden bire, "savaşa girecek olursak" diye semirtildi. Dört yüz bin kişilik ordu bir buçuk milyona çıktı. Dolayısıyla ordu, fazladan bir önem kazandı. Harbiye'ye daha fazla öğrenci alındı. Nitekim 1960'ta, 300 generalin 275'i tasfiye edildi. Yani, İkinci Dünya Savaşı yıllarında, askeriye özel bir önem kazandı. İsmet Paşa 1945'te çok partili hayata geçip de 14 Mayıs seçimlerini kaybettiğinde, malum gece Genelkurmay Başkanı telefon edip, ona, "Paşam bir emriniz var mı" diye sordu.

    Sonuç ne oldu?

    Ordudaki yüksek kademe, bir hafta, on gün içinde, Demokrat Parti iktidarı tarafından emekliye ayrıldı. Demokrat Parti döneminde ordunun açık bir muhalefeti olmadı ama ordunun içinde cuntacılık başladı.1960 darbesinin hazırlıkları 1950'lerin başında başladı. Hatta Samet Kuşçu diye birisi darbe hazırlıklarını ihbar etti.

    Darbe ihbarı işe yaradı mı?

    Hayır. Adama inanmadılar, "iftira ediyorsun" diye adamı bir de mahkum ettiler. 'Kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır' endişesinin benzerini, bu ülkenin halkı için duyan askerin ve yüksek sivil bürokratların 'vesayet' düşüncesini, ne yazık ki siyasiler de paylaştılar. Başta CHP olmak üzere bir takım siviller de, toplumun mutlaka bir denetim altında tutulması gerektiği görüşünü savundular. 'Halk serbest bırakılırsa, yarın herkesin tesettüre girmesini ister bunlar' diye düşündüler.

    Bizim cumhuriyetimiz, evrensel ölçülere uygun bir ordu ve yargıyla kurulabilir miydi?

    El cevap: hayır. Latin alfabesi, şapka kanunu, halk oylamasıyla yapılamazdı ama başka türlü davranılabilirdi. Artık bugün Arap alfabesine dönmek gibi bir talep ve ihtimal yok. Aslında Hilafet kaldırılmayabilirdi ama artık geçmiş olsun. Halbuki Mecit Efendi halife olarak muhafaza edilseydi, Latin alfabesinin kabulüne bile karşı çıkmayabilirdi. Ki, Cumhuriyet'in en önemli devrimi alfabe değişikliğidir.

    Sizce niye alfabe değişikliği en önemli devrim?

    Çünkü dinle dil değil ama dinle yazı arasında garip bir ilişki vardır. Müslüman olmakla Arap harflerini kullanmak arasında doğrudan bir bağ var ve bizim devrim bu bağı kırdı.

    Bunu bilinçli mi yaptı?

    Bilinçli yaptı. Tarık Bin Ziyad'ın, geri dönülmesin diye gemilerini yakma hadisesidir bu. Latin alfabesi tamamen dinle ilişkili olarak getirildi. Hilafet kaldırılacağı zaman bir kamuoyu yoklaması yapılsaydı, cevap muhtemelen "Hilafet kaldırmasın" çıkardı. Düşünün… Türkiye'nin baş tarihçisi olan Enver Ziya Karal, Galatasaray'da talebeyken, Hilafet kaldırılınca talebelerin yemek boykotu yaptığını anlattı. Türkiye'nin en aydınlanmış kesimi bile hilafetin kaldırılmasına "hayır" diyor.

    Aslında bugün insanların korktuğu hilafet değil, şeriat. Cumhuriyet'in kuruluşunda oylama yapılsaydı, halk şeriat ister miydi?

    Osmanlı din devleti olmamıştı ki Cumhuriyet olsun. Ama Milli Mücadele yıllarında sanki bir din devleti olmaya gidiyoruz gibi bir hava yaratılmıştı. Dinci kesim bu yönde teşvik ediliyordu. Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu. Çünkü yığınları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi. İslam kardeşliğine atıf yapma mecburiyeti vardı.

    'Milli Mücadele'de, insanları Türk milliyetçiliği adına harekete geçirmek mümkün değildi… Milli Mücadele tamamen İslam dininin istismarına dayanan bir şekilde kuruldu…' dediniz. Milli Mücadele dini nasıl istismar etti?

    Mesela… Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, memleketteki bütün İslam yurttaşları 'tabii aza' sayıyordu. Gayrımüslimler ise Cemiyet'e üye olamıyorlardı. Mesela… Hiçbir Osmanlı Mebusanı'nda kürsüden Kur'an okunmamıştı. Büyük Millet Meclisi'nde ise kürsüden Kur'an okunuyor, Hacı Bayram'a Cuma namazına gidiliyordu. Meclis'in açılış günü bile Cuma'ya denk getirildi. Dolayısıyla İslam, Osmanlı'nın Meşrutiyet döneminde sahip olmadığı öneme, Milli Mücadele döneminde sahip oldu.

    Dinin kullanılması ne kadar sürüyor?

    Askerî zafere kadar sürüyor. 9 Eylül 1922'de İzmir'e girildikten sonra Atatürk Ankara'ya dönüyor. Kendisine "Hacı Bayram'a gidip şükran duası edelim" dendiğinde de, "Benim böyle bir borcum yok" diyor. Mesela… Milli Mücadele yıllarında, 'İslam milleti' anlamına gelen, "biz burada sadece Türk değil, Kürdü, Arabı, Lazı, ve Çerkesiyle tam bir birliğiz" denirken, Milli Mücadele'nin kazanılmasından sonra bu milli birlik, 'Türk milli birliğine' dönüştürülüyor.

    İslamiyet birleştirici unsur olmaktan çıkıyor mu?

    Birleştirici unsur Türklüğe çevriliyor. Ancak bu süreç adım adım ilerliyor. Çok kişi unuttu ama… 1922'nin kasımında Saltanat kaldırıldı ve Mecit Efendi halife oldu. Onun halifeliği bir buçuk sene sürdü. Bu bir buçuk senenin dört ayı Cumhuriyet dönemidir. Yani, bizim önce 'halifeli bir cumhuriyetimiz' vardı.

    Bugün ciddi bir biçimde sorgulanan Cumhuriyet'in iki temel kurumuna dönersek… Neden bizim ordumuz ve yargımız Avrupalı ülkelerden farklı?

    Bizim ordunun siyaseti dikte etme imkânı var. Ve, ordu da bunu yapıyor. Aslında ordunun ne kadar laiklik ve ilericilik yanlısı olduğu konusunda karar vermek güç. Ama şu kesin. İlerici ve laiklik yanlısı görünmek, orduya dominant güç olma imkânını sağlıyor. Zaten ordunun istediği de…

    Ordunun asıl istediği nedir?

    Ordunun istediği de, Türk toplumu üzerindeki egemen konumunu sürdürmek. Bütün bu laiklik ve Atatürk devrimleri vurgusu, topluma direktif vermeyi sürdürmenin bir bahanesi oluyor ordu için. Ordunun ilericiliği bana açıkçası bahane gibi geliyor. Toplumdan niye daha ileride olsunlar ki? Bunlar, öyle felsefe ve metafizik eğitimi görmüyorlar ki. Toplumdan daha ileride olabilmeleri için bir neden yok. Ama Abdülhamit'e Kanun-i Esasi'yi yeniden ilan ettirdikten bu yana, bu ülkede atılacak adımlara hep ordu karar verdi.

    Cumhuriyet kurulduğunda toplumun yapısı nasıldı?

    Bugün 72,5 milyonluk nüfus var. O gün 12 milyonluk bir kitleden bahsediyoruz. O kitlede muhacirlik, mübadillik, yerlilik, ayırımını da düşünmek lazım.

    Niye?

    şunu unutmamak lazım. Teknoloji, medya, iletişim ve ilişkiler bugünkü gibi değildi. Ankara'da cumhuriyet vardı ama Atatürk, İstanbul'a küs idi. Yani İstanbul, Atatürk'ün küs olduğu bir şehirdi. 1927'ye dek Atatürk İstanbul'a gelmedi. Ancak 1 Temmuz 1927'de şehri affetti. O güne dek, İstanbul'a hep kötü gözle bakıldı.

    Atatürk İstanbul'a niçin küstü?

    Istanbul kendisine karşı muhalefetin, eleştirilerin, gazetelerin olduğu bir yerdi. Istanbul'da bir demokrasi talebi vardı. Mesela 1923'ün son günlerinde, Halife'nin istifa edeceği lafları çıkıyor. İstanbul Barosu Başkanı Avukat Lütfi Bey, Halife'ye "sakın ha istifa etmeyin" diye açık mektup yazıyor. Bunun üzerine İstiklal Mahkemesi Lütfi Fikri'yi yargılıyor ve beş sene hapse mahkûm ediyor. Lütfi Fikri hapishanede özel af için dilekçe veriyor.

    Affediliyor mu?

    Dilekçesi kabul ediliyor. Birkaç ay sonra hapisten çıkıyor ve İstanbul Barosu onu gene başkan seçiyor. Bu, Ankara'ya posta koymak değildir de nedir? Cumhuriyet'in kuruluşunda toplumun yapısını sormuştunuz… Ona dönersek… Rumelilik ve Anadoluluk hikâyesi de Cumhuriyet'in kuruluşu bakımından çok önemlidir. Rumeli'den Anadolu'ya bir buçuk milyon Müslüman geliyor o dönemde.

    Rumelilik ve Anadoluluk ayırımı niye önemli? Rumelililerle Anadolulular arasında bir çatışma mı var?

    Olmaz olur mu? Atatürk zamanındaki yeraltı muhalefetinde, "ulan, bizi, 'abe' diye konuşanlar idare ediyor" deniyor. Çünkü Atatürk'ün kendisi de dahil böyle konuşuyor ve ortaya bir Anadoluculuk muhalefeti çıkıyor. Unutmayın ki, Cumhuriyet'i kuran kadro, geniş ölçüde Rumeli'de görev almış olanlardan oluşuyor. Zaten Mustafa Kemal'in kurmay subaylığı döneminde iyi subaylar Asya'ya gitmez, Rumeli'ye giderlerdi ve o sırada önemli olan Makedonya'da görevlendirilmekti. Mustafa Kemal, şam'a ceza olarak gönderilmişti.

    Peki, çatışmayı kim kazanıyor? Anadolulular mı Rumelililer mi?

    Rumelililer kazanıyor. Bugün AKP, bir açıdan Anadolu'nun intikamı olarak da yorumlanabilir. Yalçın Küçük bir ara, insanların tek tek isimlerine bakıp, 'dönmelik' hikâyesini ortaya attı. Eğer Yalçın, "Sabetaycılık, Selanik'te önemli bir gruba hâkim olmuştu. Bunlar, iyi eğitim aldılar ve başkalarını da yetiştirdiler. Bunlar, Cumhuriyet'i kuran sivil kadro içinde çok önemli oldular. Bunların Sabetaycı kökenleri, Cumhuriyet'in laikliğinin formüle edilmesinde etkili oldu" deseydi, bu sözler kabul edilebilirdi ve Yalçın, yararlı bir hipotez getirebilirdi.

    Ama yapılan yayınlar ve daha sonra başkaları tarafından da öne sürülen tezler, Cumhuriyet'i Sabetaycıların kurduğuna kadar vardı. Cumhuriyeti Sabetaycılar mı kurdu?

    Yok canım. Böyle bir şey söylemenin manası yok. Sabetay kökenli insanların laiklik anlayışımızın gelişmesinde bir etkisi oldu. Ki, bunlar Cumhuriyet'te sorumlu makamlara getirildiler.

    Atatürk hukuk konusunda bilgili miydi?

    Bir kurmay subay ne kadar hukuk biliyorsa, o da ancak o kadar biliyordu. Mesela Enver Paşa için, "yok kanun, yap kanun" denir. Her yaptığı işin bir kanuna göre yapılmasını istediği için Enver, eğer yapılan işin bir kanunu yoksa, hemen o iş için kanun yaptırırmış. Atatürk'te de böyle bir meşruiyet fikri vardı. Çeşitli konuları Meclis'in onayından geçirmek gibi bir tutumu vardı. Ama şu var! Atatürk'e icazet veren kurumlar, yani onayına başvurduğu kurumlar, aslında kendisinden kaynaklanan kurumlardı.

    Anlamadım…

    Mesela bir milletvekili, ancak Halk Partisi içindeki bir kurulun kendisini aday göstermesiyle milletvekili seçilebiliyordu. Ve o kurulu da, cumhurbaşkanı tayin ediyordu. Tabii şekilden ibaret bir meşruiyet sistemidir bu.

    Böyle bir meşruiyet sistemini benimseyen bir cumhuriyeti nasıl tanımlamak gerekir?

    Söyle anlatayım… Atatürk ve yakın çevresi, toplumun neye ihtiyacı olduğunu bildiklerine inanıyorlar. Bu yüzden topluma danışma ihtiyacında değiller. Bütün mesele, kafalarındaki modeli topluma kabul ettirmek. Tek parti dönemi, demokrasiye hazırlık dönemi olarak yorumlanıyor ya…

    Demokrasiye hazırlanılmıyor muydu?

    Bakın… Özgürlük, aykırı olabilmektir. Özgürlük, hayır diyebilmektir. İsmet Paşa, 1938'de cumhurbaşkanı oluncaya dek, ortada böyle bir özgürlük ve demokrasi niyeti yoktu. Ama 1937'de İsmet Paşa, Atatürk tarafından birden bire başbakanlıktan kenara atılınca, şoke oldu. Atatürk öldükten sonra Cumhurbaşkanı olduğunda, İsmet paşa'nın, Atatürk'ün el atamadığı bir şeyi başarmak, onu geçmek gibi bir derdi oluştu. "Atatürk her şeyi yaptı ama demokrasiyi getiremedi, onu da ben getireceğim" dedi adeta.

    Peki ordu, 'kuruluştaki' görevini, Cumhuriyet kurulduktan sonra da sürdürdü mü?

    Sürdürdü. Mustafa Kemal'e, Meclis namına yetki kullanma hakkı tanınmıştı. Yani, 'diktatörlük hakları' tanınmıştı. Böylece M. Kemal'in ağzından çıkan her emir kanun kuvvetindeydi ve Meclis namına yetki kullanma hakkı, üçer aylık sürelerle uzatılıyordu. M. Kemal, 1922'de "artık lüzum yok" dedi ve hak uzatıldı. Sadece, "Başkomutanlık, sonsuz olarak M. Kemal'de kalsın" diye bir karar verildi. Bunu söylerken, Kanun-i Esasi gereğince, başkumandanın padişah olduğunu da akılda tutmak lazım.

    Padişahın yetkisi, M. Kemal'e mi geçti bu durumda?

    M. Kemal'e geçti. Zaten Cumhurbaşkanı olunca, Atatürk'ün sivil olduğunu düşünmek yanlış. Cumhuriyet'in cumhurbaşkanı mareşaldi ve askerdi. Unutmayın ki, İsmet Paşa da Başbakan'ken orgeneralliğe terfi etti. Atatürk 1927 haziranında askerlikten emekli oldu ve emekli maaşı aldı. İnönü de öyle…

    Ordu, Atatürk zamanında da kendisini ayrıcalıklı görüyor muydu?

    Başta da dedim ya, Atatürk, Abdülhamit'in hatasını yapmadı. Orduyu güçlendirmedi.

    Ordu Atatürk'e karşı darbe yapabilir miydi ki?

    Gayet tabii yapabilirdi. Atatürk'ün ruhiyatını çok iyi bilemeyiz ama, muhtemelen böyle bir şeyden endişesi var. Mesela Hint Müslümanlarından gelen paralar meselesi… 1927'de Büyük Nutku söylerken, gazetecilere, "bu paraları millete vereceğim" diyor. Ancak on yıl sonra veriyor ve İş Bankası'na yatırıyor.

    Daha önce ne yapıyor o paraları?

    Kendi elinde tutuyor. Dışarıdan veya içeriden bir darbe olursa, bu parayı kullanarak kendisine bir başka hayat yaratabileceğini mi düşünüyordu, Atatürk'ün iç âlemini bilemeyiz ama böyle bir endişesi olabilir. Ya da Hintliler, "Hilafeti kaldırdın, bu parayı geri ver" derlerse diye de düşünüyor olabilir. Atatürk, 600 bin lira dolayındaki bu paranın yüz bin lirasını, Büyük Taarruz'dan önce Milli Müdafaa Vekâleti'ne ödünç veriyor ve sonra geri alıyor.

    Milli Savunma Bakanlığı'na ödünç para mı vermiş Atatürk?

    Savaş için ödünç vermiş sonra geri almış. Atatürk, İsmet Paşa başbakanken ona da para yardımı yapıyor. Bu, İsmet Paşa'nın anılarında var.

    Başbakan, sadece devletten maaşını almakla kalmıyor, cumhurbaşkanından da mı para alıyor? Bir ülkenin başbakanını aşağıya çeken bir durum değil mi bu?

    "Bu para yetmez, sen bu maaşla idare edemezsin" diye para veriyor herhalde. Tabii, demokratik bir şey değil. Padişahlık gibi bir şey bu. Atatürk'ün bir de bakanları var. Başbakan Celal Bayar da olsa, İsmet Paşa da olsa, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile Içişleri Bakanı şükrü Kaya hiç değişmiyor. Atatürk ölüp de İsmet Paşa cumhurbaşkanı olunca, Celal Bayar'a, "Siz, başbakanlıkta devam ediniz efendim" derken, "bu iki adamı da bakanlıktan atın" diyor ve atılıyorlar. Bu arada, İsmet Paşa'nın Atatürk'ten sonra cumhurbaşkanı olması için ordunun parmak oynattığı tahmin ediliyor. Ordu, İsmet Paşa'yı destekliyor.

    Orduya bu ayrıcalıklı konumunu kim verdi? Atatürk mü?

    Aslında Atatürk, ordunun gücünü iktidara karşı kullanmamasının yolunu sağlıyor. Ve, Atatürk'ün döneminde ordu gücünü iktidara karşı kullanmıyor. Atatürk askere, "Ya üniformayı çıkarıp siyasete girin, ya da orduda kalın" diyor.

    Üniformayı çıkarıyorlar mı?

    Çoğu orduda kalıyor. Çünkü o sırada, üniformayı çıkarmanın manası, Atatürk'e karşı muhalefete katılmak. Nitekim, daha sonra Takrir-i Sükûn Kanunu geliyor ve muhalefetin kurduğu Terakki Perver Fırka'nın canına ot tıkanıyor. Üniformayı çıkaranlar tasfiye ediliyor.

    Takrir-i Sükûn Kanunu neydi?

    Bu, dinginliğin sağlanması adıyla getirilen bir kanundur. şöyle anlatayım… Terakki Perver Fırka hareketi başlayınca, Halk Partisi'nden çözülmeler, istifalar oluyor. M. Kemal, İsmet İnönü'nün askerlikten gelme sertliğiyle insanları ürküttüğünü düşünüyor ve çok daha yumuşak bir asker olan Fethi Okyar'ı başbakan yapıyor. Yani İnönü, başbakanlıktan uzaklaştırılıyor.

    O dönemde Atatürk'e karşı ciddi bir muhalefet mi vardı?

    Tabii. En büyük problem, başta Yunanistan, kısmen de Bulgaristan ve Girit'ten gelen mübadiller konusunda çıkıyor. Çünkü Türkiye, mübadeleye hazırlıksız yakalanıyor. Yunanistan, Türkiye'den gelen mübadiller için dış krediler alırken, bizimkiler, ağızları yandığı için dış borç istemiyorlar. Bir de o dönemde yolsuzluklar olmuş. Güya giden 600 küsur bin kadar Rumun boşalttığı yerlere, gelen 450 bin Müslüman yerleştirecek ama ne mümkün?

    Niye mümkün değil?

    Rumların boşalttıkları yerlere, yerel mütegallibe çoktan el koymuş. Rumların malı mülkü güçlü adamlar tarafından kapışılmış. Hatta o sırada Mübadele, Imar ve İskân Vekaleti var. Onun işlemlerine ait Meclis'te sorulan bir soru, gensoruya dönüşüyor. Terakki Perver'in 1925'te Meclis'te ortaya çıkışı da bu yolsuzluk tartışmaları üzerinden oluyor. Kısa bir süre sonra da Genç Vilayeti'nde şeyh Sait adında bir Nakşibendi şeyhi ayaklanıyor.

    şeyh Sait ayaklanması irtica ayaklanması mıdır, Kürt ayaklanması mıdır?

    İkisi birarada bence. Başbakan Fethi Okyar, önlem olarak "yerel sıkıyönetim ilan edelim ve oraya bir miktar asker kaydırmak için bütçeye ek ödenek koyduralım" diyor. İsmet Paşa ise, "hayır bunlarla böyle mücadele edilemez. Zaten asıl mesele sadece o başkaldıran Kürtler değil. Asıl mesele, o havayı yaratan İstanbul'daki soysuz aydınlardır" diyor. İsmet Paşa'nın şeyh Sait ayaklanmasına koyduğu teşhis bu.

    Cumhuriyet'in kuruluş yıllarında yaşananlar bugün yaşadıklarımıza ne kadar çok benziyor. Öyle değil mi?

    Çok benziyor. "İstanbul'daki aydınlar 'demokrasi' deyip duruyorlar. Demokrasi isterseniz, başınıza böyle ayaklanma çıkar işte" deniyor. Böylece Kürt ayaklanması, muhalefeti tasfiye etmek için bahane olarak kullanılıyor. İsmet Paşa'nın arzusu üzerine, 1925 mart başında, Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarılıyor.

    Ne kadar sürüyor?

    Kanun iki seneliğine çıkarıldı ve iki kez uzatılarak 1929'da kaldırıldı. Bu kanun, hükümete, mahkeme kararı gerekmeksizin sonsuz yetkiler verdi. Hükümet her örgütü kapatabiliyor, her yayını yasaklayabiliyor ve her gazeteyi ortadan kaldırabiliyordu.

    Takrir-i Sükûn döneminde neler yaşandı?

    Meclis biri Diyarbakır'da, diğeri Ankara'da iki tane İstiklal Mahkemesi kurdu. Ankara'dakinin yetki alanı bütün Türkiye oldu.

    Ayaklanma Doğu'da olmuyor mu? Niye Ankara'da da mahkeme kuruluyor?

    Eee, başka yerlerde de alçaklar olabilir! Bu kanuna dayanarak, Ahmet Emin Yalman'a varıncaya kadar, İstanbul'un belli başlı bütün gazetecilerini toplayıp isyan bölgesine gönderiyorlar. "Demokrasi ve özgürlük isteyerek, şeyh Sait ayaklanmasını dolaylı olarak desteklediler" diye gazetecileri yargılıyorlar. Bu kanun, sadece muhalefetin canına ot tıkamakla kalmıyor, ülkedeki her türlü özgürlüğün de canına okuyor. Takrir-i Sükûn, çok büyük bir dönüm noktasıdır. Takrir-i Sükûn, erken Cumhuriyet açısından gerçek bir kırılmadır. Cumhuriyet'in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. Ama Takrir-i Sükûn öyle mi?

    NEşE DÜZEL: Takrir-i Sükûn Kanunu, Cumhuriyet'te neyin bitişidir ve neyin başlangıcıdır?

    METE TUNÇAY: Cumhuriyet'in ilanı o kadar önemli bir şey değildir. 29 Ekim 1923 sembolik olarak tabii önemlidir ama… Cumhuriyet'in ilanının bir hafta öncesiyle bir hafta sonrası arasında hiçbir fark yoktur. Ama Takrir-i Sükûn'un üç gün öncesiyle üç gün sonrası arasında dehşet bir fark vardır.

    Takrir-i Sükûn'un öncesiyle sonrası arasında ne fark var?

    Bu kanunun uygulanmasıyla her şey, bütün hayat değişiyor. Cumhuriyet'in kimliği belirleniyor. Meclis'tekiler kuzu gibi oluyor, hükümet ne isterse yapıyor. Takrir-i Sükûn öncesinde daha özgürlükçü olan Cumhuriyet, Takrir-i Sükûn Kanunu'ndan sonra diktatöryal bir cumhuriyet oluyor. Eleştiriler yapabilen bir basın varken, gazeteciler Diyarbakır'daki Istiklal Mahkemesi'ne gönderiliyor. Hatta o sırada genç bir politikacı olan Avni Doğan'a da savcılık görevi düşüyor. Avni Doğan, İçişleri Bakanı'na mektup yazıyor. Ben o mektubu Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk Merkezi'nde buldum ve kitabımda kullandım.

    İstiklal Mahkemesi Savcısı mektupta ne diyor?

    İçişleri Bakanı'na özetle şunu diyor: "İsmet Paşa bu adamların asılmasını, cezalandırılmasını istiyordu. Ama Atatürk'ten başka bir haber geldi. Bunların affedilip işlerine dönmeleri isteniyor. Maalesef aramızdan bazıları sanıklara bunu açıkladı. Size yalvarırım, yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal. Biri cumhurbaşkanı, diğeri başbakan. Ne söylerseniz onu yapacağım ben." Ve, Atatürk'ün istediği oluyor. Gazeteciler özür dileme telgrafı çekiyorlar ve affediliyorlar. Bizde cumhuriyet lafı, demokrasiyle birlikte düşünülür ya… İşte bu doğru değildir. Cumhuriyet sadece devlet başkanlığının, saltanatın babadan oğla geçmediği bir sistemdir. İyi ki Atatürk'ün çocuğu yoktu…

    Cumhuriyet'in kuruluşundaki İstiklal Mahkemeleri tam olarak ne tür mahkemelerdi?

    Milli Mücadele sırasında asker kaçaklığını önlemek için milletvekillerinden kurulan mahkemelerdi önce bunlar. Yakaladıklarına bazen sopa atar bazen de ibret-i âlem olsun diye bir, ikisini asarlardı. Takrir-i Sükûn'dan sonra kurulan İstiklal Mahkemeleri ise tam bir felaket oldu. Cumhuriyet devrimlerini ilan etme cesareti zaten bu mahkemeler kurulunca gösterildi. İşe, şapkayla başlandı. Rakamlar, saat, alfabe değiştirildi.

    Şapka nedeniyle çok kişi asıldı mı?

    Türkiye'nin her yerinden 20-30 kişi asıldı. 1926 yılına gelindiğinde… İzmir'de Atatürk'e suikast teşebbüsü ortaya çıkarıldı. Kazım Karabekir ve Ali Fuat Cebesoy dahil olmak üzere muhalefet tutuklandı. Mahkeme başkanı, Karabekir'i serbest bıraktıran Başbakan İsmet Paşa'nın bile tutuklanmasına karar verdi. Atatürk araya girdi de İnönü kurtuldu. İstiklal Mahkemelerinde korkunç şeyler yaşandı.

    Atatürk'ün haberi olmadan İsmet Paşa tutuklanabilir mi?

    Haberi olmadan olmaz tabii.

    İstiklal Mahkemelerinde neler yaşanıyor peki?

    Mesela biri bakanlık yapmış olan iki İttihatçı sanık on beş yıla mahkûm oluyorlar. "Biz memleketin içine sanık ve mahkûm olarak çıkamayız. Mahkûmiyet kararına itiraz edelim" diyorlar. İtiraz üzerine yargılama yenileniyor ve bunlar bu kez idama mahkûm edilip asılıyorlar. Kısacası bu süreç, İttihat Terakki'nin hesabını görme sürecidir. O sırada yurtdışında olan Rauf Orbay da Atatürk'e suikast girişiminden on yıla mahkûm oluyor. Ülkeye Atatürk'ün vefatından sonra dönüyor. İsmet Paşa bütün bu eski muhalifleri topluyor ve Rauf Bey Londra Sefiri, Kazım Karabekir de tekrar milletvekili ve Meclis Başkanı oluyor.

    Halk, İstiklal Mahkemeleri hakkında neler düşünüyordu?

    Herhalde halk dehşet duyuyordu.

    İstiklal Mahkemeleri hakkında fikirlerini söyleyebiliyorlar mıydı?

    Hayır söyleyemiyorlardı. İstiklal Mahkemelerinin, İskilipli Atıf Hoca örneğinde olduğu gibi 'zulüm' denebilecek icraatları var. Hoca, Frenk Taklitçiliği ve şapka isimli bir kitap yazıyor ve bir sene sonra şapka devrimi yapılıyor. Adamı bir sene önceki kitabından ötürü asıyorlar. Mesela… Bir adamın iki çocuğu asker kaçaklığından yargılanıyor. İstiklal Mahkemesi, adama, "Oğullarından birini idam edeceğiz, birini de askere göndereceğiz. Hangisini asalım, seç" diyor.

    Hangi evladın idam edileceği kararını babaya mı verdiriyorlar?

    Evet. Adamın bayıldığı anlatılıyor.

    Atatürk'ün en çok çekindiği kişi kim?

    Karabekir'den de, Orbay'dan da çekineceğini sanmıyorum.

    O zaman niye muhalefeti bu kadar sert bir biçimde tasfiye ediyor?

    Onların arkasındaki halktan çekindi. Terakki Perver Fırka'nın tüzüğünde, "bizim partimiz efkâr ve itikat-ı diniye saygılıdır" diye bir laf vardı. Bu, irticaya destek olarak gösterildi ama Terakki Perver Fırka aslında liberal bir hareketti. Kazım Karabekir, bazen Cuma'ya gidiyor olsa da, M. Kemal kadar Batı'ya açık biriydi. Cebesoy, kendisiyle ilgili Nutuk'ta anlatılanları yalanlar.

    Atatürk, Nutuk'ta Cebesoy için ne diyor?

    "Ankara istasyonuna omzunda filintayla çeteci kılığıyla geldi. Koca cephe komutanı Çerkez Ethem'in maiyetine girmiş gibiydi" diyor. Cebesoy, Atatürk'ün ölümünden sonra yayımladığı anılarında, "Bu tamamen yalan. Beni Moskova'ya niye sürdüler biliyor musunuz? Kazım Karabekir Paşa'yla ben, Milli Mücadele için İstanbul'a karşı Doğu'da mücadele etme azmindeydik. M. Kemal ise İstanbul'la ilişkileri yumuşak olan İsmet Paşa'yı ve Fevzi Çakmak'ı kullanmayı tercih etti. Biz olduğumuz sürece M. Kemal İstanbul'la uzlaşamazdı" diyor.

    Sizce bunlar gerçek mi?

    Ben bu iddiayı inanılır buldum. Kazım Karabekir kendi anılarında, Cebesoy kadar ileri gitmedi. O, Atatürk için sadece, "Onu, Sakarya'da mareşal yaptılar. Aslında o, Sakarya'da 'çekilme' emri vermişti. Fevzi Paşa, çekilmeyi erteletti ve sabaha Yunanlılar çekildi. Bizimki mareşal oldu" diyor.

    Bazıları Nutuk'a, tartışılmaz, mutlak bir metin gibi bakıyor. Niye sizce?

    Nutuk, ne yazık ki 1919-1938 dönemine bir temel çerçeve getirdi. Bu çok sakıncalı şey. Nutuk'a inanacak olursak, Karabekir nankör ve hain biri. Halbuki Karabekir, "Milli mücadelenin ilk zaferi, Doğu'da benim sağladığım zaferdir" diye yırtınıyor. Ama Nutuk'ta Milli Mücadele sanki Birinci ve İkinci İnönü'yle başlıyor.

    Ordu, Atatürkçü bir kurum ve herkesin de Atatürkçü olmasını istiyor. Atatürkçülük nedir?

    Atatürkçülük, toplumun Batı'daki gibi bir toplum olması için, modernleşmesi için gerekirse toplumun zorlanmasını savunan bir anlayıştır. Çünkü doğrunun ve iyinin ne olduğunu onlar bilirler. Mesela başı örtmek geriliktir. Onun için başı örtmeyeceksin ve başı örtülü karısı olanı orduda tutmayacaksın. Atatürkçülüğe göre, dini gizli yaşayabilirsin ama ibadetini görünür hale getirmeyeceksin. Cuma'ya gitmeyeceksin. Namazını evinde kılacaksın. Düşünün… İsmet Paşa öldükten sonra, onun mütedeyyin bir tarafının olduğu anlaşıldı. İsmet Paşa dini, hiç kullanmadı. Bir yere gittiğinde, "Biraz Allah'tan, Peygamber'den bahset dendiğinde, 'Allahaısmarladık' diyeceğiz ya" dedi.

    Atatürk, Cumhuriyet'i bir tek parti rejimi olarak kurdu. Tek parti rejimi ile Atatürkçülük arasında nasıl bir bağ var?

    Aynı şey. Bulgaristan'da, "Dimitrov, Bulgaristan'ın yetiştirdiği en büyük adamlardan biridir" diye yazıyordu. Tarihçi arkadaşıma, "Bizde olsa hemen 'en' kelimesi kullanılır. Siz neden en büyük demediniz" diye sordum. "Olmaz" dedi. "Dimitrov'a en büyük demekle, bu Jivkov eşeğin biridir mi demek istiyorsun?" dedi. Bu cevabı, bana müthiş bir aydınlanma oldu.

    Nasıl bir aydınlanma?

    Çünkü sonradan gördüm ki, Atatürk'ün büyüklüğü, İsmet Paşa'ya muhalefet olarak ortaya atılıyor ilk defa. İsmet Paşa, cumhurbaşkanı olunca, doğal olarak paraya pula kendi resmini koyduruyor. Muhalifler, "Atatürk büyüktü sana ne oluyor?" demeye başlıyorlar. "Atatürk büyüktü" demek, "sen büyük değilsin" demek oluyor. Bir süre sonra İsmet Paşa ve Halk Partisi uyanıyor ve "tabii Atatürk büyük ve bizim partimizi o kurdu" diyorlar. Böylece bir açık arttırma ve Kemalizm ululaması başlıyor.

    Atatürkçülük'te demokrasi, insan hakları yok. Bugün Atatürkçülük dediğimizde 'demokrasisiz' bir yapıdan mı söz ediyoruz?

    Evet.

    Atatürk'ün kurduğu 'tek parti' rejimini ordu bugün hâlâ savunuyor mu?

    Resmen savunmuyor ama… Orduda, ana muhalefette ve yüksek bürokraside paylaşılan bir anlayış bu. Kökeni ne olursa olsun, ister din eğitimi almış, İmam Hatip'i bitirmiş olsun, ister din eğitimi almamış olsun, üniversiteye hak edenin girmesi gerekir. Ama İmam Hatipliler daha çalışkan çocuklar diye korkuyorlar ve onları bastırmak istiyorlar. Ülkedeki hâkimiyetlerini sürdürmek için de, "biz kontrol etmezsek, dinciler her şeyi değiştirir" diyorlar.

    Ordu, Atatürk'ün ölümünden sonra onun bazı konuşmalarını sansür etti mi?

    Meclis'te yapılan konuşmalar örtülemezdi ama en azından bazıları öne çıkarılmadı. Mesela Milli Mücadele'nin İslam milletinin mücadelesi olduğu gibi sözlerini öne çıkarmadılar. Aslında çok ilginç bir şey var ve bunun üzerine hiç gidilmedi. 1940 yılına kadar Halk Partisi'nin Güneydoğu'da teşkilatı yoktu.

    Bugün de milletvekili yok… CHP Doğu'da niye örgütlenmedi?

    Başlangıçta Urfa teşkilatı varmış ve kapatılmış. Düşünün, ülkede tek parti var ülkenin bir bölümünde örgütlenmiyor. Milletvekilleri oralara tayin ediliyor. Mesela Selanikli olan Naci Yücekök Muş Milletvekili yapılmış. Adam Muş'u görmemiş. Bütün bunlar, Kürtleri kontrol etmek için yapılıyordu. Orada parti teşkilatı olsa, partinin kongresine ve Meclis'e Kürtler gelecek.

    Atatürk Kürtlere özerklik vermekten ne zaman vazgeçiyor?

    Atatürk, Kürtlere, mahalli muhtariyet vermekten söz ediyor. Kendisinin yeteri kadar güçlü olduğunu anlayınca, bundan vazgeçiyor. Mesela Atatürk'e, "Doğu'ya okul mu yapalım, yol mu" diye soruyorlar. "Yol yapın, ordu girebilsin" diyor. Nitekim yol yapılıyor Doğu'ya. Atatürk, Doğu'da bir hayli bulunmuş. Diyarbakır'da evi var. Kürtleri yakından tanıyor. Mustafa Kemal'in özelliği ne diye hep düşünmüşümdür.

    Özelliği nedir sizce?

    1919'da Samsun'a indiğinde böbrek sancıları tutuyor ve Havza'da kaplıcalara gidip bir ay kalıyor. O sırada 'memleketin sahiplerine' mektup yazıyor. Mustafa Kemal, kimin, memleketin sahibi olduğunu biliyor. Doğu'daki Kürt beyleri, şeyhler de var mektup yazdıkları arasında. "Efendi hazretleri sizinle şurada teşerrüf etmiştik. Ben o hatırayı hep zihnimde taşıyorum" türünden mektuplar yazıyor.

    Yani…

    Bu memleketi hareket ettirecek manivelalar kimlerin elinde Mustafa Kemal biliyor. Onun bu memlekete hâkim olması şaşırtıcı değil. Hangi ipi çekeceğini biliyor o. M. Kemal, bir taraftan da dehşet küstah biri. Fikrinizi sorup, özgür cevap verdiğinizde hakaret ediyor. Ancak ona boyun eğenlere yaşam hakkı tanıyor.

    İsmet Paşa boyun eğdi mi?

    Herhalde. Eğmediği zaman başbakanlıktan atıldı.

    İsmet Paşa'nın orduyla ilişkileri neydi?

    O da ilginç. Bir, iki yıl önce çıkan güncesini okurken biraz da irkildim. Büyük Taarruz'u yazıyor ve kendisinin neler yaptığını anlatıyor. Cephe komutanı adam. Biz, bunu o kadar Atatürk'e mal etmeye alışmışsız ki… Aslında Atatürk, Nutuk'ta 19 Mayıs öncesini hiç anlatmıyor. Atatürk'ün Sadrazam İzzet Paşa'nın kabinesinde bakan olmak istediği dönem bu.

    Atatürk'ün iki yönü var. Bir siyasetçi, bir de asker yönü değil mi?

    Evet ama, siyasette de asker gibi davranıyor, önce karşısındakini bölmeye çalışıyor. Karşısındaki cepheyi bölüp, bir kısmını esir alıyor, öbür kısmını da ortadan kaldırıyor. Mesela sol muhalefete karşı bunu yapıyor. Yeşil Ordu diye bir cemiyet kuruluyor. Atatürk Yeşil Ordu'yu bilmediğini söylüyor ama doğru değil. Bunu başından beri biliyor. Yeşil Ordu'cuların bazılarına, "Bırakın bu Yeşil Ordu'yu, siz düpedüz komünist olun" diyor. Türkiye'de Büyük Millet Meclisi döneminde 17 Ekim 1920'de ilk kurulan parti Türkiye Komünist Fırkası'dır. Yeşil Ordu'yu önce bölüyor, sonra yok ediyor.

    Bu ülkede asla kaldırılmayan, memurların dokunulmazlığını sağlayan bir 'geçici' yasa vardır. Bu Cumhuriyet'in koyduğu bir yasa mıydı yoksa Osmanlı'dan kalma bir yasa mıydı?

    Osmanlı'dan kalma bir yasadır bu.

    Neden memurlar, hukukun dokunamayacağı bir konumda tutuldu?

    Geleneksel yönetimin gereği olmalı bu. Bugün modernlikten bahsederken, çağdaş demokrasinin temel ihtiyacı olarak, 'şeffaflığı ve hesap verebilirliği' öne çıkarıyoruz. Ordu için bu çok zordu.

    Devlet görevlilerinin işlediği bilinen ama bu suçlardan yargılanmadığı olaylar oldu mu?

    Atatürk'ün son zamanlarında yaverliğini yapan biri vardı. İstanbul'da metresini öldürdü. Deli raporuyla serbest bırakıldı. Birkaç ay sonra da milletvekili seçildi. Bundan daha iyi örnek olur mu?

    Bugünkü devlet ve hukuk anlayışımızla Cumhuriyet'in kuruluşundaki anlayışlarımız arasında farklar var mı?

    Cumhuriyet'in kuruluşunu, hep bitmiş tükenmiş, işgal altına girmiş bir ülkenin ayağa kalkması diye düşünmek lazım ama… Atatürk'ün zamanında da liberalizm olabilirdi. Tam tersi, Osmanlı Meşrutiyeti'nin ve Birinci Türkiye Millet Meclisi'nin havasından ve o kavramlardan geriye gidildi. Kürt isyanı falan bahane edildi. şunu bilmek lazım. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası'ndakiler mürteci değillerdi. O fırka sürdürülebilirdi. Ama çok kötü bir sistem olan terk parti sistemi tercih edildi. Zaman zaman bu sıkıntıyı Atatürk de hissetti.

    Neyi hissetti?

    1930'da Fethi Okyar'a "Benim gençliğim Abdülhamit istibdadına karşı mücadeleyle geçti. şu hale bak. Bugün gözümü kapatacak olsam, arkamda bırakacağım şey bir diktatörlük manzarası" dedi.

    "Başka türlü olamazdı" deniyor. Olamaz mıydı?

    Biraz daha cesur davranabilseydi… Halktan korkmasaydı, olabilirdi. Ama halkın geri olduğunu düşünüyor.

    Halktan korkuyor mu?

    Karışık bir duygu içinde. Herhalde hem hakir görüyor, kızıyor, hem de endişe ediyor. Mayıs 1919'da Kaplıca'dayken tuttuğu defterde, "Ben bu kadar okumuş yazmış, yüksek fikirlere erişmiş bir adamım. şimdi kendimi halkın derecesine mi indireceğim? Yok… Yapmam gereken şey, halkı benim seviyeme getirmek" diyor. Halkı kendi seviyesine getirmek, o kadar kolay yapılacak bir şey değil. Bunu yaptığında, diktatörlük falan oluyor işte o zaman. Ama şunu da söylemek gerekir. M. Kemal'in hakikaten büyük bir prestiji var toplum üzerinde. Sürekli dayak yemiş bir toplum, ilk defa zafer kazanmış bir komutanı çok seviyor. Toplum ona tapıyor.

    Son soru… Darbecilik neden bizim ordunun yerleşik bir parçası haline geldi?

    Sonuç veriyor da ondan. Uzun yıllar Harbiye Nazırı olan Mahmut şevket Paşa'nın Babıâli Baskını'yla 1913 yılında İttihatçılar tarafından sadrazam yapılması çok önemlidir. Babıâli baskını, darbecilerin 1960 darbesinden önceki, ilk elbiseli provasıdır. Sonra 1960 oldu ve arkası geldi. Ama bundan sonra darbelerin yapılamayacağı görülüyor. Çünkü darbelerin eskisi gibi sonuç veremeyeceği anlaşılıyor.

    --------------------------Röportajın sonu----------------------------

    şimdi anlamışsınızdır herhalde neden bütün kemalistler ve resmi tarih yanlısı tarihçilerin Profesör Mete Tunçay'a saldırmasını ve istenmeyen adam ilan etmelerini veya alay etmelerini. Atasözümüz nasıldı ? Doğru söyleyen dokuz köyden kovulurmuş. Mete Tunçaysa sözünden sakınmayan bir kişi. Röportajın tarihine dikkat ederseniz: 1 Mart 2010. Mete Tunçay bu sözleri 2000 senesinden önce söyleseydi hapishanedeydi.

    Mete Tunçayın cumhuriyet yada şeriat yönetimiyle ilgili şu sözleri 1900lerde padişahların aslında söz sahibi olmadığını azıcıkda olsa anlatıyor:
    "Osmanlı, şeriatla yönetilmiyor muydu?
    Hem evet, hem hayır. 19. yüzyılda Borçlar Kanunu, Ticaret Kanunu gibi Batı kaynaklı o kadar çok kanun kabul edildi ki, şeriat sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlı hale geldi."
    Tekrarlıyorum : Osmanlıda şeriat kanunları sadece evlenme, boşanma ve mirasla sınırlıdır.
    Peki Atatürkün bütün ne kadar kanun varsa 1923den sonra İsviçreden ve Fransadan tekrar yeni kurulan Türkiyeye getirmesi saçma değilmi? Zaten Batı kanunlarıymış Osmanlı kanunları. Eğer merak ederde padişahın yetkilerini, ilan edilen 2.Tanzimattan sonra nasılmış, öğrenirseniz zaten cumhuriyet varmış dersiniz. Osmanlıda hükümet, bakanlık, milletvekilleri zaten var. Atatürkten sonra ne değişti? 1923den sonrada hükümet var, bakanlık var, milletvekileri var. Milletvekillerini Osmanlı zamanında halk oy pusulası verip seçmiyordu, Atatürk zamanında da halk seçmedi. Bütün yapılan Osmanlıyı, hanedanı, hilafeti ve Osmanlı kültürünü yok etmekti. Başka yazılarımda 2.Meşrutiyet Kanuni Esasa (anayasa) ve 1923 anayasasıyla farkı ve padişahların yetki sınırları gibi konulara değineceğim.

    2. Abdülhamid'in hanımlarından Müşfika Kadinefendinin maaşı

    ---------------Alıntının başı--------------------------------

    Murat Bardakçı yazdı
    07 Ocak 2013 Pazartesi,
    Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri'nin TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu'na gönderdiği 27 Mayıs darbesiyle ilgili binlerce belgenin arasından, tarihimizde eşine ender rastlanacak derecede hüzünlü bir mektup çıktı. Mektup, Osmanlı hükümdarı İkinci Abdülhamid'in hanımı olan ve 1961'de vefat eden Müşfika Kadınefendi, yahut cumhuriyet dönemindeki ismi ile Müşfika Kayasoy tarafından 26 Ekim 1954'te zamanın Başbakanı Adnan Menderes'e yazılmıştı. Sultan Abdülhamid'in hanımı, mektubunda örtülü ödenekten kendisine her ay 200 lira verildiğini, tek gelirinin bu olduğunu ama artık geçinemediğini söylüyor; "Ben merhametli milletimize tarihin emaneti gibiyim. Devletten ve milletten başka dayanağım yoktur. Âciz bir şekilde yaşamama rıza göstermeyin" diyor ve 200 liralık aylığına zam yapılmasını rica ediyordu.

    Çektiği sıkıntıyı son derece açık bir şekilde ifade eden Müşfika Kadınefendi, mektubunu Başbakan Adnan Menderes'e hitaben "Oğlum... Hâlimi arzettim. ...Sevgi ve dualarla gözlerinizden öperim" sözleriyle bitiriyordu.

    Kadınefendi'nin mektubunun altına elyazısı ile yazılmış olan "Sayın Müsteşar'a (yani, Adnan Menderes'in Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur'a) arzedildi. Ayda 50 lira olmak üzere üç ayda 150 lira ilâveyi tensip buyurmuşlardır. 4 Aralık 1954" şeklindeki nottan, Osmanlı Devleti'nin "sabık imparatoriçesine" ayda 50 lira zam yapıldığı anlaşılıyor.

    İşte, bir zamanlar sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en güçlü ve en zengin devlet başkanı olan Sultan İkinci Abdülhamid'in hanımının Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na yazdığı mektup:

    "Sayın Başvekil, Ben, Osmanlı hanedanının son hükümdarlarından ıı. Abdülhamid'in dördüncü zevcesiyim. O devrin ebediyen kapandığına kail (razı olmuş) bulunmaktayım. Devir kapanırken, mezkûr hanedana mensup olanlar hasbelicap (durumun gereği olarak) memleketi terketmek mecburiyetinde kaldılar. Ben, ol bâbdaki (o konudaki) kanunun bahşettiği müsaadelerden bilistifade (istifade ederek) şefik milletimin âgûşuna (merhametli milletimin kucağına) sığınarak sevgili milletimi terketmeyip daimî surette onun sâye-i himayesinde (himayesi altında) kaldım.
    Yedi yüz senelik bir devrin yegâne yadigârı olan bendeniz sayın vekâletinizin mestûresinden (örtülü ödeneğinden) lûtfettiği 200 liradan başka bir gelirim yoktur. Bu tahsisatla mahmûl (yüklenmiş) bulunduğun tarihin şerefini vikaye ederek (koruyarak) yaşayabilmek için cemiyette yaşayan bir insanın bütün ihtiyaçlarını terkederek senelerden beri tamamen münzevî bir halde devlet ve millete duâhan olarak (dua ederek) yaşıyorum. Lâkin son günlerde zarûrî ihtiyaçlar karşısında lütuf buyurulan 200 lira ile böyle bir hayatı idame ettirmeğe (devam ettirmeye) kâfi gelememektedir. Millet ve devletten başka istinâdgâhım (dayanağım) yoktur.
    Tarihin şefîk (merhametli) milletimize vedia (emanet) olarak bıraktığı 85 yaşındaki bir insanın asîl milletimiz ortasında zebûn (âciz) olarak yaşamasına necîp milletimizin rıza göstereceğine asla ihtimal veremem. Onun için:
    Oğlum... Hâlimi arzettim. Yeniden milletin âgûşuna dehâlet ediyorum (kucağına sığınıyorum). Milletimin hakikî mümessilleri olan sizlere müracaat ediyorum. Mümkünse verilen tahsisata bir miktar daha ilâvesine delâletlerinizi rica ederken sevgi ve dualarla gözlerinizden öperim.
    Müşfika Kayasoy Beşiktaş, Serencebey Yokuşu No: 53 İstanbul"

    Abaza asilzadelerinden şehid Mahmud Bey'in kızı ve Sultan İkinci Abdülhamid'in dördüncü hanımı olan Müşfika Kadınefendi, 1867'de Hopa'da dünyaya geldi.
    Kadınefendi, Sultan Abdülhamid ile 1886'da Yıldız Sarayı'nda evlendi ve 1887'de tek çocuğu olan kızı Ayşe Sultan doğdu. 1909'daki 31 Mart ayaklanmasından sonra tahtından indirilen Abdülhamid ile beraber Selânik'e sürgüne gitti, devrik hükümdarın Beylerbeyi Sarayı'nda gözaltında tutulduğu günlerde de hep yanında bulundu. Abdülhamid, 1918'in 10 şubat'ında vefat ettiği sırada başucunda "en sevdiği ve en yakın hanımı" olarak bilinen Müşfika Kadınefendi vardı.
    Osmanlı Hanedanı 1924'te sürgüne gönderilirken eşleri artık hayatta olmayan padişah ve şehzade hanımlarının Türkiye'de kalmalarına izin verildiği için Müşfika Kadınefendi memleketten ayrılmadı ama tek çocuğu olan kızı Ayşe Sultan, hanedanın diğer mensupları ile beraber sürgüne gitmek zorunda kaldı. Müşfika Kadınefendi, Beşiktaş'ta, Serencebey Yokuşu'nda Hazine'ye ait bir konağın müştemilâtı olan ahşap eve yerleşti ve sürgündeki kızının yanına gitmesi için yapılan bütün telkinleri "Efendimiz hayatta olsa idi, memleket dışına çıkmamı istemezdi " diyerek reddetti. Kızını tekrar ancak 28 sene sonra, sürgünün hanedanın kadın mensupları için sona erdiği 1952 yılında görebilen Kadın efendi, Ayşe Sultan'ın 1960'ta vefat etmesinden sonra 11 ay yaşadı ve hayattan 16 Temmuz 1961'de ayrıldı. Müşfika Kadın efendi, Serencebey Yokuşu'ndaki ahşap evde geçirdiği 37 yıl boyunca dışarıya sadece birkaç defa çıktı, tek bir gazetecinin "Hiç sokağa çıkmadan evde nasıl vakit geçiriyorsunuz?" şeklindeki tek bir sorusunu kabul etti ve soruya "Namaz kılıyorum, Kur'an okuyorum, efendime dua ediyorum evlâdım" cevabını verdi.
    Serencebey yıllarını maddî sıkıntılar içerisinde geçiren Müşfika Kadınefendi, Sultan Abdülhamid'in efsanevî mirasından hükümdarın vârisleri ile beraber hisse alabilmek için 1940'lı senelerde bazı avukatlar vasıtası ile Büyük Millet Meclisi nezdinde girişimlerde bulunmuştu. Meclis, bu konuda hukukî savunma mahiyetinde bir risale de yayınlamış olan Müşfika Kadınefendi ile diğer vârislerin taleplerini 2 Mayıs 1949'da aldığı 245 sayılı "tefsir kararı" ile reddetmiş ama Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün emri ile Kadınefendi'ye örtülü ödenekten 200 lira aylık bağlanmıştı.
    ---------------Alıntının sonu--------------------------------


    İsmet İnönünün nasıl bir kişiliğe sahip olduğunu bilen kişiler aslında burada hayretler içine düşmesi lazım. Ben hayretler içine düştüm o yüzden özellikle bu makaleyi yayınlamak zorunda kaldım. Osmanlıya karşı olan ve Osmanlıyı yıkmak isteyenlerin başında gelir İsmet İnönü. İsmet İnönü islami değerleriyle ün yapmış bir kişide değildir. Aksine islamı ve osmanlıyı yok etmekle ünlenmiştir. Çoğu kişiler şu fıkrayı tanır. İsmet İnönüye konuşmalarında hiçbir zaman Allahtan bahsetmediğinden yakınırlar. İsmet İnönüde onlarla şaka niyetine dalga geçercesine "konuşmamım sonunda Allahısmarladık dedikya" diye cevap verir. Sadece bu lafından Allaha inanmadığını, İslamın öngördüğü ahlaki vasıflardan hiçbir zaman bahsetmediğini Türk halkı bilir, bu lafıyla İsmet İnönü tanınmıştır Millette. Özellikle hiçbir sadaka vermediğini, birilerine hiçbir zaman yardımda bulunmadığını, merhamet icabı yada hayrat adına okul, yurt kurdurmadığını tarihle uğraşan çoğu kişi bilir. İsmet İnönü bir mason hayatı yaşamıştır. Yani yardımlaşma, fakiri koruma, sadaka gibi şeyler bilmez ve yapmamıştır. İslamın 5 şartıylada pek fazla ilgilenmemiştir. Peki özelliklede düşman olduğu ve sonra yokettiği ve İslamın koruyucusu ve bizzat temsilcisi olan bir halifenin ve padişahın özelliklede gençliğinde, bütün İttihat ve Terakki mensuplarının -ki aralarında Mustafa Kemal, Ali Fethi Okyar, Enver Paşalar da dahildir- düşman kesildikleri ve 31 Mart darbesiyle tahttan indirdikleri, algı operasyonlarıyla haksız yere "Kızıl Sultan" diye damgaladıkları 2.Abdülhamitin karısına neden devletten maaş bağlatıyor? İnönü pişmanlıkmı duydu acaba padişahı devirdikleri için? Bütün hanedanı torunlarıyla beraber yurtdışına süren kendisi ve CHP mensubu milletvekilleri ve devleti ele geçirmiş olan Kemalist memurlardır. Neden pişmanlık duysunlar ki hatta bununla övündükleri halde. İnönünün pişmanlık duyduğunu ben hiç mi hiç zannetmiyorum. Çünkü bütün hayatı boyunca İsmet Inönünün ağzından pişmanlık yada öz eleştiri içeren tek bir laf çıkardığını ben hatırlamıyorum. O zaman azılı düşman ilan ettikleri bu hanedan ailesine yardım neyin nesi? Dikkat ediyorsanız Murat Bardakçı'nın aklına bile böyle bir soru gelmemiş. Cevabı mektup satırlarının arasında gizli. Müşfika Kadınefendi geçmişini inkar etmeye ya mecbur bırakılmış yada kendiliğinden geçmişinden vazgeçmiş ve inkar etmiş. Nasıl olur diye sormayın. Her şeyi bütün Millet olarak ne yazıkki yüzeysel okuyoruz. Müşfika Kadınefendinin kendi sözleri: "O devrin ebediyen kapandığına kail (razı olmuş) bulunmaktayım". Bu sözler Kemalist devletin sözleri değilmi? Kapanan değilde kapatılan ve unutturulan hatta çarpıtılan devir Osmanlı devridir. Inönüde bu devri kapatan darbecidir. Kadınefendi bu sözleriyle darbeciye boyun eğdiğini, geçmişini inkar ettiğini açıkca söylüyor. Bu sözleri mektubunda söylerken birazda İnönünün kendisine maaş bağladığını da söyleyerek kendi konumunu birazda acındırarak Menderes karşısında güçlendirmektedir. Gerçi 80 yaşına gelmiş bir kadının hiçbir konumu olacağı düşünülemez. Sadece geri kalmış bir kaç yaşanacak yılını garanti altına almak istemiş ve en azından ailesinin yurtdışında gördüğü sürgün ve kovulma gibi müşkül durumlara girmek istememektedir. Mektubunda şöyle bir çıkış yapamazdı herhalde. "Ben Osmanlı padişahının hanımıyım çabuk bana maaş bağla." şu anda bile Osmanlı hanedanına mensup kişiler Kemalist devletten korkarak, kelimelerini seçerek konuşuyorlar. Kaldıkı 1954de malum diktatörlük devrinde yaşlı ölecek durumda olan bir kadın ağzını açıp bir kaç kelime söylesin. Nitekim kendisi öldüğü yıldan bir kaç aylar sonra Menderes asılmıştır. Sonuçta Müşfika Kadınefendi İsmet İnönüye ve Kemalist diktatör devlete "beyaz bayrak" açmıştır. Onlarda "tamam al şu maaşı, burda Türkiyede yaşayabilirsin, çeneni tut, otur" demişlerdir. Yani ayak uyduracaksın o zaman yaşayabilirsin. Ne demişlerdi hani gerçeği örtüp kapatamazsınız, her şeyin kıyısından köşesinden ortalığa çıkar.

    Fahreddin Paşa'nın bir anısı , Soner Yalçın'ın yazısı

    İnternette bilgi edinmek için gezinirken Soner Yalçın'ın bir yazısına rastladım.
    Bu yazıyı aynen aktarıyorum.
    -------------------------Alıntının başlangıcı-------------------------------------------
    Anılarını en ince ayrıntılarıyla dile getirmesiyle ünlü Fahreddin (Altay) Paşa o günleri yazar Taylan Sorgun'a şöyle anlattı:

    Yıl 1925. Bu senenin en önemli olayı Atatürk'ün milletimizin başındaki fesi atarak şapka giydirmesi ve kıyafetine benzetmesi olmuştur. En üzücü olay da Latife Hanım'dan ayrılmasıdır. Bu ayrılışın onu çok üzdüğünü fakat bunu kimseye hissettirmemeye çalıştığı hissediliyordu. Odasında "Bağrı yanık bülbüle döndüm" türküsünü çaldırarak hüzünlendiği duyulmuştu. Sene sonunda İzmir'e geldi. Öğretmenler topluluğunda konuşurken genç bir öğretmen kız (Afet İnan) dikkatini çekti, gece Türk Ocağı'nda verilen bir müsamerede onu locasına davet etti, beni de çağırdı, "Öğretmen hanım" diye tanıttı. Hürmetle selamladım. Çok genç, sarı saçlı, mavi gözlü, kibar tavırlı bu öğretmen bayanı şu tarzda anlatmaya başladı: "Ailesi Selanik'te bizim aileye akraba denecek kadar yakındır. Kendisine burada tesadüf ettiğime sevindim. Annesi ölmüş, babası genç bir kızla evlenmiş, bu da hayatını kazanmak için öğretmen olmuş. Okumaya çok meraklı, fakat tahsilini ilerletmeye imkân bulamıyormuş, kızım olmayı kabul etti. Ankara'ya gelecek, hem öğretmenlik yapacak hem de tahsilini yükseltmek imkânını bulduracağım." Atatürk'ün üzüntüsünü giderecek bir arkadaş bulmuş olmasına hepimiz çok sevinmiştik. Saat 20.30'da Atatürk tarafından yemeğe çağrıldım. Salonda müzik çalıyordu. Atatürk, kızların eğitimi için, Yahudi hizmetçisiyle birlikte Isviçre'den özel getirtilen Madam Baver ve manevî evlat edindiği dört küçük kızla yeşil odada oturmuş neşeli neşeli konuşuyordu. Önünde bir kadeh rakı ile biraz leblebi vardı. Bana da karşısında yer gösterdi. Bir kadeh de rakı söyledi. Garson Saib'e İsmet Paşa ve Dr. Tevfik Rüşdü Bey'in hemen gelmeleri için telefon edilmesini emretti. Dr. Tevfik Rüşdü'nün geleceğini fakat İsmet Paşa'nın henüz evine gelmediği bildirildi. "Dairesine telefon ediniz, mutlaka gelsin, bekliyorum" buyurdular. Biraz sonra Dr. Tevfik Rüşdü Bey frak giyinmiş, elinde körüklü donuk siyah bir gece silindir şapkası olarak eşi, kızıyla geldi. Biz o zamanlar ne fraktan, ne de bu gibi şapkalardan anlamıyorduk. Biraz sonra Inönü de geldi. Ayaküstü birer kadeh içilerek sofraya oturuldu. Sofradan kalkınca, "Dans edelim" dediler. Gramofon çaldı, Atatürk Madam Baveri alarak güzel bir dans yaptı, bunun adının fokstrot olduğunu Arastan öğrendim. Biraz ara verildi. Madamı dansa kaldırmaklığımı işaret etti. "Hiç bilmem" dedimse de, "Olmaz, öğrenmek lazım" diyerek madama, "Paşaya öğretiniz" buyurdular. Atatürk'ün bir ara Dr. Tevfik Rüşdü'nün küçük yaştaki (11 yaşında) kızı Emel gözüne ilişti. Onu okşadı. Fakat uzun saçlarım beğenmedi, "Bunun modası geçti" diyerek berberi Sabri'yi çağırttı ve orada saçları modaya uyar şekilde kestirdi. "Bak şimdi daha güzel oldun, modayı ihmal etmemeli" diyerek iltifatta bulundu. 30 kasımda tekke, zaviye ve türbelerin kapısına kilit vuruldu. Kuranı Kerim'in Türkçe'ye çevrilmesi önerisi Millet Meclisi'nde kabul edildi. Uluslararası saat ve takvimi kullanmak için yasa çıkarıldı. Meclis kürsüsünün arkasındaki duvara "Hâkimiyet milletindir" levhası asıldı. İttihat ve Terakki'nin yapmaya cesaret edemediği devrimler tek tek yaşama geçiriliyordu. (Yalçın Soner, Beyaz Türkler'in Büyük Sırrı)
    -------------------------Alıntının sonu-------------------------------------------
    şimdiye kadar Atatürk'ün Batı kültürüne nasıl baktığını Doğu yani Osmanlı kültürünü nasıl gördüğünü anlatan belki bir çok kitap yazılmıştır. Fakat başka kitaplara gerek olmadığı sadece yukarıdaki Kemalist yani Atatürke tapan Yalçın Soner'den anlaşılabilir.Atatürk'ü sorgulayamayan Yalçın Soner Atatürk'ün Batı deliliğini göremeyecek kadar kördür. Burdan sonuç olarak Yalçın Soner'inde Batı kültürü delisi olduğuda çıkarılabilir. Kemalist bir insan Batı delisi değilse Atatürkün Batı deliliğini görmezden gelir, kördür. Atatürk neden Batı kültürü delisidir? Atatürk Padişah Vahdettin'in talimatıyla bir süre Almanya'da kalmıştır. Almanya'da Batı kültürünü öğrenmiş ve bu Batı kültürünü Osmanlı kültüründen daha üstün görmüştür. Avrupadan geldikten sonra Filistin'de demiryolu inşaatında bulunurken Atatürk'ün sadık köpeği Falih Rıfkı Atay Çankaya'sında yaklaşık olarak şöyle anlatır:" İtalyan demiryolu işçilerinin eşleriyle gitar eşliğinde dansetmeleri Atatürkü Batı hayatına özenmesi ve hayal kurmasına neden oluyordu.".Çankaya kitabı bir Batı kültürünün göğe çıkarılması ve Atatürk'ün Batı kültürüne tabii olmasını anlatır. Zaten başka kitaplara da gerek yoktur. Fahrettin Paşa'nın söylediklerine bir bakalım: Atatürk modayı takip etmek lazımmış demiş. Hangi moda: Batının modası. Milli bir şey midir, o zamanki Türkiye'ye yararı nedir? Hiç. Türk ve Osmanlı kültürünü yok etmekten ve Batı kültürünü benimsemekten başka bir şey değil. Her zaman verdiğim Japonya örneğini vereyim. Japonya muassır medeniyetlerin üstüne çıkmak için saç modasını mı değiştirdi? Atatürk Avrupadayken öğrendiği fokstrot dansını Fahrettin Paşa'ya da öğretmek istemiş. Milli midir, yararı nedir? Alman dansının Türkiyenin teknolojisine katkısı ne olabilir? Batı kültürü Türkiye'ye getirileceğine teknoloji getirilseydi daha iyi değilmiydi? Japonya muassır medeniyeti Alman fokstrot dansıylamı yakaladı?Ben kendimden ölçü biçeyim. 1960 darbesinden sonra Kemalist devlet tarafından Avrupa'ya döviz getirmek için yollanan medeni köleler, yani Gurbetçiler Avrupanın gelişmesini görmüş hayran olmuş ve Avrupa kültüründe gelişmeyi, medeniyeti görmüşlerdir. Fakat herkes bilirki Avrupa kültürü medeniyeti kendi teknolojilerinin getirdiği üstünlükle başka ülkelerin sömürülmesiyle yükselmiştir. Bu teknolojik üstünlüğü kullanıp başka ülkeleri sömürmek içinde kendi kültürlerini sömürge ülkelerine dayatmışlardır. Batı hayranlığı ve deliliği başka ülkeleri sömürmek için şarttır. Söylediğim gibi bazı Gurbetçi işçiler Avrupadaki gelişmeyi görünce Atatürk gibi kendi kültürünü küçük görmüş, aşağılamış, kendi hayat tarzını yobaz, geri kalmış olarak görmüştür. Ne yazıkki bu görüşün, yani Batı hayatının üstün ve medeni olduğunu, Milli hayat tarzının yobazlık olduğunu Türkiye'nin Batı şehirlerinde halen görüyoruz. Nedir milli hayat tarzı? Batı dansını bilmeyen halay çekmesini bilen, Atatürk gibi Batı modasına uymayan, Batı müziğini sevmeyen Türkü dinleyen, Batı tarzı frak silindir şapka, papyon kravat giymeyen vesaire vesaire. Atatürk Batı kültürü delisidir.Yalçın Soner'in yazdığı bu bir kaç cümle bile bunu ispatlıyor. Keşke bu Batı kültürü deliliği teknoloji deliliği olsaydı. Japonya ne kültürünü değiştirdi ne de kendi tekkeleri ve zaviyeleri olan Budist tapınaklarını kapattı, ne de saatini ve takvimini değiştirdi. Yalçın Sonerin yaptığı yanlışa bakarmısınız. Uluslararası saatı ve takvimi kabul etmişiz. Uluslararası saat ve takvim diye bir şey yoktur Batı ülkelerinin kullandığı saat vardır. Asya ülkelerinin bazıları ve Arapça konuşan ülkeler Batı takvimini kabul etmemişlerdir. Japonya ve Çin halen kendi takvimlerini kullanıyorlar. Kendi kültürünü değiştirip Batı kültürünü getiren fakat teknolojiye önem vermeyen hiç bir ülke kalkınamamıştır. Sadece sömürge olarak kalmışlardır. Keşke Atatürk Rus Çarı Büyük 1.Petronun Rusyada yaptığı gibi Batı kültürüyle beraber Batı teknolojisinide getirseydi.Ne yazıkki Atatürk Batı kültürünü Türkiyeye getirince Türkiyenin kurtulacağını medeni olacağını düşünüyordu. Batı teknolojisi Atatürkü fazla ilgilendirmedi. Atatürkün yaptığı bütün devrimler Batı kültürünü Türkiyeye getirme devrimleridir. Ne yazıkki Soner Yalçın gibi Kemalist insanlar halen Atatürke tapındıkları için Atatürkü sorgulayamıyorlar. Türkiyedeki kanunlar ve yürütmeliklerse bu tapınmayı halen körüklemekte ve geliştirmektedir.Soner Yalçın gibi her yıl binlerce insanlar devletçe eğitilip mezun edilmektedir. Atatürke tapınmayı devlet politikası yapmış bir eğitim sistemimiz var ne yazıkki. Bu eğitim politikasının da değişeceği yok gibi. Kemalist çevre, bir kanunu değiştirmeye çalışsanız kendi peygamberleri olan Atatürk'e hakaret ediliyor diye yaygara çıkarıp kanunları gösteriyorlar. Atatürk devrimlerinin bütünü kanunla korunmaktadır. Devrimlere karşı çıkarsanız suç işlemiş olursunuz. Komik Panama şapkası kanununa değinmiştim. Fahrettin Paşa Afet Inan konusunda şu sözleri söylemiş: "Atatürk'ün üzüntüsünü giderecek bir arkadaş bulmuş olmasına hepimiz çok sevinmiştik" Afet Inan, Atatürk'ün arkadaşıymış. Mustafa Armağan'ın Afet İnan yüzünden mahkemece yargılandığını biliyorsunuzdur. Mustafa Armağan, Fahrettin Paşa gibi "arkadaş" dememiş de "metres" demişti. Neyse ben bu özel konulara karışmıyorum, Atatürk'ün manevi çocuklarının neredeyse hepsinin neden intihar ettiklerinin yorumunu size bırakıyorum. Atatürk'ün özel hayatına girmem. Dikkat edilirse Atatürk'le ait her hatırada Atatürk elinde bir kadeh rakı içer. Fahrettin Paşa'da bunu belirtmiş. Rakı içmek milli bir hayat biçimimidir, değilmidir bunu da size bırakıyorum. Fakat dikkat edin Atatürk herkesi rakı içmeye teşvik ediyor ve emrediyor. Her Kemalistse bunu bir başarı olarak gösteriyor. Rakı içmeye teşvik etmek, Milli âhlakı kötü yönde değiştirmek (Batı kültüründe olduğu için) bu Batı deliliği değildir de nedir. Lütfen herhangi bir Kemalist yazardan Atatürk'e rakı içtiği yüzünden bir tenkit bir eleştiri gördünüzmü? Bu kadar bir insana tapınmak olabilirmi? Hangi devlette yakın tarihte bir insan bu kadar tanrılaştırılmıştır? Vardır, evet, Stalin kominist Sovyetler Birliğinde tanrılaştırılmıştır. Fakat Rusya bile Lenin, Stalin tanrılarını yıktı. Sadece biz kaldık. Halen sarı saçlı, mavi gözlü diktatörümüze tapınmaktayız.

    Almanın ekmeğini yiyorsun, arkasından konuşuyorsun.

    Memlekette ne oluyor diye haberleri okuyorum. Bazen öylesi insanlara rastlıyorumki bu insanlar ya hain olmalı, ya da Batı delileri olmalı İttihat ve Terakkinin doğrudan torunları veya akrabaları olmaları yada Türkiye'de yaşayan Avrupalı insanlar olmalı demek geliyor içimden. Tarihi bilgisi olmayan kişiler özellikle genç insanlar geçmiş zamanları 1960 ve 1970leri sanki bugünmüş gibi zannediyorlar. Ben Almanlar üzerine kötü konuştuğum zaman daha çok şu tepkiye rastlıyorum.

    "Almanın ekmeğini yiyorsun, arkasından kötü konuşuyorsun."

    Ve bu lafı duyunca içimden çok sinirleniyorum. Ne yazıkki bu kanı bizim Batı delisi insanlarda çok yaygın. Ben çoğu Gurbetçiler adına şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Gurbetçilerin çoğu Almanın ekmeğini rahatla yemiyor ve yiyemiyor. Yerkende çoğu içine sindiremiyor. Kendisi asimile olmuş ve Alman kültürünü tıpatıp alıp Almanlaşmış kişilere bir sözüm yok. Herkes istediği gibi yaşayabilir. Ben Almanlaşmayı kabul edememiş, Türk kökenini tümden kaybetmemiş, kendi kültürünü az yada çok yaşamak isteyen Gurbetçiler hakkında konuşuyorum. Bu insanların çoğu fırsat olsa gelir seviyesi Almanyayla Türkiye arasında kapansa ve Türkiye iş sahasında kendi işgücü yetmeyip dışardan kalifiye yada mesleksiz insan arasa bu insanlar seve seve Türkiyeye gelir Türkiyede çalışırler. İş pazarı ve çalışma şartlarının Türkiyede ve Almanyada aynı olmasını gelecekte varsayarsak eğer. Fakat henüz Türkiye her türlü meslek dalından özellikle yüksek teknoloji ve yan teknolojinin dallarından meslek pazarı oluşturamamış durumda. İleride teknolojiye verilen önemle ve her sahada yerli teknoloji geliştirme çabaları sürerse Avrupadan Türkiyeye ters göçün başlaması hayal kalmaz. Fakat biliyorsunuz iç ve dış mihraklardan takoz olanlar ve takoz atanlar bir yarış içindeler. şimdi Almanın ekmeğini bize yedirmeye mecbur bırakan 1960 darbesini yapan suçluları bir kenara koyup, gurbetçilere Almanın ekmeğini yiyorsun ithamı yapanlara ne demeli?Bu darbeci insanları lanetleme şöyle dursun bu Kemalist darbecileri övenler bile var. 1960 darbesiyle ortaya çıkan işsizlik, köyden şehire göçün bu yıllarda hızlanmaya başlaması zamanın İnönü diktatörlüğündeki hükümeti Gurbetçiyi döviz getirmek için Avrupaya defetmiştir. İnönü hükümeti bir taşla iki kuş vurmuş hem işsizliği azaltmış hemde ithalat için döviz kaynağı bulmuştur. Almanın ekmeğini ben şimdi yiyorum fakat her yiyişimde diken gibi yutuyorum, vatan hasreti vatanımın ekmeğini düşünerek yiyorum. Vatanımın ekmeğini düşünmesem bile sanki bir tarafım eksik garip gibi duruyorum.Özellikle birinci kuşak Avrupaya geldiği zamanlarda köle gibi çalıştırılıp derme çatma barakalarda ve ortak duş alma köşelerinde hayatlarını tamamlarken sanki zorla çalışma kampı günlerini geçirdiğini düşündüğümde yine kendimi onlara göre şanslı hissediyorum. En zor pis ve ağır işlerde çalıştırılan ve ikinci sınıf insan muamelesi gören bu insanlara birde kendi insanın bu zulümü -aslnda bu zulüm CHP zulümüdür, ikinci diktatör İnönü ve Kemalist vesayet koltuk uğruna Menderesi devirip Gurbetçileri yaratmışlardır- onaylayışını duyunca çıldırmak işten değil. İşte zaten kendi internet sayfamı açmamın sebeplerinden biride buydu. Bu Batı kültürü yanlısı kendini çağdaş, laik, medeni , uygar, demokratik, aydın, evrensel değerlere saygılı diye tanıtan zümre zaten Gurbetçilere şu ithamı da yapmışlardır. "Zaten Batıda uygar ülkede CHP sayesinde yaşıyorsunuz.Neden şikayet ediyorsunuz?" Zaten bu Batı delisi CHP gürühu sayesinde bir zamanlar ABDye yeşil kart çıkacak herkes gidebilecek diye yeni Gurbetçiler üretmekle övünmediler mi? Ben Almanın ekmeğini bu kendini çağdaş, laik, medeni , uygar, demokratik, aydın, evrensel değerlere saygılı diye tanıtan zümre sayesinde önce babam sonra ben yemeye başladım. Ve onlardan nefret ettim ve halen ediyorum. Kendi suçlarını özürlerini kabullenip geçmişlerinden özür dileyeceklerine, eski CHP hükümetleri darbeci diktatördü, halkını astı, kesti Gurbetlere gönderdi, dinini değiştirmeye kalktı, Millete sormadan toplum mühendisliği yaptı, konuşanı zindanlarda çürüttü, herkesten özür dileriz diyeceğine onlar yerine özür dileyen Uzun Adamı bile eleştiriyorlar. Almanın ekmeğini sizin gibi severek yemiyorum başka çarem yok Almanın ekmeğini ne yazıkki yemeye devam da edeceğim. CHP nin eline fırsat geçse tekrar hükümet kursa biliyorum ki toplum mühendisliği yeniden başlayacak, Milletin meseleleri yerine tekrar başörtüsü gündeme gelecek, Kemalizm zirve yapacak, CHPnin önde gelen siyasetçileri havuz medyasını kapatacak yada Gandi Kemalin dediği gibi "sizin boynunuza ne takacağımı ben çok iyi biliyorum" lafından tekrar laiklik adı altında diktatörlük gelecek ve Gurbetçiler çoğalacak. Yeşil kart peşinde koşanlar ABDye Kanadaya gitmek isteyenler tekrar çoğalacak. Gurbette durup Batının ırkcı muamelelerini, ikinci sınıf insan laflarını durmadan Gurbetcilere sokan Batılıları haklı gören cahiller varsa bu söylediklerim haberdar değilse, tarih bilmiyorsa ve gençse onlara ben bir şey diyemem. Bilmiyorlarki onlara ben bir şey söyleyebileyim. Fakat benim yazdıklarımdan bal gibi haberdar olanlara sözüm çok var. Siz Almanın ekmeğini çok kolay yersiniz sizin gocunuza gitmez. Almanyayı Avrupayı siz çok kolay vatan edinirsiniz. Hiç şüphem yoktur bundan. Hele hele arkalarından hiç konuşmazsınız. Onların her dediğini harfi harfine yaparsınız. Kültürünün son hücresine kadar üstlenir Batının kültürünü yaşarsınız. Kendi dilinizi -ki hor görüyorsunuz- konuşmaz, Avrupa dilinizi gönüllü olarak konuşursunuz. Ben her zaman Batının arkasından konuşurum ve konuşmayada devam ederim. Ben beni ikinci sınıf insan maumelesi yapan insanların kültürünü yaşarsam babama ve birinci kuşağa ihanet etmiş olurum. Almanların ve Avrupalıların kültüründe olan ırkçılık ve insanı aşağılamayı birebir yaşayan birinci kuşak Gurbetçilerden Almanlar ne zaman özür dilerse ve hoşgörü kültürüne yaklaşırsa ben o zaman onlara yaklaşmamış onlar bana yaklaşmış olurlar. Ben neden Batı delisi Türk zıvanalar gibi hoşgörüden uzaklaşayım, ırkçılığa, hoşgörüsüzlüğe adım atayım. Siz Almanların arkasından konuşmayın gelin burda onların size verdiği ekmeği yiyin. Ben Almanlar kadar Almancayı iyi konuşabilen hatta bazı Almanların bilmedikleri kelimeleri de bilen birisiyim. Bu bana hiç bir zaman Almancayı yada Alman kültürünü Türkçeye yada Türkçe kültürüne bir üstünlük getirmesini sağlamadı. Siz zaten Alman ekmeğini yemekten gurur duyarsınız bense bu ekmeği yediğim için üzülüyorum ne yapayım başka çarem yok diyorum. Almanya Türkiye'ye dost bir ülke neden böyle konuşuyorsun diyen aymazlar da çıkabilir. Devlet olarak hiç bir ülke başka ülkenin dostu değildir çıkar ittifakları vardır. Çıkarları olmadığı zaman hiç bir ilişkisi olmasa da olur.Almanyada yaşayan 3 milyon Türk pasaportlu insanların Alman topraklarında sürünmesini uygun bulan CHP zihniyeti oldukça daha bana çok Almanın ekmeğini yiyorsun diyenler çıkacak gibi. Ya en azından insan düşünür. Bazı insanlar başka ülkenin dilini öğrenme kabiliyeti olmadığı için tam öğrenemez ve konuşamaz. Her iki tarafta bir şekilde mağdur olur. Gittiği ülkenin dilini öğrenemeyen insan konuşamaz derdini anlatamaz mağdur olur. Evsahibi devletse dilini konuşamadığı insana kötü muamele yapmasa bile bazı vatandaşlar dillerini doğru konuşmadıkları için en azından bu yabancılara yan gözle bakarlar. En iyisi herkesin kendi vatanında çalışması ve iş bulması değilmi? Hatta bunu aşırı sağcı Alman partileri seçim söylemi yapmışlardı. Her yabancı kendi ülkesine gitsin kendi ülkesinde çalışsın. Türkiye eğer her türlü işgücüne ihtiyaç duysa ve Türkiyedeki kazanç seviyesi Batı Avrupa gibi olsa çoğu Gurbetçiler geri dönerler. Alman Hansın has yüzünü mü seviyorlarda Almanyada kalıyorlar. Bazen Uzun Adam eski Almanya ziyaretlerinde Gurbetcilere şöyle sesleniyordu. "Aaah benim vatandaşım. Ne işin vardı senin Almanyada bu gurbet ellerde. Seni buraya gönderen hükümetler utansın. Seni vatanına hasret bırakan 3 kuruşa mahcup edenler utansın. " Zaten Uzun Adama kancayı takmalarının sebebi suçluları parmakla göstermesi "işte suçlu bu" demesi değilmi? Son olarak bana sosyal medyada "Almanın ekmeğini yiyorsun, arkasından konuşuyorsun" diyenlere cevap olarak söylüyorum: Gelin siz Almanın ekmeğini yiyin, zıbarın, Almanın her dediğini de yerine getirin, dizinin başında oturun. Ben bu ekmeği zorla yiyorum, severek değil, arkasından da kötü konuşacağım.

    Osmanlı maliye bakanı Mehmet Cavit Bey'in idamı


    Tarihte gezinirken Atatürkün kendi diktatörlük yolunu kendi verdiği idam emirleriyle açtığını şurdan burdan öğrenince hiçmi hiç şaşırmıyorum. İdam olunan insanlarsa suçsuzdur. Atatürk Millete gözdağı vermek ve susturmak uğruna çok ünlü, bilinen insanları idam ettirmiştir. Herkesin bildiği ve tiyatro oyununun dünyada eşi benzeri görülmemiş örneği olan İstiklal Mahkemelerinde suikast bahanesiyle bizzat Atatürkçe asılması emredilen kişilerin arasında Osmanlı maliye bakanı Mehmet Cavit Bey'de vardır.

    Herkes Kurtuluş Savaşında ve Çanakkale Savaşında tahsilli kesimin ve işgücü kesiminin yokolduğundan şikayet eder. Fakat hiçbir tarihçi ve tarihle uğraşan insanlar İstiklal Mahkemeleri ve Atatürk devrinde memleketi terk etmek zorunda olan insanlardan bahsetmez. Önemli olan bu idam olunan insanların, yurtdışına kaçmaya zorlanan yada hapishaneye atılan insanların aslında yüksek tahsilli olduğundan ve aslında Atatürkün bir beyin gücü kesiminin diktatörlük ve Batı kültürü ithali uğruna ziyan edildiğinden, üstelik haksız yere ziyan edildiğinden bahsetmez. şapka devrimi, harf devrimi, İslamı yoketme devrimleri vesaire gibi Milletin değerlerini yok eden devrimlere karşı çıkan insanlar, zamanında köylerde yaşayan nüfusun yüzde 80inini oluşturan ve çiftçilikle uğraşan insanlar değil, bilakis tahsilli insanlardır. Yani nüfusun yüzde 20sini oluşturan aydın, memur, tahsilli, yazar, devlette çalışmış, muhtar, imam, hoca, muallim(öğretmen), kâtib olan insanlardır. Bu idamları görünce, darağacında sallananları görünce muhalif olan insanlar kellelerini kurtarmak amacıyla bir daha konuşmamak üzere susmuşlardır. Muhalif ettiklerini saklayamayan insanlar soluğu Avrupada, Mısırda, Suriyede Amerikada almışlardır. Kaçan insanlar ya basında ya Millet Meclisinde yada insanlar arasında tanınarak muhalefet yapan insanlardır.

    Önce kısaca Taha Akyol'dan Cavit Bey'i Milliyet gazetesinde yazdığı yazıdan tanıyalım:
    -------------------------alıntının başlangıcı-------------------------------------------------
    Osmanlı Maliye Nazırı Cavit Bey'in oğlu şiar Yalçın vefat etti. Babası Cavit Bey'in İstiklal Mahkemeleri'nde idam cezasına çarptırılmış olması bu vesile ile yeniden gündeme geldi. İkisini de rahmetle anıyorum. Evvela Cavit Bey'in tarihimizdeki önemli yeri... İktisat tarihçisi Zafer Toprak, Cavit Bey'in "Cumhuriyet maliyesinin temellerini attığını" yazar. İttihat ve Terakki'nin Maliye Bakanı olan Cavit Bey, Osmanlı maliyesini modernize etmiştir. Savaşa girmemize ve tehcire(burada bahsedilen Ermeni tehciridir) karşıdır. Kapitülasyonların kaldırılması için büyük mücadele vermiştir. " İktisadi vatanperverlik" kavramı onundur. Türk işadamı sınıfının doğup gelişmesine çalışmıştır. 1917 Bütçe konuşması ünlüdür: "Biz millliyetperveriz. İstemeyiz ki memleketimizde yapılacak bütün teşebbüsler ecnebiler(Batılılar) tarafından yapılsın ve misafir olalım. Hayır!..." Cavit Bey iktisadi liberalizme inanmıştır. Dünya ekonomisini ve iş çevrelerini iyi bilmektedir.

    Cumhuriyet devrinde 'Kemalist' değil, 'İttihatçı'dır. İzmir Suikasti denilen meş'um hadiseyle (olayla) hiç bir ilgisinin olmadığını İsmet (İnönü) Paşa da "Hatıralarım'da anlatır. Fakat bu iğrenç suikast teşebbüsü muhalefet yapabilecek isimlerin 'temizlenmesi' için kullanılır. Cavit Bey, korkunç bir haksızlıkla, 26 Ağustos 1926'da idam edildi. Suçsuzluğundan ve beraat edeceğinden o kadar emindir ki, ancak bir kaç satır yazılmasına izin verilen eşine, çıktığında okumak üzere uzun mektuplar yazmıştır, bu mektuplar, oğlu şiar'ın önsözüyle Liberte Yayınları tarafından "Zindan'dan Mektuplar" adıyla yayınlanmıştır. Iki yaşındaki oğlu Osman şiar'a yazdıkları da İletişim yayınları tarafından "şiar'a Mektuplar" adıyla yayınlandı.. Duygulu, içli, gözyaşlarıyla ve adalet çığlıklarıyla dolu, edebi değeri yüksek mektuplardır.

    Cavit Bey'in idamını Takrir-i Sükun döneminin olağanüstü şartlarına bakarak değerlendirmek gerekir. Merhum Metin Toker, İsmet (İnönü) Paşayla On Yıl kitabında şöyle yazar: "Iyi bir bilenden işittiğim hikayeyi anlatayım. İzmir suikastinden sonra Maliye Vekili Cavit Bey, Selanikli ve dünyanın sarraflarıyla, mali çevreleriyle ilişkileri sıkı. Bunlar ve Türkiye'deki yakınları bir kampanyaya girişmişler: Cavit Bey idam edilemez, zira Cavit Bey eğer idam edilirse bütün garp alemi, farmasonlar, bankacılar Türkiye'nin aleyhinde cephe alırlar! Propaganda Mustafa Kemal'e kadar aksettirilmiş, Gazi düşünmüş ve şöyle demiş: "- Bir asın bakalım, ne olacak..." Asıldığında 52 yaşındaydı, eminim asılmasaydı, on yıl sonra Cumhuriyet'in maliye bakanı olurdu, iyi de olurdu.
    ----------------------------alıntının sonu---------------------------------------------------

    Ataürkün ne kadar güç kazandığını Ataürkü sorgulayan hiç bir kimsenin olmadığını ve diktatörlük kazandığını 26 Ağustos 1926 tarihi gösteriyor. Atatürk muhakeme yapın sorgulamayın demiyor, bilakis sadece asın diyor. Atatürkün Milletini düşündüğünü burda Kemalistler şöyle uydurmaya çalışırlar : "Ataürk bir kişiyi feda etmiş bakmış Türkiyeye bu çevreler acaba cephe alırlarmı öğrenmiş". Kemalistler zaten her idama bir bahane uyduruyorlar. Atatürk asılan kişinin tahsiline, suçsuzluğuna bakmışmı, hayır. Atatürkün niyeti Batı aleminin ve bankacıların tepkisi değildi. Eğer bu olsaydı Cevat Beyi asmaz, bir yere hapseder ve zaten kendisine ait olan basınında Cevat Beyin asıldığını ilan ederdi. Ki Cumhuriyet gibi gazetelerde idamlardan etraflıca bahsedilmedi. Mahkeme, masa altından neredeyse gizlice yürütüldü. Atatürkün niyeti Milleti kendisine muhalefet eden tahsilli kesime gözdağı vermek ve susturmaktı. Ve başardıda, diktatörlüğünü idamlarla pekiştirdi. Hatta üzerinden şimdi 100 yıl geçtiği halde Kemalistlerin torunları şimdi bu idamları savunuyorlar.

    şimdi Cavit Beyin hatıralarıyla ilgili Murat Bardakçı'dan bir alıntıya göz atalım.
    Hürriyet Gazetesi, tarih 2 Temmuz 2006
    -------------------------alıntının başlangıcı-------------------------------------------------
    Darağacına götüren mektupları tam 80 sene sonra açıklıyorum

    İzmir'de ve Ankara'da bundan tam 80 yıl öncesinin Temmuz ve Ağustos aylarında sıra sıra darağaçları kuruldu ve tam 17 kişi idam edildi.

    Suçları, "İzmir Suikasti" denilen komploya karışmak, yani Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal'e karşı suikast hazırlığı yapmaktı. İdam edilenler arasında İttihad ve Terakki Partisi'nin lider kadrosundan olan Maliye Nazırı Cavid, Dahiliye Nazırı İsmail Canbolat ve partinin perde arkasındaki gücü Doktor Nazım Beyler de vardı. Savcı, her üçünün de daha önceleri hiç durmadan mektuplaştıklarını iddia etmiş ama bu mektuplar bir türlü bulunamamıştı. Mektupları bulmak, hadisenin üzerinden 70 küsur sene geçmesinden sonra, kapı kapı dolaşıp aramam sayesinde bana nasip oldu! şimdi arşivimde bulunuyor ve ileri bir tarihte yayınlanmayı bekliyorlar. Ama, bu mektuplar okunduğunda, ortaya başka bir görüntü çıkıyor: Mustafa Kemal Paşa'ya karşı İzmir'de hakikaten bir suikast hazırlığında bulunulduğu fakat İttihad ve Terakki'nin lider kadrosunun bu işle pek bir âlâkasının olmadığı ve suikast bahanesiyle ortadan kaldırıldıkları...

    Bundan tam 80 yıl öncesinin Temmuz ve Ağustos aylarının İzmir'i ile Ankara'sında sıra sıra darağaçları kuruldu ve 13 Temmuz ile 26 Ağustos günlerinde tam 17 kişi bu darağaçlarına çıkartılıp idam edildi.

    Suçları, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal'e karşı bir suikast hazırlığı içerisinde olmaktı. Tarihlere "İzmir Suikasti" diye geçen komploya karışmışlardı. Bir kısmı önce İzmir'deki İstiklâl Mahkemesi'nde yargılanıp idam edildi, bir kısmının hayatları da Ankara'daki İstiklâl Mahkemesi'nde yapılan muhakemeden sonra yine ipte noktalandı.

    İdam edilenler arasında, suikast hazırlığı içerisinde fiilen bulunanların yanısıra düşükler, yani daha önceki iktidarın önde gelen bazı liderleri de vardı: Türkiye'nin kaderini 1914'ten itibaren 10 yıl boyunca elinde tutmuş olan İttihad ve Terakki'nin idarecileri... Meselâ, İttihadçılar'ın Maliye Nazırı Cavid, Dahiliye Nazırı yani İçişleri Bakanı Ismail Canbolat ve partinin perde arkasındaki güçlerinden biri olan Doktor Názım Beyler...
    ----------------------------alıntının sonu---------------------------------------------------

    Metnin tümünü internetten okuyup öğrenebilirsiniz.
    şimdi bu mektupların metnini bilen ve bu mektuplar yüzünden suçsuz yere Milletin önde gelen insanlarının asıldığını öğrenen Murat Bardakçı acaba ne zaman bu belgeleri açıklayacak? Ben bu yazımı okuyan size sormak istiyorum : Siz inanıyormusunuz bu belgelerin Murat Bardakçının açıklayacağına? Açıklamak için ileri bir tarih belirtmiş Murat Bardakçı. İleri bir tarih demesinin tek sebebi mektupların içinde Atatürk'ü eleştiren cümlelerin geçmesidir. Eğer mektuplar Atatürk'ü eleştirmeseydi Murat Bardakcı hemen ertesi gün açıklardı. Eğer ileri bir tarihte bu mektuplar açıklansa bile makaslanmadan, kırpılmadan, sansürlenmeden tam orijinalinin açıklanacağına siz inanıyormusunuz? Sanki bu idamlar etkisini bu zamana kadar getirmiş. Murat Bardakcı bile kellesinden korkuyor ve susmayı tercih ediyor. Atatürk zamanındaki baskıcı Kemalist durum hâlen devam etmiyormu? Bakın idam edilenlerin suçsuz olduğu ispatlanmış, idam ettiren diktatör (ki ben artık burada vicdansız diktatör demem lazım), idam edilen suçsuz ölmüş, kemikleride kalmamış fakat doğruyu ispatlayabilecek delilleri ellerinde bulunduran kişi susuyor. Neden? Atatürkcü Düşünce Dernekleri Murat Bardakcıya Atatürke hakaretten dolayı dava açar. Bir atasözü vardır: Doğruyu söyleyen dokuz köyden kovulur. Siz hakaretten suçlu bulunan başka tarihcileri tanıyorsunuzdur doğruları söylediği için. Onlarcası var.

    Harf inkilabıyla beraber rakamlarımızı da mı değiştirdik?

    Tarih : 04 Ocak 2019

    Harf inkilabıyla beraber rakamlarımızı da değiştirdik sanıyorsunuzdur. Kanunla korunan ve her milletvekilinin göreve başlarken sadık kalmaya şerefi üzerine yemin ettiği harf inkilabımızla rakamlarımızda acaba gerçekten değiştimi? Arapça rakamları bilen kişi için bu sualim saçma gelir. Acaba Batının rakamları Arapçadan değişikmi ? Sanırım Türkiye nüfusunun 95% i Batının rakamları arapçadan değişik zannediyordur. Zannediyordur diyorum, çünkü bilmiyorlar. Fakat iddia edersem Türkiye nüfusunun 100% şu anda Arapça rakamlarını kullanıyor desem Batının eskiden rakam sistemi olan Roma rakamlarını bıraktılar Arap rakamlarını kullanmaya başladılar desem, bana inanmazsınız. şimdi Batı rakamlarını ve Arap rakamlarını karşılaştıralım:

    Dikkat çeken Batının Arap rakamlarını alırken sıfırın, birin ve dokuzun hiç değişmediği. İki ve 3 rakamı kendisini biraz değiştirmiş. Hatta 2 ve 3 rakamını biraz çevirirseniz aynı Arap rakamları. Atatürkü övenler göklere çıkaranlar ben kesin olarak iddia ediyorum bu gerçeği bilmiyorlar. Atatürk Batı deliliği yüzünden rakamları da Batıdan aldı. Almasaydı ne olurdu? Hiç bir şey olmazdı. Zaten Batı dünyası Arap rakamlarını kullanıyordu, hâlen kullanıyorlar. Fakat Atatürkü övenler onu sanki büyük üstün zekalı biri olarak, büyük önder, neredeyse tapılacak bir put olarak göstermeye çalışanların dayanağı yaptığı bu Batı kültürü devrimleri değilmidir. Zaten Osmanlıda var olan Arap rakamlarını Batıdan tekrar getirmek ululukmu, dehalıkmı, üstün zekalılıkmı, yoksa aptallıkmı? Siz karar verin. Rakamların değiştirilmesi devrimi zamanında hiç bir kişi acaba şüphelenip de şöyle bir soru sormadımı derseniz: "Ya bunlar zaten bizim eskiden beri kullandığımız rakamlar, biraz değiştirilmiş, bu devrim biraz saçmalık değilmi?" diye sorsaydı ne olurdu? Kellelerin yuvarlandığı bir devirde tabiiki tek kelime etmezdi. Çok övündüğümüz devrimler zamanında muhalefet dağılmış, hepsi kellesini kurtarmak için çil yavrusu gibi dünyanın her tarafına dağılmış, Ataputumuz kendi heykellerini bütün büyük şehirlerin meydanına diktirmiş, Staline taş çıkartacak bir biçimde Milleti dinsizleştirmiş ve İslamsızlaştırmış, Osmanlının, hanedanın izinden eser kalmamış, Millet şapka giyebilmek için tarlasını, ineğini satıp pahalı şapkayı alıp güya zihin değiştirmiş, güya muassır medeniyetin üzerine çıkmış, Millet açlıktan, salgın hastalıktan ölen tavuklar gibi veremden, sarılıktan, kırılmış, dökülmüş, CHP tek başına bütün kurumların, bütün basının bütün gazetelerin, mecmuaların başına ejderha gibi çöreklenmiş, tek söz sahibi olmuş, bütün muhalefet kaçtığı için birde alınlarına vatan haini damgası basılmış, bütün asker kaçkını insanlar idam edilmiş, -hemde öyle idam edlmişki, Kurtuluş Savaşında ölen insanların sayısını katlamış asker kaçkını insanların idam sayısı- Millet öylesine susturulmuşki Stalinle Ataputumuz zamanında başbaşa yarışmış, hangimiz daha çok insan katledebiliriz diye. Neyse bu liste uzayıp gider de gider. Fakat şu anda en azından insanların azıcık olsada biraz araştırma imkanlarının çoğaldığı zamanda şu sahtekâr Kemalist resmi devlet tarihine artık biraz itibar etmeyin kendiniz araştırın. şu kesindirki: şu anda kullandığımız rakamlar Batıdan tekrar aldığımız Arap rakamlarıdır." Arap rakamlarını kullandığımız için geri kaldık" diyenler çıkarsa artık ben "pes doğrusu" diyorum. Böylesi insanları Bakırköy akıl hastalıkları hastanesine yani yakın tanıdığımın ifadesiyle Mazhar Osmana havale ediyorum.

    ------------------------------------------------------------------------------------------------------

    Hilafet bayrakları yok.

    Kurtuluş Savaşında uğrunda savaşılan islamı temsil eden bir hilafet sancağımız vardı. insanlar mutlaka islamı korumak için can vermişlerdi. Fakat eski hilafet sancaklarına dair kocaman internette çok az resim var. internette şu anda sadece Allah birdir, Muhammed onun elçisidir yazılı yeni sancaklar var. Sadece Prof. Ekrem Buğra Ekincinin verdiği Filistin cephesine ait olduğu iddia ettiği, içinde 3 Osmanlı askerinin bulunduğu bir resim var. Ekrem Buğra Ekincinin yazısı 28 Kasım 2012 Çarşamba yayınlanmış ve halifelikle ilgili ve başlığı şöyle: kaldırılalı neredeyse 90 sene oldu ama… - Halifelik geri mi getiriliyor?

    Bu resim şu :

    1922de yayınlanan The New York Tımes dergisinin çıkardığı aylık tarih dergisi olan current history (Türkçesi yakın/şimdiki tarih) Ataput hakkında yayınladığı bir makalede aynı fotoğrafı vermiş ve 1 askeri kırparak Ataputun askerleri diye yayınlamış. Resim Kasım 1922de çıkan derginin 192inci sayfada. makaleyi yazan kişinin/muhabirin adı yok.

    O resimde işte bu resim:

    Resmi tanıtan yazı ise şöyle Mustafa kemalin karargahının askerleri ve sancağı. Resmin kaynağını Amerikan dergisi her hakkı mahfuzdur sembolüyle ve resmin sahibini P & A fotoğrafları ismi adında vermiş.

    şimdi ikisinden birisi yanlış. Çünkü fotoğraf Filistin cephesine ait ise mesela 1916-1918 yılları arasında çekilmiş olması lazım. Eğer fotoğraf Mustafa Kemalin Kurtuluş Savaşındaki sancağı ise resim 1922de çekilmiş. Belki bu 2 sancak aynı sancak. Nedenmi çünkü sancak hilafet kaldırılıncaya kadar değişmedi.

    Diyebilirsinizki hıristiyan Batılı mahsustan yalan haber veya uydurma yazılar yazmış. Amerikan dergilerinde çıkan makalelerin hepsi yabancı yazarlara ait değil. Amerikan ve Avrupa dergilerinde daha cumhuriyet ilan edilmeden önce bile Kemalist veya Türk isimli yazarlara rastlamak mümkün. Her neyse benim dikkatimi çeken şey hilafet bayrağı hilafet kaldırıldığı gibi eski şekliyle yok, o da ortadan kaldırılmış. Müzelerde belki sergilenen bir kaç tanesi vardır. Batı devrimleriyle beraber onlar da yok edilmiş. Burada şunu bilmemiz gerekirki(gerçi tarihle ilgilenen insanalr bilirler) Batı ülkeleri daha Kemalizm doğmadan önce Kurtuluş Savaşı zamanında bile Mustafa Kemal hükümetine ve Ankara ordusuna Kemalistler demeye başlamışlardır. Bizde ise esas Kemalizm ve Kemalist kelimesi 1930lardan sonra yerleşmiştir. Diyeceğim şu ki : Hiç değilse Kemalistlerin eski kültürümüze saygısı olsaydı. Herşeyi kaldırdılar yasakladılar, hiç değilse müzelerde saklasalardı. Hayır, Ataput ve Kemalistlerin osmanlıya ve islama öyle bir nefreti ve kinleri vardıki, ellerinden gelse bütün dünyadan islama ve Osmanlıya ait ne varsa yakarlardı, yok ederlerdi ve ortadan kaldırırlardı. Neyse devamı sonraya.

    ------------------------------------------------------------------------------------------------------

    Not: Ilerideki bir yazımda çok öğündüğümüz Cumhuriyet sistemi 1923den önce yokmuydu, kanunlar nasıldı? Padişahın yetkisi ne kadardı? Milletvekilleri nasıl seçiliyordu yazacağım.