---------------------------------------------Alıntının Başlangıcı-------------------------------
Fikriye kimdir?Fikriye Hanım Atatürk'ün metresidir. Atatürk'ün üvey babası Ragıp Efendi, Fikriye'nin dayısıdır. Dolayısıyla, Atatürk'ün ilk gençlik yıllarından beri birbirleri ile tanışıyorlar. Muhtemelen, Fikriye Atatürk'ten altı yaş büyüktür. Fikriye, Atatürk'ün evine sürekli girip çıkıyordu. Atatürk yakı9şıklıydı. O'na aşık olması için şartlar uygundu ve nitekim de öyle oldu. Atatürk'ün annesi ve kardeşi Makbule Hanım bu durumu fark ettiklerine şiddetli tepki gösterdiler. Çünkü Fikriye'yi Atatürk'e layık görmediler.
Sonuçta Atatürk paşa adayı birisiydi. Onun için layık görmediler. Daha batılılaşmış elite mensup bir hanım adayı istediler. Zaten Atatürk'ün de gerçek nikahlı eşinde aradığı özellikleri bunlardı. Onun için hiçbir zaman Fikriye'yi eşi olabilecek bir kadın olarak görmedi.
Peki Atatürk'ün gözünde Fikriye neredeydi?
Peki Atatürk'ün gözünde Fikriye neredeydi? Bu noktada Atatürk biyografisi yabancı yazarlarından olan Lord Kınross'un meşhur 'Atatürk' kitabından aynen bir alıntı nakledeyim:
" O (Fikriye) isteklerini bir zaman için karşılamış olan bir kadındı, o kadar. O yüzden metres dedik" Atatürk'ün duygusal değil cinsel tutkusu vardı. Fikriye'nin trajedisi baştan başladı. Fikriye bunu hissediyor ama ölünceye kadar daha doğrusu öldürülünceye kadar itiraf edemiyor. Metres sıfatının en eski dönemi Mütareke Dönemi'nde başlar. 1918 Kasım'ı ile 1919 Mayıs'ı arasında Atatürk ile Fikriye arasındaki ilişki metres ilişkisi haline döndü. Daha önce olmadıysa bile…
"Mustafa Kemal ile evlenmeye gidiyorum" dedi
Atatürk şişli'de Fikriye için bir garsoniyer tutuyor ve orada Fikriye ile beraber oluyor. Atatürk'ün o dönemde üç evi vardı. 1920 başlarında Fikriye de tek başına Inebolu üzerinden Ankara'ya geliyor, paşasının yanına. Inebolu'dan Ankara'ya tek başına bir kadının gelmesi, hemen hemen bir çılgınlıktır. Istiklal Harbi var çünkü. Ama Fikriye, Atatürk'e iliklerine kadar aşık bir insan. Kastamonulu Mecidi Bey'e ise; "Mustafa Kemal ile Ankara'ya evlenmeye gidiyorum. Annesi ve kız kardeşinin şerlerinden kurtuldum" diyor.Fikriye ve Atatürk'ün ailesi ile ilişkisi
Makbule Hanım'a bir gün Çankaya'da Fikriye; "Abla senin kadehine de rakı koyayım mı?" diyor. Makbule'nin yeni evli olduğu eşi de sofrada. Kızılca kıyamet kopuyor. "Vay sen bana ne demek istiyorsun? Eşimin yanında bana rakı içmeyi teklif ediyorsun" gibi bir şeyle söylüyor. Fikriye, Makbule Hanım ve Zübeyde Hanım arasında sürekli bir didişme var. Onu gelin olarak kabul etmiyorlar. Zaten Atatürk'ün de öyle bir niyeti yok.
Atatürk Latife Hanım'ı gökte ararken yerde buldu
Istiklal Harbi bitti. Bitinceye kadar Fikriye, Atatürk'ün metresi ve gayri resmi olarak Çankaya'nın da ev sahibesi. Fakat harp biter bitmez, Atatürk'ün akılında yapılacak olanlardan bir tanesi, toplumu batılı toplum biçimine dönüştürmekti. Örnek aile modelini de kendi üzerinde vermek istiyordu. Kendisi dört dörtlük batılılaşmış bir hanımla evlenerek, geleceğin ideal ailesinin nasıl olması gerektiğine dair uygulamalı olarak göstermek istedi. Bu amaca gökte ararken yerde buldum cinsinden Izmir'in Kurtuluşu'nda zaten Latife Hanım ile tanışmış ve onda da tam aradığı özellikleri buldu. Ekim'de geri döndü. Bu arada Fikriye Hanım verem ve ilk safhalarında, ölümcül değil. Fikriye Hanım zaten gerçek eş değerinde değildi. Yeni ideal eş de bulununca onun tedavisi bahanesi ile Avrupa'ya gönderilip uzaklaştırılıyor. Önce Paris'e gönderildi. Fikriye Hanım kendisinin yerine birisinin bulunduğunu anladı. Gitmemek için ayak diredi. Atatürk onu yumuşak bir dille kandırdı ve kandırmanın bir parçası olarak ona 3 bin lira nakit para veriliyor. Bu çok muazzam bir para. O zamanlarda orta dereceli bir memurun aylığı 20-25 liraydı. Atatürk; "Paris'te git gardırobunu yenile önce diyor". Fikriye de kanıyor.
Atatürk en güvendiği yaverlerden birini Mahmut Soydan'ı ona veriyor. Fikriye Hanım önce Paris'e gitti, gardırobunu yeniledi. Oradan da Münih'e geçti ve yatılı olarak tedavi aldı. Soydan tabi Türkiye'ye geri döndü.Bu olaya 1922 Kasım'ında oldu. O arada da 1923 Ocak sonunda Atatürk Latife Hanım ile evleniyor. Fikriye bunu gazeteden öğrenip şok geçiriyor. Sanatoryum doktorlarını çiğneyerek kendi iradesi ile Türkiye'ye geri dönüyor.
Fikriye, kürtaj için Atatürk tarafından Avrupa'ya gönderildi
Bu arada Fikriye Hanım'ın Amerika'da ikamet eden Abbas Hayri Özdinçer isminde bir yeğeni var. Yeğeninin ifadesine göre; "Benim halam verem tedavisi görmek için değil, kürtaj olmak için Avrupa'ya gitti".
Fikriye'yi kovmamız mı lazım?
Sonra dumanı tepesinde Fikriye Hanım Istanbul'a geri dönüyor. Atatürk de olacakları tahmin ettiği için herkese vali dahil olmak üzere haber salmış. Fikriye gelir gelmez polis tarafından 'Gazi'nin kesin emri ile' denilerek önü kesiliyor. "Ankara'ya gelişin yasak, Istanbul'da ikametin de yasak." Bazı şeyleri anlatmaması için göz önünde olması istenmiyordu. Gelibolu'daki yakın akrabasının yanına Atatürk tarafından sürgün ediliyor. 1924 Nisan sonuna kadar orada kalıyor. Oradan kaçıyor ve Çankaya Köşk'üne geliyor. Ilk gece Latife Hanım tarafından iyi ağırlanıyor. Fikriye misafirliği üçüncü gönünde Latife Hanım cıngar çıkarıyor. Fikriye'nin odasının önünde emir çavuşuna bağırıyor. "Bu Hanım hala misafirlikte ısrar mı ediyor? Kovmamız mı gerekiyor?" diyor filan. Fikriye duyuyor, ağlıyor ve Köşk'ü terk ediyor. Bir iki hafta sonra tekrar geliyor.
1924 Mayıs ayı sonunda Köşk'e tekrar geldiğinde de asıl Fikriye tarihsel kişiliğinin tarih konusu olarak bahsi geçen ve zihinlerde çağrışım hasıl eden olay Fikriye'nin ölümüne gelmiş oluyor.
Fikriye nasıl öldü veya nasıl öldürüldü?
Atatürk yemeklerini yemişler ve yaz uykusuna yatmışlar. Aşağıda Fikriye'yi tanıyan yaverler var ama başyaver değişmiş. Rusuhi Bey. Türkiye'de derin devletin ilk kurucusudur kendisi. Geçen haftalarda bununla ilgili açıklamalar yapmıştım.
Yukarıya haber veriliyor. Yukarıdan da kesinlikle üst kata gönderilmemesi ve Köşk'ten uzaklaştırılması emri geliyor. Rusuhi Bey de bunu münasip şekilde Fikriye Hanım'a ifade etmeye çalışıyor. Fikriye ısrar ediyor. Öteki de ısrar ediyor. Fikriye ümidini kaybediyor.
Resmi tarih anlayışında Kılıç Ali'nin hatırlarına bakıldığında Fikriye Hanım kadınlar tuvaletine giriyor ve orada uzun süre kalıyor. Kılıç Ali güvenilir bir kaynak değildir. Onun anlatımına göre tuvalette uzun kalınca şüphe çekti. Rusuhi Bey tuvaletin kapı aralığından dikizledi Fikriye'yi. Dikizlerken aynadan Fikriye'nin çantasındaki tabancaları gördü. Iki tane vardı diyor. Halbuki bir tane vardı. Bunun üzerine ürktü ve adeta ite kaka Fikriye'yi köşkten uzaklaştırdı. O da faytonla Çankaya Köşk'ünden Ankara'ya doğru inerken kendisini vurdu. Ağır yaralandı ve kaldırıldığı hastanede öldü.
Fikriye'nin gerçek ölüm sebebi…
Görgü tanıklarının ifadesine göre kurşun yarası elbisenin arkasındaydı. Biz Fikriye Hanım'ın ölüm sebebinin resmi tarihte anlatılma şeklinin baştan aşağıya yalan olduğu kanaatindeyiz. Doğrusuna geldiğimiz vakit, Doktor Rızanur'un hatıratına bakmamız lazım. Rızanur kuvvetli Atatürk muhalefetidir ama güvenilir bir kalemdir. Bunun güvenirliliğini garanti altına almak için de şunu söylemek yeterlidir; gençliğinde hissettiği pasif homo seksüel eğilimleri bile hatıratlarında yazmıştır.
Onun anlatımına göre Fikriye'nin ölümü.
Fikriye: "Aman beni vurdular! Can kurtaran yok mu?"
"Bir havadis. Fikriye Hanım intihar etmiş. Sebebi de Çankaya'ya gitmiş, kabul edilmemiş kederinden intihar etmiş". Bu resmi tarihin özeti. "Gazi evlenince bu metresini para vererek Avrupa'ya yollamış. Kadın gezmiş gelmiş. Latife bir isim olarak bu kadını çekemiyor. Tabi… Bizim oturduğumuz Leblebici Mahallesi'nde yerlilerden bir komşumuz var. Bizim hanımla iyi ahbaplar. Bizim hanıma hikaye etti. Bir tabanca patladı, pencereye koştuk bir kadın sesi. Aman beni vurdular! Can kurtaran yok mu? diye feryat ediyor. Sesi biraz sonra kesildi. Demek Fikriye intihar etmedi, vurdular. Bunu ya Mustafa Kemal ya Latife vurdurdu. Mantık böyle. Fakat Latife böyle cinayete cesaret etsin zannetmem. Her ne suretle olursa olsun bu kadar metresliğini eden Fikriye de Gazi'nin cinayetleri listesine girdi. Tuhafı şu ki; mahkeme bu işi aramadı, geçti gitti. Adliye yeniden Fikriye'yi oraya getiren arabacıyı bulup keza komşulardan tahkikat yapmıyor."
Fikriye Hanım'ın hatıraları neden açıklanmıyor?
Salih Bozok diyor ki; "Atatürk ile Latife Hanım büyük kavga etti. 'Sus kadın vururum dedi'. Latife Hanım da 'Beni de Fikriye gibi öldürtür müsün? dedi' ."
Abbas Hayri Özdinçer, Fikriye'nin Amerika'daki yeğeni; kendisi ile yapılmış olan bir röportajda aynen kendi ağzıyla bunları diyor: " Fikriye Hanım'ın anılarının bir kısmı elimizde. Fakat devletin bütünlüğüne zarar vermemek için açıklamıyoruz." Yorum yok.
Konu bizim yakın tarihimiz ve kurcu liderimiz olunca yüzlerce sene Rusya ve Almanya'nın gerisindeyiz. Stalin ve Hitler'in açıklanmayan hiçbir şeyi kalmadı. 5816 sayılı kanun nedeniyle.
'Alçaklar, katiller beni vurdular!'
Fikriye Hanım öldükten sonra ağabeyi Ali Enver Bey'in bile hastaneye gitmesine polis müsaade etmiyor. O ağabeyin daha önceden Ankara'da iş yaptığı birisi devreye girince başka bir kazazedeyi görmek için hastaneye giriyor ve şu bilgiye vakıf oluyor. Çoban Hüseyin Polatlı'da tren kazasında yaralanan kazazedeydi. Onu görmek için girdi. Çoban Hüseyin'in anlatımına göre; "O gece bir avrat getirdiler. Sabaha kadar avaz avaz 'Alçaklar, katiller beni vurdular!' diye bağırdı." Ağabeyine bunu anlattı. Otopsi raporu isteyen ağabeyine rapor verilmiyor. Cenazesini teslim almak istiyor. Devlet Fikriye Hanım'ın cenazesini vermiyor. Ulus'ta bir yere gömülüyor. şu anda bankaların genel merkezlerinin olduğu yer. Bu intiharsa tüm bunlar ne için? Devletin her şeyi açık götürmesi gerekirdi.
---------------------------------------------Alıntının sonu-------------------------------Latife Hanım Ataputla çok fazla evlilik hayatı yaşamadan Ataputdan ayrılır. Yurtdışında bir ara kalır. Fakat fazla sürmeden Türkiyeye geri döner. Türkiyeden Amerikadaki March N.Evans adlı bir gazeteciye 1926 yılında bir mektup yazar. Bu mektupta Ataputun nasıl bir insan ve yönetici olduğunu ifade etmiştir. Gazeteci bu mektubu 16 Haziran 1926 tarihli çalıştığı gazetesi olan San Francisco Examiner de aynen yayınlar. Mektubun metni şöyledir:
"Eski kocam Kemal ve onun dalkavuk yardakçıları, kurduklar "Yeni Türkiye'nin" kutsal olduğunu düşünüyor ve en küçük eleştirinin dâhi îdam urganı yâhut celladın baltasını hakettiğine inanıyorlar.
Ama ben, sözde özgürlük verilmiş kadınları konuştuğum gibi sözde yeni Türkiye'yi de eleştirmeye devam edeceğim. Özgürlük konseptleri salonlarda sabah 9lara kadar devam eden danslardan ibaret, Gençligi ve sosyal yapıyı nefsin kölesi yaparak ülkeyi cehennem kapılarına taşıyorlar.
Onur ve haysiyetten yoksun bu olguyu eleştiren ya susturuluyor, ya vahşi ellere teslim ediliyor ya da darağacına gönderiliyor.
Bir zamanların saygın ihtiyarları şimdi hem karakterlerini kaybetmişler hem de dillerini.. Bir söz vardır "konuşmak bedava" diye. "Yeni Türkiye' de" konuşabilmek artık çok pahalı, hele de rejime karşı konuşuyorsanız.
ingiltere, Almanya ve Fransa'da toplantılar yapmaya başladım. Lâkin eski kocam, beni ailemin başına bir iş getirmekle tehdit ediyor. Bu toplantılardan vazgeçip Istanbul'da çenemi kapatıp oturmam için santaj yapıyor.
Başka bir deyişle eğer eleştirmeye devam edersem, Kemal Paşa, babamı öldürmekle tehdit ediyor, bu taktik aynı zamanda onun Türkiye'yi yönetme biçimini de gösteriyor. Babamın hayatı için Istanbul'a dönmek zorunda kaldım.
Babamın varlığını gasp eden eski kocam bu serveti geri iade etmiş değil. işte böyle.. Eski başkentimizde, kendi evimde hapis hayatı yaşıyorum.. Eski kocamın saçmalıklarına, onun Kuran'da adı geçen bir peygamber olduğuna, hatta yarım bir ilah olduğuna inanıyorlar.
Kemal Paşa'nın hiçbir eleştiriye tahammülü yok ve oluşturduğu "Yeni Türkiye" konseptine de tek laf edilmesini istemiyor. Oysa bu konsept, özgürlük ve çağdaşlıktan çok, Paris'in en kötü kabare oyunları gibi.
4 yıl önceydi eski kocam Izmir'e geldiğinde romantik hisler duymuştum. Çocuksu düşüncelerle ona vücudumu, ruhumu ve varlığımı sundum. Ingilizce eğitimim ve Avrupa deneyimimden sonra, eski kocamın Türkiye' yi batılılaştırmasıyla benim gördüğüm avrupanın birbiriyle alakası yok.
şantaj ve tehditlerle beni evime hapseden Kemal Paşa'yı mahkemeye vermeye devam edeceğim ve susmayacağım.
Beni boşamasının geçersizliği, gönüllü olarak giydiğim çarşafı suç unsuru haline getirmesi, benden gasp edilen 780.000 doları iade etmemesi ve mahkeme hakiminin tamamem onun emrinde olması, dava edeceğim maddeler olacak.
Işte bunlar, ağızlarından düşürmedikleri özgürlüklerin nasıl olması gerektiğini onlara öğretecek. Saç açtırmak, amerikan şapkası takmak, gece boyunca dans etmek, ucuz kişilikleriyle Pera'nın camlarından yansıdığı gibi olmadığını öğreteceğim onlara...
Resmi tarih veya Kemalistlerin Latife hanım için nasıl itibar kaybetmesi için kara propaganda yaptığını biliyorsunuzdur. Fakat dikkat ederseniz Rıza Nur içinde aynı propagandayı yaptılar. Halbuki Rıza Nur ile Latife Hanımın hiçbir akrabalığı veya tanışmışlığı da yoktur. Fesli Deli ye de aynı propagandayı yaptılar. Halbuki Fesli Deli Rıza Nuru tek kaynak olarak göstermez. Kazım Karabekir içinse kıskanç, zenginlik ve nüfuz sahibi olmak peşinde dediler. Zâten Kemalistlerin en iyi yaptıkları şey itibar suiskatı ve çarpıtma ve sahtekarlıktır. Neyse. Latife Hanımın mektubunun bir zamanki Türkçeye çevirisi ve orijinali:
Fikriyenin Ankaraya gelişi bazı yerde 11 Kasım 1920 olarak verilir. Bazı yerlerde ise Yaz 1920 olarak verilir.
Ataputun istasyon binasına taşınma tarihi ise kesin olarak hiçbir yerde yoktur.
Sonra Ankaradaki Papazın bağı denilen çankayaya göçmesi Haziran 1921.
Fikriye Ataputun kaldığı binalarda beraber oturduğu muhmetel olduğu için bu tarihler aynı zamanda Fikriyenin de taşınma tarihleridir.
Rıza Nur tarih vermeksizin Ataputun şikayetler üzerine Keçiörendeki Ziraat mektebinden, direksiyon (Ankara istasyon) binasına taşındığını yazar, fakat yine şikayetler üzerine oradan da çankaya binasına geçmesini herhalde uzak kaldığı ve müşahede edemediğinden anlatmaz.
Rıza Nur, devlet adamlarının toplandğı, toplantıların yapıldığı ziraat mektebinde Ataputun kadını olan Fikriyenin (kendi deyişiyle metresinin) bulunmasına fena sinirlenir ve bunu öğrenen mutaassıb Ankara halkının Ankara hükümetine başkaldırması ve hükümete güven kalmamasından korkar. Rıza Nur kendi anlatımıyla (ben ifadesini yumuşatarak veriyorum) Ataputun meclisi kadın ticareti hanesine çevirmekten bahseder ve "küplere biner".
Rıza Nur bu sıralarda neredeyse hükümeti teşkil eden, bakanlıkları kuran, müzakereler yapan, herşeyi organize eden, neredeyse en mühim kişidir. Rıza Nur, ziraat mektebinde neredeyse küçücük bir kabine kurar. Kendisi dinsiz olan Rıza Nur yinede ahlaklı, terbiyeli, onurlu ve gururlu bir insandır ve herkestede aynı karakterlerin bulunmasını bekler. RızaNurun kendine has bir özelliği ise açıksözlü olması ve sözünden sakınmamasıdır. Hatırasının çoğu yerlerinde zamânın argo kelimelerini kullanmaktan hiç çekinmez. şunu da belirtelim 1920 - 1923 yılları arası Ataput daha henüz iktidarı eline geçirememişti. Rıza Nur Ataputa söylediği bu sözleri 1923 den sonra rüyasında bile söyleyemezdi. Buradan da anlıyoruzki Ankaradaki paralel 1.dönem hükümeti henüz demokratik bir hükümet ve herkesin söz söyleyebilme hakkı olduğu bir hükümetti.
Rıza Nurun hatıratındaki Ataput-Fikriye ilişkisi pasajı hiçbir Kemalist tarafından yalanlanmamıştır.
Buyrun Rıza Nurun Fikriyeyle ilgili bölümünü okuyun.
Kelimeler birebir RızaNurdan alıntıdır, benim hiçbir katkım yoktur:
Bazılarına göre hakaret teşkil ediyorsa, lütfen gitsinler, Rıza Nuru mezarından kaldırıp mahkemenin önüne çıkartsınlar. Ha, bazı mantıkdışı hareket eden Ataputa tapan hukuk adamları, ölmüş, kemikleri kalmamış insanı bile mahkemeye verirler.
Neyse gelelim hatırata:
"Böyle feci ve eğreti bir vaziyettteyiz. Birde baktım hükümette(Ziraat Mektebinde)Heyeti Vekile müzakere odasının yanındaki odalar mahrem bir vaziyet almış, oraya yanaşılmıyor.
Mustafa kemalin adamlarına sordum. Paşanın istanbuldan hemşerisi geldi dediler.
Aptal gibi inandım. Bunlarla iş patlak verdi. Hemşerisi değil Fikriye adında bir metresi imiş. Yahu şimdi onun sırasımı? Hem bu kadın hükümete, Heyeti Vekile odasının yanına misafir edilirmi? Başta Heyeti Vekileyi(bakanlar kurulunu) teşkil eden onbir mebus(milletvekili) ve nazır(bakan) efendiler olmak üzere koca bir vilayet, hükümet konağı, memur ve ahalisine böyle boynuz takdırılırmı? Bu müthiş bir ahlaksızlık. Hem de küstahca bir cesaret. Hem de fahişe hemşire olsun. Hadi bunu da sineye çekelim. fakat ya halk duyarsa.... Bizi taşlar. Bu gibi şeylerin halkımızca ne kadar fena gözle görüldüğü malumdur. Bizde değil, Avrupada da böyle şey müthiş bir skandaldır. Halkı bize ısındırmak için dâvâ lâzım. Bu da dürüst hareket ve ahlak ile olur. Davamız ne? Bu iş ne? Perhizimiz ve bu lahana turşusu tam birbirine uygun.... Ortalıkta laf çoğaldı. Neyse bir müddet sonra kadın hükümetten(Ziraat Mektebinden) kayboldu. Ne oldu bilmem!..."
Kaynak : Hayatım ve hatıratım, 3. cilt , sayfa 640-641
Devamı sonraya.