Rıza Nur, Ataputun istasyon binasına yerleştikten sonraki hayat tarzını eleştirir ve bir devlet adamına yakıştıramaz ve aslında bir skandal olarak tabir eder. Fikriyenin istasyon binasında bulunup bulunmadığına dair bir ipucu vermez. istasyon binasında Ataputun bir Romanya asıllı müslümanın eşiyle birlikte kalmasını ve adaba ve ahlaka uygun olmayan şekilde ve herkesin neredeyse gözü önünde, yani herkesin istasyon binasında ne olduğu duyacak, görecek şekilde uygunsuz gece kutlamaları yapmasını eleştirir. Hatta halkın toplanıp, açık pencerelerin altında olan biteni kendi ifadesiyle rezaleti seyrettiğini yazar.
Benim burada dikkatimi çeken Ataputumuzn değişik kadınlı gece eğlenceleri değil. Zaten bunu bütün Türk milleti biliyor. Hatta en yakın arkadaşları Falih Rıfkı, Fahrettin Altay, falan kendileri yazıyorlar. Benim burada dikkatimi çeken Romanya asıllı çiftlik sahibinin karısını Ataputa ben daha iyi bir kelime bulamıyorum bağişlayın "ödünç vermesi" hiç değil.
Beni ilgilendiren Rıza Nurun S. kısaltmasıyla adını verdiği, bu Romanya asıllı insanın, Ataput tarafından önce Ziraat Vekili müsteşarı, sonra Novoroski (Rus adıyla Novorossiysk) veya Novorossisk şehri konsolosluğuna getirilmesidir. Önce Rıza Nurdan bu kişiyi ve ilişkiyi tanıyalım. Rıza nurdan tanıdığımız aslında açıksözlü ve argolu bazı kelimeleri ve Ataputla ilgili kelimeleri yumuşatarak veya sansürleyerek vermek zorundayım. Bana Kemalistler veya hukuk insanları kızmasın, benim kelimelerim değildir. şunuda belirtelim Rıza Nurun hatıratını hiçbir tarihçi karşı hakikat ve olaylar sunarak yalan olduğunu şimdiye kadar ispatlayamadı.
"Mustafa Kemal Ziraat mektebinden istasyon binasına göç etti. Artık binası orası. Ankarada S.adında biri var. Romanyalı bir müslüman zabıt imiş, harbi umumide Bükreşe giden ordumuza iltihak etmiş, imiş. Yanında güzelce bir karı da var. Zevcem diyor. Kadın Macar imiş. Akşamdan sabaha kadar istasyon binasında vur patlasın çal oynasın gidiyor. Hatta haremi ile Mustafa Kemalin yanına yerleşmiş beraber içiyorlar, oynuyorlar, bağırıyorlar. Bari kör olasılar, pencereleri kapatın! Hayır pencerler fora. Halk geceleri evin etrafına toplanıp rezaleti seyrediyor. işret ve şehvetin türlü çığlık ve nefeslerini dinliyorlar. Halkda, mebuslarda bir dedikodudur koptu. Birbirimize derd yanan birkaç kişi bizim de ödümüz koptu. Halk bizi dinsizler, ahlaksızlar diye kesecek. Bazıları bana şu adama söyle de yapmasınlar dedi. Düşündüm, dedim: "ismet'in bu adama söz anlatması mümkündür. ona söyleyeyim de nasihat etsin. Milli davaya zarar verebilir birşey olduğunu, bu esnada bunlardan sakınılmak lüzumunu söylesin. Hiç olmazsa bu işler gizli kapaklı yapılsın." ismeti buldum. Derd yanıp, kemâli safiyetle anlattım.Birden hiç ummadığım bir cevap aldım. ismet kızdı. Sert bir tavır aldı. Ben de Mustafa Kemâl'e kızdı zannettimdi. Meüerse bana kızmış imiş. Herkesin s.k.nin kahyası mıyız? Yapar ya. Yapsın.Herkese ne oluyor? dedi. Ben bönledim. ismet'i saf bir adam sanarken içinden kurulu, dürüst olmayan biri olduğu fikrine vardım. Çünkü şikâyete akan sular durur. Tamamıyla makul ve benim fikrimde olması lâzımdı: Zannımca yaranmak için ismet hemen ona gitmiş, benimle olan muhavereyi de anlatmış, teveccüh kazanmıştır. Bir Erkân-ı Harbiye Reisinin hükümet reisine adeta böyle endirekt p..z..nklik edeceğini zannetmezdim. Vay halimize!...Bakalım!..."
"Arası birkaç gün geçti; Bir de (S.)nin Ziraat Vekaleti müsteşarlığına tayin edildiğini öğrenmeyeyim mi? Al sana işte!... Sen misin rezaletin önünü almak isteyen?... Düşündüm, demek biz burada vatan için falan çalışmıyoruz. Bir ağanın mevkiine, zevkine, fuhşuna âletiz. Vatan için güya hükümet kurduk. Daha ilk gününde başa gelen adam birinin karısını d...yor, buna mükafaten de kocasını yekten müsteşarlıkla çırağ buyuruyor.Padişahlar cariye d...er, onları kocaya verirlerdi. Bu kocasının gözü önünde karsını d...yor. Hiç olmazsa onlar kızı bir nefere verip, onu mülâzım(teğmen) yaparlardı. Bu yekten(hemen,birdenbire) müsteşar yapıyor. Bâri malûmatli, zeki, bir p..z..nk olsa yine neyse. Adam kıtlığı diyelim. O da değil... şeytanlar tepeme çıktı. Gittim. Mustafa Kemale bunun tayin münasebetini sordum. Cehlini, bu işten anlamayacağını söyledim. Bana ne cevap verse beğenirsiniz. Romanyada çiftliği var. Mükemmel(çiftçilik) yapar. Mütehassıstır. Alâ! Alâ! Her yerde, herkese ve kendisine söylendi. "S.nin şu tarzla müsteşarlığına tahammül edemeyiz; azlolunacak" dedik Beyse muvaffak olup azlettirdik: Herif ve kadın kayboldular, fakat p..z..nk kıymetli bir şahıstır, mühim sanat görmüştür, sokağa atılabilir mi? Mustafa Kemâl onu Novoroski'ye konsolos tayin edip (Rusyaya) göndermiş imiş. Muhterem reisimizin bir huyu vardır: çok kadın sever; fakat bir kadını çok sevmez. Çabuk değiştirir. Çeşnicibaşıdır, demek. Artık bıkılmış, gönderildi. Suyu içilmiş, posası atıldı. Zaten beni sevmeyen Reis, yahya Galip işinde de bana kızmıştı. Tabiî bunda da pek kızmıştır. Beni başına bela aldı demektir. (S.)ı takib edelim. ikinci defa Rusyaya gidişimde Batum'a çıktım. Ahvalden malûmat almak için oradaki Türklerden, müslüman Gürcülerden birkaç kişi topladım. Bu arada (S.)nin de hâlâ orada konsolos olduğunu, türlü hırsızlıklar, irtikâb ve ticaret yaptığını, mühim bir servet peyda ettiğini söylediler. Bir takım işlerde ortaklık ettiği, sonrada da onlara oyun ettiği, adamları da şahit olarak getirdiler. Benim bir vazifem de Rusyadaki sefarethane ile şehbenderliklerimizi teftiş etmekti: Novoroski'ye çıktım. (S.) beni hanesine misafir etti.Baktım, pek güzel halıları ve karısının kulağında fındık kadar pırlantalar var. ertesi günü tuhaf bir şey oldu. Akşam yemek yedikten sonra karısı odadan çıktı ve durup dururken (S) dedi ki: "Kusura bakmayınız, refikamın aybaşısı var. " şaşaladım. Neye hamledeceğimi epeyce zaman kestiremedim. "Galiba karımı koynuna koyamadım. çünkü mazereti var" demek istiyordu. Böylesi de görülmemiştir bile. Dünyada zannımca hiçbir koca misafirie böyle bir mazeret beyan etmemiştir.
Rusya'dan dönüşümde Heyet-i Vekilede (S.)ın suistimalini anlattım. "Azli lazımdır" dedim. Hariciye Vekili Yusuf Kemâl idi. Heyet-i vekile azline karar verdi. Yusuf Kemâl de "Azlederim" dedi. Fakat azletmedi. Biraz sonra teşehhüd miktarı hariciyeye ben vekalet ettim. Hemen (S.)i elimle yazarak azlettim. (S.) Ankaraya geldi. Aleyhimde gazete çıkaracağını, beni sokağa dökeceğini, öldüreceğini söyledi. Bana da böyle haber yolladı. Dedim: "söylemek marifet değil, yapmak marifet" Bir müddet üzerimde dolaştı. Sonra kayboldu. Ankaradan gidip sesini kesti. Nevalesini(azığını) düzmüştü(alacağını almıştı). Daha ne yapacak?!..işte devlet işinde dürüst oldunmu böyle şeyler de başına geliyor. Adamı ölümle bile tehdit ediyorlar.
Rıza Nur yanında 2 kişilik heyetle Moskovaya 2.gidişinde 16 Mart 1921'de bir anlaşma imzalamış ve bu Rusya seyahatinde vazifesi olan Konsolosluklarının durumunu tetkik etmekmiş. Novorosiskideki Türk konsolosluğuna uğramış ve Ataputun adamını teftiş etmiş. Bu adı bilinmeyen kişi ki, hatıratta bile tam adı verilmemiş ve kısaltma ile yazılmış, tarihten silinen bir kişi. izi hiçbir yerde yok. Ataput istasyon binasındayken yani 1921 senesinde S. ismindeki Romanya asıllı kişiyi Ziraat vekili yapmış. Adı geçmiyor. internette Novoroski konsolosu 1921 arıyorsunuz ismi yok. Kemalistlerce ve devletce güzel üstü örtülmüş ve kapatılmış. Kim acaba? Nasıl olurda koskocaman Ziraat vekilinin ismi geçmez. Geçemez çünkü Ataputa dokunuruz.
Rıza Nurun verdiği bu olay aslında koskocaman bir SKANDAL. Fakat kime anlatıyorsunuz, kim araştıracak, kim dinleyecek. Tam tersi oluyor. şimdi benim hakkımda neler söylendiğini ben tahmin ediyorum. Bana cahiller tarafından veya yazdıklarımı okuyupta yinede kabullenemeyen zırdeli Kemalistlerin hangi küfürler ettiğini hissedebiliyorum. Aslında hiçbir ulaşım bilgisi vermememin bir sebebide işte bu. Beyinleri Kemalizmle yıllarca uyutulmuş, celladına aşık bir milletten uzak kalmak isterim. Bana hak veren, geçmişini araştıranlara ne âlâ. Onlarla da temas kurmam zaten gerekmez. Daha nice SKANDALLAR varda biz bilmiyoruz.
--------------------------------------------------------------------------------
Fesli Deli, 01.12.2012 tarihinde Osmanlılar ilim ve irfan vakfındaki konuşmasında ismet inönünüyle Ataputun arasının açılmasının ilk sebebini şöyle açıklar.
Mustafa kemal hindistandan gelen parayı şahsına almıştı. Bu paradan maaş vererek bazı adamları şahsi istihbaratında kullanıyordu. Mesela Cemal Kutay Mustafa kemalin şahsına bağlı istihbaratta çalışan biriydi. Ulusdayken. Yakub Kadri Karaosmanoğlu "politikadki 45 yıl" adlı eserinde -o da Ulusta başyazarlık yapmış adamdır-, bu ekibin başına gelenleri yazmıştır. Mustafa kemal bu ekibi kullanmakta iken, bir hadise olmuş ve hadise dolayısyle ismet paşayla arası açılmıştır. ismet paşaya bir milletvekili geldi ismet paşaya başvekilken şikayette bulundu. (Milletvekilinin sözleri şunlar:) "Bu Gazi paşa memleketi kurtardı. Ne isterse yapsın. Hiç bir diyeceğimiz yok.Yanlız bizim karımızdan kızımıza el uzatmasın." "Hayırdır ne oldu." diye Yakub Kadri soruyor. Milletvekili : "Akşam geldiler, yaverler "Gazi paşa istiyor" diye benim kızları evden alıp götürdüler. şu vakit oldu kızlar dönmedi. Anası ağlayıp duruyor. Yani bir milletvekilin karısına mı sıra geldi. Kiminle isterse eğlensin, bir diyeceğimiz yok ama doğru değil". Ismet yel yepelek Kemal paşanın huzuruna çıkar. Ve derki bunu Yakup Kadri Karaosmanoğlu anlatıyor. "Paşam sen bu vatanı kurtardın. Aslansın kaplansın ne istersen yap. Ama arkdaşamızın karısına kızına el uzatma". Hayırdır ne oldu?. Anlatır milletvekilinin söylediğini. "Hayır ben böyle bir şey yapmadım".ismet inönü Ataputa cevaben: "Olurmu Yaver cevat Abbas gelmiş. Kızlarını almış, milletvekili geldi şikayet etti." "Gel buraya Cevat Abbbas, ben size böyle bir şey dedimmi? " Cevat Abbas: "Paşam sarhoştunuz ne söylediğinizi bilmeyebilirsiniz. Bize emrettiniz." Ataputun cevabı: "Canım ne var bunda getirttiksek getirttik" diyor Bunun üzerine ismet paşa diyorki: "paşam, rakı masasından devlet idare edilmez." (Ataput hiddetlenerek) "Sen kimsin bana bunu söyleyen, defol."diyor. Aralarının açılmasının ilk sebebi budur.
Yakub kadrinin 45 yıl politika adlı kitabının 1984 yılındaki 2.baskısında bu olay verilmemiş ve sansürlenmiş. Olay Ağustos 1932de meydana gelmiş. ismet inönünün Heybeliadaya gitmesinin sebebi ise yaz tatilini orada geçirmek istemesi olarak veriliyor. ilk baskısı olan 1968de herhalde bu olay sansürlenmemiş bir halde basılmış.
Fesli Delinin delilsiz ve vesikasız hiç bir şey ortaya sürmediğini ve konuşmadığını biliyoruz. Bu gibi olaylar üzerine tabiiki benim yorumum yoktur. Yorumu size bırakyorum.
--------------------------------------------------------------------------------
Cemal Granda'nın hâtıralarından aktaralım. Yine yorumsuz. Ataput Beylerbeyi sarayında içkili eğlence düzenler. şişli sosyetesinden 10 kadın bu eğlenceye katılır. Makyajlı oldukları için Ataput bu kadınlara makyajlarını silmelerini emreder. Eğer diktatör iseniz her şeye kadirsinizdir. şimdiki zamana veya eski zamanlarla eğer karşılaştırırsanız, hangi devlet adamı misafirlerine emir vererek nasıl giyineceklerini, kadınların nasıl makyaj yapıp yapamayacaklarını belirler. Dediğim gibi eğer diktatör iseniz her şeye kâdirsinizdir. Sonra boyalarını silen sosyeteye ait kadınlar soyunmuşlar ve havuza girmişler. Normalde şöyle düşünürsünüz sosyete kadınları çoğu yerde söz sahibi, gururlu insanlardır. makyajlarını silmelerini, protesto etmemelerini bir dereceye kadar anlıyorum, fakat neden soyunuyorlar? Yorum yok. istediğiniz yorumu kendiniz yapın. Ben sadece aktarıyorum.
.....yanında güzel kadın görmediğimizi söylersem haksızlık etmemiş olurum. Oniki yıl içinde bunlar gördüğüm kadınların en güzelleriydi.
Hep beraber içeriye girip , hazırlanmış olan sofraya oturdular . Yemekler yendi, içkiler içildi. Konuşuldu, gülündü . Misafirler sabah saat beşe doğru motorlarla ayrıldılar .
Başka bir gün Beylerbeyi Sarayı'nda yine böyle bir toplant ı oldu . Meclis oldukça kalabalıktı. Ses ve saz sanatçıları, müzisiyenler de konuklar arasındaydı. Meclis Başkan ı Kâzım Özalp, Millî Eğitim Bakanı Vasıf Çınar başta geliyorlardı.
şişli sosyetesinden toplanmış on kadın toplantıya çeşit katıyordu. Gerçi genç, güzel denemez , fakat olgun kadınlardı . Çok pahalı ve şık giyinmişler, boyanmışlardı. Kadın konusunda biraz kıskanç olan Atatürk, kadınların tırnaklarının bile boyanmasını hoş kârşılamazdı. Boyalı kadın gördümü, boyalarını sildirir, yıkanmalarını ister, "Olduğu gibi görünün... " derdi .
Bunlarada aynı şeyi yaptı. Kadınlar boyalarını sildikten sonra soyundular. Sıcak bir Ağustos gecesiydi. Beylerbey i Sarayı'nın beyaz mermerleri üzerinde yürüyerek salonun ortasındaki göz kamaştıran havuza girdiler. Atatürk kadınların yürüyüşüne dikkatle bakıyordu . Bu eğlence saatlerce sürdü.
Bir yanda Cumhurbaşkanlığı Orkestrası , bir yanda alaturka müzik.. . Bağdaşırmı, bağdaşmazmı, onu bilmem ama, o gece aynı çatı altındaydılar. Her zaman gelen sazendeler arasında Deniz Kızı Eftelya, Safiye Aylâ, Nubar Tekyay, Selâhattin Pınar, Hafız Yaşar bulunuyordu .
Yaz süresince her akşam bu toplantılar yapıldı. Sofrada misafirlerin sayısı ise yirmiden hiç aşağı düşmedi...
Dikkat ederseniz Ataput yanlız değil, Millet Meclisi başkanı Kazım Özalp, milli eğitim Bakanı Vasıf Çınar da misafirler arasında bulunuyormuş ve bu çıplak kadınları seyretmişlermiş. Bu olay şu andaki hükümet adamları zamanında olsa ne olurdu? Bırakalım şimdiki zamanı Ecevit, Baykal, Özal zamanındaki hükümetlerde meclis başkanı, Cumhurbaşkanı 10 tane sosyete kadınını çıplakken seyretse ne olurdu? Peki Ataput zamanında neden hiçbir şey olmuyor. Diktatörlük olmasın? Başlığıma bakarsanız başlık Ataputla ilgili şahsi olaylar idi. Peki bu olay şahsi bir olaymı? şahsi bir olay olamaz, çünkü sanki bir hükümet kabinesi toplantısı. Cemal Grandanın dediğine göre misafirlerin sayısı 20den aşağıya hiç inmezmiş. Peki Ataputun misafiri olan devlet adamlarının, bakanların, gazetecilerin bu çıplak kadınlara hiç itirazı olmamışmıdır diye hiç merak etmedinizmi? Bilmiyordunuzki merak edesiniz. Ataputun diktatörlüğünde hiçbir devlet adamı Ataputa karşı gıkını çıkaramamıştır. Zâten hükümetteki çoğu insanlar Ataputun gençlik yıllarından tanıdığı insanlar. Kendi adamları. Gördüğünüz gibi Ataput normal bir aile hayatı da hiç yaşamamıştır. Ataputumuzun gençlik yıllarını nasıl geçirdiğini hiç merak etmemişsinizdir. Neyse.
--------------------------------------------------------------------------------
Ataputun beraber olduğu kadınlarından bir tanesini burada tanıtalım.
Berlin'de 10 sene dans ve müzik tahsil eden rafet süreya hanım 1926'da 22 yaşındayken ataputun kadını olmuş ve 1 sene çankaya'da kalmıştır.
Ben hiçbir yorum yapmadan 3 kaynak aktarayım.
ilkönce bizzat kendisiyle yapılmış bir röportaj
Atatürk'ün meçhul sevgilisi
Onu, bugüne kadar kendine sakladığı anılarını ararken, içine gömüldüğü yalnızlıklar içinde bulduk. Tarihe mal olacak hayatı belleğinde ve belgelerinde taptaze, capcanlı duruyordu:
Rafet Süreya Iris Worley, 1926'dan ı927'ye kadar Atatürk'le birlikte olduğunu ilk kez Aktüel'e açıkladı. Işte, şimdiye kadar hiç ortaya çıkmamış, yaşadıklarını hiç duyurmamış sevgili, Rafet Süreya Hanım...
"Biz Berlin'deki Türk talebeleri parasız kaldık. Istanbul'a geldik. Maarife gittim. Dediler ki, Ankara'ya gitmeye mecbursunuz. Ben de gittim Ankara'ya. Maarif vekili çook, çok iyiydi, bize yardım etti."
"Atatürk'ü nasıl tanımıştınız" sorusuna taaş taraş olmuş saçlarının çevrelediği başını titreterek, böyle başladı. Ankara'ya, Maarif vekilinden Türk talebeleri için yardım istemeye gitmeden önce, tam 11 yıl Berlin'de müzik eğitimi görmüş. Almanca adı "Zeugnis Des Stern'schen Konservatoriums der Musik in Berlin" adlı okuldan mezun.
Istanbul'da Dame de Sion'un kapanması üzerine gittiği Berlin'den Türkiye'ye yaptığı bu ara dönüşün ona nasıl bir sürpriz hazırladığını o zaman asla düşünmemiş.
Ancak, hükümetten yardım istemek üzere Ankara'ya gelen masum bir öğrenci oluşu, Atatürk'ün bakışlarını üzerinde sabitleştiren sihirli tesadüfü de engelleyememiş:
"Ankara'ya gittim. Gazi dışarı çıkmış, Meclis-i Mebusan'a gidiyor. Ben de otelden, talebelerle geldim. Maarif vekiliyle görüşeceğim. Birden Gazi'yi gördüğüm gibi yanma; Gazi de şaşırdı. Resim var yanımda. Bizim beraber resmimiz var."
Süreya Hanım bu ilk karşılaşmayı anlatırken, evde ona yardımcı olan komşusuna "Beraber resmimiz var" diye andığı fotoğrafı aratıyor. Üst üste naylonlara, parşömen kâğıtlarına sarılı paketlerin içinden çeşitli boylarda fotoğraflar, yazılı evraklar dökülüyor. Süreya Hanım titreyen elleri ile masanın üzerine yayılan belgeleri daha da karıştırırken yaşlı ve ama keskinliğinden hiçbir şey yitirmemiş gözleri aradığını buluyor:
"Işte bakınız, bu ben, bana fotoğrafını imzalıyor."
ikiye kırılmış fotoğrafta Atatürk ve Süreya Hanım aynı kartın üzerine eğilmiş görünüyorlar. Karşılaştıkları ilk tesadüfi anın, tesadüfi belgesi bu. Bu karşılaşmayı bir gün sonranın gelişmeleri izliyor:
"Gâzi, nerdedir bu, demiş. Demişler ki, bu talebedir. Ankara'da, otelde bekliyor. Gece, otomobilini yolladı. şoförle beni dâvet etti. Öylelikle işte. Artık beni koyvermedi, bitti."
Süreya Hanım'ın "Bitti"den kastı, Atatürk'le 1926 yılından 1927 yılına kadar süren bir yıllık beraberliği yüzünden askıya aldığı talebeliği ve alıştığı Avrupa hayatı. Başlayan ise, genç bir ülkenin, dünyanın gözlerinin üstünde olduğu lideriyle birlikte yaşayan kadın olarak, bambaşka bir şey...
"Çok sevdi ama kıskananlar, karışanlar çok oldu. Masada, yemekte oturuyoruz. Dolu geliyorlar hep. Askerler de var. Birlikte masada oturuyoruz. Kimisi diyor ki, amaan evlenme sen bununla."
"Ben Avrupa'da yetiştiğim için öyle evlenme düşüncelerim yoktu. Çünkü Avrupa'da derler ki, aaa Türkler çok karı alır. Ben de derdim ki, Alman kadınları da çok koca alır! (esprisine kendi de gülüyor). Ben 22-23 yaşında bir şeydim. Latife Hanım'dan da uzaktı. Bizimki 1926'dan, 1927'ye kadar sürdü."
"Ben düşünmezdim ama etrafındakiler düşünüyor, söylüyorlar. Sakın evlenme, falan. Çünkü Latife Hanım'la da bozulmuştu ya. O zavallı kadın çok çekti, ben yoktum o zamanlar."
"Beni çok sevdi, çok kıskandılar, düşman oldular. Bir tanesi Âfet'ti. Talebeler çoktu o zaman. Isviçre'ye gidip lisan öğreneceklerdi. Bizi gönder, diye. Âfet beni tabii dehşetli kıskanıyor. Mesele orda başladı. Ordaymış, ancak bir ay evvel onunla da yatıp, kalkmış. Beni gördüğünde bıraktı. Gâyet tabii ki o kız dehşetli kıskandı. Genç bir kadın. Ağlamış, sızlamış. Duyduğum vakit acıdım. Çünkü benden evveldi. Gâyet tabiidir ki, kıskanıyor değil mi ya? Kabahat kimde? Gâzi'de. Çünkü ikimizi..."
"Bir tanesi çok çirkindi, ama akıllı kızdı. Tayyareci, tayyare ile uğraşan."
Atatürk'le yaşadığı bir yıllık beraberliği sırasında etrafında ne kadar çok kadın olduğuna dair hatıralar canlanıyor Süreya Hanım'ın anlattıklarında.
Yalnızca bunlar da değil. Önce Ankara'da, "Çankaya'da, pek güzel bir yer değildi" diye târif ettiği evde oturdukları, sonra Atatürk'ün kendisini Izmir'e götürdüğü ve târihle çakışan hâtıraları da:
"Onun üç tane defteri vardı. Fransızca yazılmış. Kendisinin yazdığı. Kâtibi Tevfik beye oku derdi. O, Fransızca bilmezdi. Bana verirdi, bak görüyor musun ne güzel okudu derdi. Işte kıskançlık çıkardı dehşetli."
"O Izmir'e gittiğimiz vakitte, Izmir'deki yolda öldürmek istemişler. Hemen büyük mahkeme oldu. Büyük paşaları Istanbul'dan oraya getirdiler. Hepsini mahkemeye çektiler."
"izmir'de birlikteydik. Kâtibi Resuhi vardı, yok yaver miydi? O da Latife Hanım'ın akrabası. Tabii o da onlara yardım etmek istedi değil mi ya? Onun için de onu buna,bunu ona kattı. Halbuki ben öyle şeyler bilmiyorum. Arkadaşlarımı bilirim. Balo, bunlara gidiyorum."
"Beni izmir'de okula yerleştirdi. O, filanca işim var diyip gidiyor. Dönüşte seni alırım, dedi. Mektep de akortlu piyano da yoktu. Daha her şeyi eksikti doğrusu. Yalnız bir müdire vardı, fena kadın değildi.
Titreyen uzun parmaklı, buruşuk derili elleri masanın üstünü yine kurcalıyor. Karmaşık yığından bir iki fotoğraf daha çekiştirip uzatıyor:
"Bakınız, bu Atatürk'le Izmir'de oturduğumuz vakitte bulunduğumuz devlet konağı." Parmağı ortada bir pencerede sabitleşiyor: "Bu da yatak odası!" Dinlediklerimi ve gördüklerimi belleğimde sıralamaya çalışıyorum ama nâfile!
Fotoğrafları bırakıp mürekkebi yayılmış bir telgrafı işaret ediyor bu kez: "Bu, Atatürk'ün telgrafı bana. Çünkü ayrılmıştım, Izmir'de bekliyordum, Telgraf yazmış." Bir başka fotoğraf daha geliyor: 15 kişili bir devlet erkanını belgeleyen fotoğrafın sol önünde Atatürk sağ ön tarafında da tek kadını olarak Süreya Hanım yürüyor Ve yapraklan dağılmaya yüz tutmuş küçük bir cep defteri de, Atatürk'ün el yazısı olduğunu söylediği eski Türkçe notları uzatıyor.
Süreya Hanım'ı, o âna kadar doğrudan soramadığım soruyla çekip çıkarıyorum belgelerin arasından:
Sevdiniz mi Atatürk'ü?
Evet ya da hayırla başlayabilecek bir cümle yerine", ama beni ağlattı" diye başlıyor. Sır kutusunda biraz daha derindeyiz, diye düşünüp dikkatli dinliyorum:
"Atatürk, maalesef çok içerdi. Sabaha kadar, sabah dördüne kadar içki içerdi, gelen arkadaşları durmadan masada kavga ederlerdi. Yalnız bir sefer yanımda bu, seni öldürür dediler. Benmişim öldürecek olan! Dediklerinde, kalktı, benim el çantam vardı; çantamın içine bakıyor, sakın beni öldürme, bende revolver var, dediğinde benim için bitmişti. Başladım ağlamaya dehşet ağlamaya. Ondan son da ne yapacağımı bilemedim'
Gönder beni Avrupa'ya, ben gitmek istiyorum, burada durmak istemiyorum, diye kalktım. Birden, gece saat dörtte yatmışız, sabahleyin telefon geliyor; Süreya Hanım, mahkemeye. Ne mahkemesi, ne diye? Niçin? Kalktım, giyindim. Arabasını hazırladılar. şoförü geldi önümüzden, beni zaptiye vekaletine götürdüler. Iki kişi demiş ki o yabancıdır, Almanya'dan geldi, belki Gâzi'yi öldürür. Öyle şey söylenir mi? Ankara'da oldu bunların hepsi. Böyle olunca, istemem ben dedim, kalmam burada. Ondan sonra beni yandaki yatak odasına götürdü. Ağlıyorum. Sonra birisini yanına aldı. Beni illâki göndersin dedim. Ismet Paşa beni çok barıştırmak istedi. Çok yardım etti. Ama bir defa ben Avrupa'da yetiştiğim için öyle alaturka şeylere alışamıyorum. Sen beni öldürürsün, dediği an bana çok ağır geldi."
65 yıl geçmiş. Süreya Hanım, yaşadığı anların kırgınlığı içinde anlatıyor. Kırış kırış yüzündeki iki ışıltı, yeşil gözler yaşlanıyor. Ama yaşların damlamamasından cesaret alıp ısrar ediyorum: Hiç güzel anlarınız olmadı mı?
"Güzel vakitler var ama o da akşamları ancak."
"Çok dans ederdi. Iki orkestra vardı, biri Türk. Durmadan, yemek odasında durmadan onlara çaldırırdı. Evde. Baloya giderdik. Benimle dans ederdi. Tangooo, vaaals..." Atatürk'le yaşadığı bir yılın hâtıralarını anlatırken, kendisine daha sonra Worley soyadını veren kocasını hatırlıyor. Atatürk'le birlikte olduğunu söylediği zamandan birkaç yıl sonra evlendiği ve "Benim için Gazi'den önemli" dediği Ingiliz eşinden, "Ruhtan anlardı, merhametli, çok hisliydi, şefkatliydi" diye sitayişle söz ediyor. Atatürk ile geçirdiği yıllarında da böyle duygular yaşayıp yaşamadığını soruyorum: "O, onu bilmezdi. O ancak yatakta, (kahkaha atıyor) O yataktan başka bir şey bilmezdi ki... Zaten aklıma bir dert de gelmezdi ki ona anlatayım. Yalnız, bana bağırdı mı çok kızardım."
Böyle küskün ve kızgın anlarından birinde çekip gitmeye karar veriyor Süreya Hanım:
"Bir vakitte, müdire haber verdi. Çabuk Süreya gelsin diye Bekir Çavuş'u yollamış. Araba gelmiş. Dedim ki, burada yokum. Gençlik işte, oradan (Izmir'den) Fransız vapuruna bindim. Paris'e gittim. Çünkü, çok çapkındı.
Ben Avrupa'da yetiştiğim için böyle şeylere alışkın değilim. Olmuyordu. Işte böyle Paris'e gittim. Sefarethaneye haber yollamış, Süreya dönsün diye. Ben 'Dönmem, üniversiteye gideceğim' dedim." Ve Süreya Hanım dönmemiş. Atatürk'ü terk eden kadın olarak bir başka hayata başlamış.
'Iki yıl felsefe okuduktan sonra üniversiteyi yarım bırakmış ama Chatelet adındaki dans mektebinde müziğin ve dansın dünyasına yeniden dönmüş. "Kontratlar yaptım, Hamburg'da, Beyrut'ta dans ettim. Dört kız bir orkestra, çook lüks seyahatler yaptık" dediği bu yeni hayatında başka bir erkekle, 20 yıl evli kalacağı George Worley ile tanışmış.
Büyük bir petrol şirketinin ırak'taki "müdürü umumisi" olan Worley ona, hâlâ hayatının en güzel anları olarak hatırladığı yıllar yaşatmış. Basra'da, portakal bahçeleri içinde, Chrysler marka otomobillerde, uşaklı, aşçılı, şoförlü, bahçevanlı, bol tayyare seyahatli ama danssız geçen o debdebe günlerinde, Süreya Hanım'ın başka bir kararlılığını görmek mümkün:
"Çocuklarla pek âlâkam yoktu, doğrusu, da bu. Kocam çok istedi, bir tane olsun derdi. Ama benim düşüncem başkaydı. Çünkü düşünüyordum, ya kocamdan ayrılırsam! Ya bir felâket gelirse! Onun için vücudum doğru dürüst dursun derdim."
Kocasının ölümünden sonra birkaç yılını Ingiltere'de geçiren Rafet Süreya Iris Worley, 1959 yılından bu yana Istanbul'da yaşıyor. Son olarak ablası ve yeğenini de yitiren yaşlı kadın, içine gömüldüğü yalnız dünyasında yaşadığı hayatın zenginliğini umursamıyor adeta. Yıllar yılı varlığını kimseye duyurmayan, bizimle konuşurken sık sık "Ben reklamdan hoşlanmam" diyen bu görmüş geçirmiş insan, şimdi başka dertlerle yüz yüze.
Yaşlılık ve yalnızlık günlerini rahat rahat geçirtebilecek serveti nedeniyle, dost bildiği bir tanıdığı onu oyuna getirmiş!
Bu yüzden o Kafkasya'da başlayan, Saray'da süren, Avrupa'da snoplaşan, bir liderin yanında fevrileşirken 20 yıllık bir eşle olgunlaşan hayatı şimdi çok gerilerde. Hâlâ târihe, müziğe ilgi duyabilmesine, hâlâ dört dilde okuyup yazmaktan zevk alabilmesine rağmen, bir süredir basit, gündelik, çok yüzlü şimdiki hayatın esiri...
Onu yalnız dünyasında bırakıp evinden ayrılırken yeniden görmeye geleceğimi söylüyorum ısrarla. Çünkü böyle bir sırrı bile asâletle saklayan bu insanın mahkemelerle, dâvâlarla bulutlanan bu günleri geçici.
Kalıcı olan ve fazlasını öğrenmeye can attığım ise, sır sandığının daha derinlerinde kalanlar. Onun yalnızca Atatürk'le birlikteliği değil, ötesinde, her bir ânı dolu dolu yaşanmış hayatı...
(Neyyire Özkan Röportajı, "Atatürk'ün meçhul sevgilisi", Aktüel Dergisi, 19 Eylül 1991, Sayı:11, Sayfa 18-24)
Burada takdiri şayan edilecek şey Ataputun sevgilisini kendisine süikast yapma planlamasıyla suçlamasıdır. Bu süikast bilinen uydurulan izmir süiskastıdır. Ataputun millete devrimlerle yaptığı zulümden dolayı Ataputun sadece milletten korkması değil, beraber olduğu kadından bile şüphe etmesi ve korkması ortadadır. çankaya silahşörlerini devamlı yanında bulundurması bile bu korkusunu dindirmemiştir.
--------------------------------------------------------------------------------
Rafet Süreya ile ilgili Rıza Nurun hâtıratından bir alıntı
"Bu işler saymakla bitmez… Binbir gece masalları, Venüs Mabedi hikayeleridir. Fuhşun her nev'i icra edilir. Mum söndürmeleri yapılır. Hepsi olur. Hepsini yazmak uzun ve çirkin…
Çankaya Fuhuş Tiyatrosunda böyle gelip giden müteharrik artistler olduğu gibi yirmi-otuz da temelli, seçme genç kız ve kadın var. Bunların bir kısmına evladlığım (!) diyor. Bir tanesi pek meşhur. Almanya'da dans tahsil etmiş bir kız. Ortalığa yaydıkları : Mustafa Kemal'e
ve avanesine dans hocalığı ediyormuş!.. Sonra bunu da Avrupaya yolladı.. Avdetinde gözden düştü. Bu adam eğlendikten sonra Avrupaya yolluyor.
Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım (Paris 1929), Altındağ Yayınları, ıstanbul 1967, cild 4, sayfa 1362.
--------------------------------------------------------------------------------
Son olarak Fahrettin Altay'ın hâtıratından bir alıntı
"Akşam Çankaya'ya döndüğümde Atatürk'ü sofrada buldum. Karşısında ınönü oturuyordu. Kendi sağına da Konya Kız Öğretmen Mektebi müdiresi Saadet hanım, solunda isminin Refet Süreyya olduğunu öğrendiğim bir bayan oturuyordu. ınönü'nün sağında Afet Hanım, solunda S. Hanım bulunuyor. Diğer misafirler şükrü Kaya, Ruşen Eşref, Ali Cenani, Rasim Ferit ve Tevfik Beyler. Gazi konuşuyor sanattan bahsediyor, herkes dinliyor. Bir ara kalktı müziğe vals çaldırdı. Refet Süreyya Hanım'ı dansa kaldırdı. Bu dün akşam bahsi geçen artistmiş. Danstan sonra biraz oturulup içildi, artist bayan bir paravanın arkasında soyundu çıplak denecek bir halde ortaya çıktı açık sarı ince ipekli bir mayo ve tül bir gömlekle serpanten danslar Hindistan oyunları yaptı. Almanya'da 9 sene bulunmuş bu marifetleri öğrenmiş. 30 yaşlarında dolgunca etli, bacaklarındaki mor mor lekeler morfinoman olmak ihtimalini gösteriyor. Yemek neşeli geçiyor, içiliyor, konuşuluyor, alkışlar yapılıyor, arada bir hep birden dans ediliyor. Atatürk Afet hanımla da dans etti. Bu zarif genç pembe ipekli dekolte tuvaleti ve güzel endamı ile göze çarpıyordu. Atatürk bu gece pek neşeli, kimseye laf vermiyor hep kendisi anlatıyor bazen sazendelerle beraber şarkı söylüyor ve onları kendisi sürüklüyordu. şarkı söylerken bile hanendelerin kendisine takaddüm etmesine meydan vermiyor. Rumeli havalarından pek hoşlanıyor "şahane gözler" türküsü tekrar tekrar söyleniyor, bununla beraber bu eğlenceler arasında kendi kibarlığından, vakarından bir şey kaybetmiyor, arada bir misafirlerimin neşesi benim de neşemdir diyor. Bir ara eskiden yazdığı bir hatıra defteri getirtti. 1918'de Karlsbat'ta Fransızca yazmış. Bundan birkaç sayfayı Ruşen Eşref'e okuttu, Türkçeye çevirtti. Bir şatoda güzel bir dansözle nasıl görüştüğünü onunla çeşitli danslarını açık açık yazmış. Ruşen de uzun boyu gibi yüksek sesi ile bunları ballandıra ballandıra şairane bir eda ile okudu. ılk gördüğüm bu genç ve güçlü şairden pek hoşlandım. ınönü az içiyor, kendisini güzel idare ediyor. Atatürk bir ara çıplak dansözle dans etmesini ınönü'ye teklif etti, o kendisine mahsus bir incelikle işi geçiştirdi."
Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş Ve Sonrası, Eylem Yayınları, Ankara 2008, sayfa 406, 407.
--------------------------------------------------------------------------------
Ataputun yanında devamlı bulundurduğu milletvekillerinden meydana gelen tabancalı 12 silahşörden bahsetmiştim. Bu çok bilinen bir bahisdir. Rıza Nur dahi birçok kişinin hatıratında bundan bahsedilmektedir. Hatta Ataputun bizzat kendisi "ben bu aşağılık, basit insanları güvenliğim için besliyorum" şeklinde ifâde belirtmiştir. Yukarıdaki alıntıda Salih Bozok ve avânesinin Mübarek Bey'in kızının dâmâdını, karısını dansettirmek istemediği için dövdükleri geçmiştir. Bu kişiler çankaya silahşörleri, çankaya içki masası müdâvinleri olarak da tanınır. Rıza Nur'un kitabını açmışken bu kişilerin târifini onun ağzından verelim:
"Demek Mustafa Kemal'in ödü kopuyordu ve vurulacağından hep korkuyordu. Başlıca korkusu Halid'in kendisini vurması idi. Hani o nutuklarında, yazılarında milletin baştan başa kendisini sevdiğini milletin icraatından ve kendisinden memnun olduğunu söyleyen adam nerde? Bu nerde?... Demek milletten korkuyor, kabahatini biliyor, hakikat de böyle. Zâten Meclis(büyük millet meclisi) serbest olsa, onu bir gün durdurmazdı. Millet fırsat bulsa onu derhal parçalardı. Zâten millî hareket(kurtuluş savaşı) zamânından beri gideceği yolları polis ve askerle muhafaza altına aldırır öyle geçerdi. Bu silâhşor muhafız meb'uslara(milletvekillerine), bizim arkadaşlar "onikiler" adını koydular. Bunlar hâlâ Mustafa Kemal'in muhafızları, yâni tüfekçileridir. Abdülhamid bunları Arnavut eşkiyasından yapardı. Bununkiler de Türk değil."
Rıza Nur Hayat ve Hatıratım 4.Cild sayfa 1366
Aynı sayfada Ataputun başka bir kadınla ilişkisini Rıza Nur şöyle anlatır:
"Âsaf adında bir dönme ile bunun bir kızı ve karısı varmış,
Asaf bu karı ve kızını Mustafa Kemal'e takdim etmiş. Derken
Ankara şehremini(belediye başkanı) oldu. Yine meb'uslara alay, eğlence çıktı.
Asaf derhal çoluk çocuğu ile Avrupa'ya tetkik(inceleme) seyahatine çıktı. Canım, Haydar dün daha bu seyahati yapmıştı.
Artık tetkike ne lüzum vardı. Hayır... Maksat gezip tozmak, bir miktar
da cebe para indirmek. Paris'e geldikten sonra işittim. Asaf
gezip keşfetmiş, dönmüş. Bunun için Ankara Belediyesinden
kimbilir elli bin lira mı aldı?!. Sonra da meb'usluğa çırağ çıkarıl-
dı. Âsaf'ı karısının ilk elinden alınması şöyle olmuş: Bir gece
Âsaf kızı ve karısıyla Çankaya'ya çağırılmış, içirilmiş, sonra
(sadece Asaf bey) otomobile konup evine gönderilmiş. Kızı ve karısı Çankaya'da kalmış. Âsaf yolda bir düziye şoföre "dön, beni Çankaya'ya
götür" demiş; o da "bana emir öyle, seni evine bırakacağım"
dermiş. Bu şoför Konya'lı ıhsan'dır. Usûl bildiğimiz, usûl. Bunu ıhsan'dan dinledim, işi idare eden Mustafa Kemal in yaveri Rasuhi.
Demek bu kerhanede meb'us Nuri, yaver Rasuhi gibi adamlar var. Daima böyle karı dolabı düşünüyor ve tuzağa düşürüyorlar.
Nuri denilen kişi Nuri Conkerdir, Cevat Abbas, Recep Zühtü gibi 12 silahşörlerdendir.
Internette genel bilgi olarak milletvekili Asaf hakkında şu bilgiler var:
Süleyman Asaf Ilbay (d. 1882, Selanik, Osmanlı Imparatorluğu - ö. 13 Ocak 1957), Türk siyasetçi. Hendese-i Mülkiye-i şahane Mektebi mezunudur. şehremaneti Heyeti Fenniye(Belediye fen işleri müdürlüğü) 3.ve 2. şube Mühendisliği, Ankara Turuk ve Maabir Müfettiş Muavinliği, Aydın-Konya-Adana-Adalar Müfettiş Yardımcılığı, Hüdâvendigâr-Aydın-Çanakkale-Balıkesir Müfettiş Yardımcılığı, Bitlis Nafıa Başmühendisliği, Halep Belediye Başkanlığı, 4. Çöl Ordusu Başmühendisliği, Bayındırlık Vekâleti Bayındırlık Umum Müdür Yardımcılığı, Konya Ovası Irva ve Iska Işletme Müdürlüğü, Bayındırlık Umum Müdürlüğü, Ankara şehreminiliği(belediye başkanlığı), TBMM ııı. Dönem (Ara Seçim) Bilecik Milletvekilliği yapmıştı. Harp Madalyası sahibiydi. Evli ve beş çocuk babasıydı
Bahsi geçen olaya benzer Asaf Beyle ilgili bir olayı Ataputun uşağı Cemal Granda şöyle anlatır:
Cemal Granda, Atatürkün uşağının gizli defteri, Sayfa 162
Adalı Ayşe Hanı
Çankaya Köşkünde yine bir akşam ziyafeti... Istanbul sosyetesinin tanınmış kişilerinden Adalı Ayşe Hanım ve eşi Asaf bey de konuklar arasında bulunuyordu. Saat gecenin ikisine yaklaşmıştı. Pistteki çiftler azaldığı bir sıra Atatürk, Ayşe Hanımı dansa kaldırdı. Hatırımda kaldığına göre bir vals çalıyordu. Ayşe Hanımın eşi Asaf Beyin bir ara elinde tabancayla
ayağa kalkmak istediği görüldü. Medenî Kanun
çoktan alınmıştı. Türkiye, çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek için dev adımlarla ilerliyordu. Batının bütün yeniliklerini benimsiyorduk. Danstan tabii bir şey var mıydı? Üstelik Adalı Ayşe Hanım ve
eşi de sosyeteden gelmeydiler. Asaf Beyin
tabancasının Atatürk'ü hedef tutacağını hiç sanmıyorum.
Onun olsa olsa sarhoşluğun etkisiyle bu tabancayı
çekmiş olduğu düşünülebilir. Fakat daha ayağa kalkmadan yanında bulunan Sinop milletvekili Recep Zühtü'nün onu bir yumrukta yere sermesi bir oldu. Recep Zühtü, Asaf Beyin elindeki küçük tabancayı bana verdi. Ben de sofra dağıldıktan sonrabaşyaver Celal Beye götürdüm. Atatürk'ün bütün bunlardan haberi yoktu. Dansını
bitirdikten sonra konukların yanına oturmuştu. Durumu
ancak ertesi günü akşam sofrasında Atatürk'e anlattılar.
Kızacağını sanıyorduk. Gülerek: - Yâhu ne var
bunda çekinecek. Adamcağız keyfe gelmiş,
canı tabanca atmak istemiş... Diye cevap verdi.
Ataputun uşağından Batıdan alınan dans türleriyle dans etmenin çağdaş uygarlık düzeyine yükselmek olduğunu okudunuz. Fakat Cemal Granda zaten italyan asıllı bir kişidir ve bu Batı görüşleri onun için normal sayılabilir. Fakat bütün hükümet memurlarının ve devlet adamlarının görüşü istisnasız böyledir. Zamanında Batı kültürü (yani dansı,müziği,hayat biçimi, vs.) çağdaşlık olarak görülür, Osmanlı, Türk, islam gelenekleri, kültürü yobazlık olarak görülürdü. Cemal Grandayla sınırlı bir zihniyet değildi. Bu zihniyet Ataputla başlamışda değildi, Jöntürklerden gelerek devam eden bir devirdi. Fakat Osmanlı düşmanlığı, Batı deliliği Ataputla zirve yaptı. Her neyse.
Bu olaya yorum yok. Sadece siz okuyucumun bu olay üzerine kendinize birkaç soru sormanızı dilerim.
-Bu olay Asaf beyin kıskançlığımıydı?
-Öldürme teşebbüsümüydü?
-Ataputa özenip havaya kurşun sıkma isteğimiydi?
-Yanlış anlaşılmamıydı, yâni belki tabancası belini sıktı, gevşetmekmi istedi?
-Belki tabancasını temizlemekmi istedi?
Son soruyu Kemalistler için îcat ettim, onlar gerçi böylesi soruları bulmakta ustalar. Hatta Kemalistlerin bazıları "acaba o tabanca ödünçmüydü, balodaki birisinden aldı, geri vermekmi istedi" gibi soruda bulunabilir yâni. insanın hayal gücü güçlüdür. Meçhul olan şey Asaf Beyin bu olaydan sonra Ataputun nasıl bir tepkisiyle karşılaşmış olması.
--------------------------------------------------------------------------------
şimdi Ataput tabanca atmaktan bahsedince aklıma başka bir kadın geldi. Zamanının ünlü şarkıcı kadınlarının neredeyse hepsi eğlence için Ataputun yanına çağırılırdı. Gelmezlerse zorla getirilirdi. Bu şarkıcı kadın davet edildiği zaman Dolmabahçe sarayında şarkı söylerken Ataput tabanca çekerek etrafına kurşun sıkarmış, söylediğine göre sarayda duvarlar ve tavan kurşun izleriyle doluymuş o zaman. Herhalde Ataput Asaf Beyin (Süleyman Asaf Ilbay'ın) tabanca çekmesini kendi alışkanlığına benzetmiş diyelim ve fazla yorum yapmadan bu şarkıcı kadını verelim:
2000 yılında bir yudum insan adlı belgeselde şarkıcı Müzeyyen Senar Ataputla olan hatıralarından bazılarını anlatır:
"Sert bir yüzü vardı. Mavi gözleri vardı. Kıvrık kaşları vardı. Ama ben 18 yaşındaydım. 1936'da. Titriyordum. Beni yolladı. Banyoya yolladı. Saçımı kestirdi. Demek ki o devrin modern bir kızı istedi beni. Bir de siyah kaplı bir defterim vardı. Radyodan. Onu aldı."
1936'dan sonra Müzeyyen Senar Atatürk için birkaç kez şarkı söylemişti. "(1937 yılında Bursa'da) Belediye Sarayı, oranın açılışı vardı. Oradaydık. beni dansa kaldırdı. E, ben bilmiyorum dans. Kalktık oturduk ama nasıl, ölmedim." "Saraya gittik. Bir masa ki ucu yok, ucu bucağı yok. Başta, burada oturuyor. Beni de buraya oturttular. Ben istiyorum ki sazımın yanına gideyim. Atatürk burada, ben burada… Bir de siyah defterim var, radyo defterim, o da koltuğumda. Ama ne haldeyim, nasılım bilmiyorum, ne var arkamda, ne entarim ne bir şey, hiç bilmiyorum. Oturdum, defteri aldı elimden. "Bey'i takip et." dedi bana. Bey gitti ben gittim, bey gitti ben gittim. Bir hamama girdik, siyah bir banyoya girdik. Ağlıyorum hüngür hüngür, beni ne yapacaksınız diye. "Ağlama kızım, ağlama kızım.". Saçımı kesti. Kesti, kesti, kesti… A La Garson modası var. Derken kocam geldi. O da şey vardır, hani böyle vardır ya, aldı. (Ataput) Ona da bıyığını kes demiş, O da bıyıklarını kesti. Ikimiz böyle tir tir titreyerek bir gittik (Ataputun) baş ucuna. "Hah" dedi, "Hadi öpüşün şimdi." dedi. Öpüştük, "Sen çık." dedi. Adamı(kocam 1936'dan sonra Müzeyyen Senar Atatürk için birkaç kez şarkı söylemişti. "(1937 yılında Bursa'da) Belediye Sarayı, oranın açılışı vardı. Oradaydık. beni dansa kaldırdı. E, ben bilmiyorum dans. Kalktık oturduk ama nasıl, ölmedim." "Saraya gittik. Bir masa ki ucu yok, ucu bucağı yok. Başta, burada oturuyor. Beni de buraya oturttular. Ben istiyorum ki sazımın yanına gideyim. Atatürk burada, ben burada… Bir de siyah defterim var, radyo defterim, o da koltuğumda. Ama ne haldeyim, nasılım bilmiyorum, ne var arkamda, ne entarim ne bir şey, hiç bilmiyorum. Oturdum, defteri aldı elimden. "Bey'i takip et." dedi bana. Bey gitti ben gittim, bey gitti ben gittim. Bir hamama girdik, siyah bir banyoya girdik. Ağlıyorum hüngür hüngür, beni ne yapacaksınız diye. "Ağlama kızım, ağlama kızım.". Saçımı kesti. Kesti, kesti, kesti… A La Garson modası var. Derken kocam geldi. O da şey vardır, hani böyle vardır ya, aldı. (Ataput) Ona da bıyığını kes demiş, O da bıyıklarını kesti. Ikimiz böyle tir tir titreyerek bir gittik (Ataputun) baş ucuna. "Hah" dedi, "Hadi öpüşün şimdi." dedi. Öpüştük, "Sen çık." dedi. Adamı(kocamı) kovaladı, almıyor içeri. Oturduk. O defteri karıştırmış. (Defterimdeki bir şarkının sözlerini bulmuş) Cânâ râkibi buldu, köşküm var deryaya karşı buldu, Rumeli türküleri(ni) bulmuş. Oku Allah oku(şarkıyı söylüyorum). Ama saz yok, sazı görmüyorum. Ben burada, saz taa uzakta. Nasıl titriyorum. Gazel yaprağı gibi böyle. Bütün o Kılıç Ali'ler, şunlar bunlar dolu, dolu insanlar büyük masa."
Rakı masası müdavinleri yâni kabine ve arkadaşları, 12 silahşör.
"Hepsi hepsi.. Rakısı var, leblebisi var, gözleri mavi kaşları da kıvırcık. Hiç sohbetimiz olmadı. Sadece, haşmetli bir yüzü var ürküyor insan, yüzünden. Ee ben de gencim tabii, titriyorum, biraz şöyle şey olsam, Safiye Ayla gibi palazlanmış bir hanım olsam belki bir şeyler konuşacağım ama; bir şey bilmiyorum. Safiye der ki, senle beraberiz der bana, ama halbuki o 1928'de gitmiş Atatürk'e, öyle söylüyordu. Neyse, sabah oldu gittik. Bir zarf: 750 lira. (O zamanki bir memurun 1 yıllık maaşı). Kocam da işte kıskanıyordu gâliba, beni parpalardı evde biraz, hırpalardı. Bir daha çağırmıştı beni, Bursa'ya gidiyoruz. Yine tabii beraber. …'ya geldik. O akşam "U" şeklinde sofra kurulmuş lokantaya. Beni yine getirdiler.
"Ha Celal Bayar'a biz amca derdik, çünkü Çekirge'de karşı karşı otuyorduk (…) Amca diyoruz çocukluktan. Hemen ben amcamın yanına, "gel benim yanıma" dedi. "U" şeklinde. Atatürk burada, yine ben burada. Saz kapı arkasında. Ay beni oraya oturtun ne olursun. Sazı istiyorum gidiyim yanına. Hayır, dedi burada oturttu, yanına. Neyse, hadi şarkı söyle söyle söyle, o zaman 4 kişi vardı saz, küçük. Nobar, şükrü falan, böyle güzel sazlardan, Selahattin falan. (Ataput) Tabanca atardı böyle, sütunlara. Tabii tabii evet, sütunlara böyle."
Müzeyyen Senar ın bahsettiği sazcılar büyük bir ihtimalle Ataputun uşağının bahsettiği kişiler Nobar, yâni Nubar Tekyay, Selahattin, yâni Selahattin Pınar
Mustafa Kemalmı tabanca atardı?
Müzeyyen Senar: "Tabii tabii o atıyor o. Atardı. O gün de bitti. şükür Allah'a. Dediler ki ertesi günü belediye sarayı, aynen duruyor hala, o salon da duruyor, balo var. Merinos'un açılış günü. Hadi hemen ben tuvaletimi giydim arkama, yine bir şey olmasın. Yine saz kapı arkasında. Kaptanların salonda oturduğu yemek masası vardır ki herkesi görsün, öyle bir yere bir masa iki sandalye koymuşlar. Yâver geldi beni oraya oturttu. Allaaah… Ben buradan nasıl kalkacağım. Nasıl kalkayım. Saz yine kapı arkasında. Ölüyorum heyecandan. şimdi ben o zaman 18 yaşındaydım. Dans bilmiyorum. Bursalı bir kız o tarihte, 1937'de, dans nereden bileceğim. Evliyim de, çocuğum da var. Geldi oturdu. Tamam. Ee balo açılacak, ne olacak? Beni kaldırdı, dansa… Ah… Nasıl ölmedim, nasıl yaşadım orada, nasıl kalktım, hiç bir şey bilmiyorum.
--------------------------------------------------------------------------------
Ataput sözkonusu olduğu zaman insanlara sorulmaz, saçınızı keselimmi, şu gün şarkı söylemeye gelebilirmisiniz, kocanızın bıyığını kesebilirmiyiz, şu elbiseleri giydirebilirmiyiz size. Nerdeyse bütün kaynaklarda Ataput rica etti diye geçmez emretti diye geçer. Diktatörede yakışan budur. Müzeyyen Senar ve kocasınada bu muamele yapılmıştır. Kibar zorbalıkla, diktatörlüğün gerektirdiği kadar. Dikkatle okuduysanız zâten daha yeni 18 yaşına girmiş bir genç kız ve titriyor, yarısı gençliğinden, yarısı Türkiyenin diktatörünün ne diyeceğini ne yapacağını bilmediginden, nitekim Ataputun her okulda her devlet binasında, her karakolda resmi var ve siz onun karşısına çıkıyorsunuz. şimdi zanneder ve hayret ederlerki "aaaa o zamandamı Ataürkün resmi her yerde vardı?" Neyse. Kapalı alanda duvara kurşun sıkmak aslında çok tehlikeli bir davranıştır, nitekim kurşun sekerek bir insana veya kurşun atanın vücuduna gelebilir. Yorgun mermi denilen bu fiziki özelliği Ataputun bilmediğini zannetmiyorum. Aksine bilerek yaptığını tahmin ediyorum. Başkasının hayatını tehlikeye düşürmeme inceliğini taşımayan bir kişiden bahsediyoruzki, bu diktatör mesela Menemen olayında şehrin yerle bir edilmesini, bombalanmasını emretmişti. Bir şehri tümden katletmek isteyen bir kişi yorgun mermiden ölen bir kişiyimi umursayacak. Belki yaralanan oldu biz bilmiyoruz.
--------------------------------------------------------------------------------
Zsa Zsa Gabor macar asıllı, sonradan çeşitli filmlerde oynamış bir sanatçıdır. 1934de Türkiyeye gelmiş, kendi yazdığı hatıra kitabında Ataputla beraber olmuştur. Bu beraberliği kendi ifadesine göre 6 ay sürmüş ve kocasına bundan bahsetmemiştir. Bekaretini ilk olarak Ataputla kaybetmiştir. Herkes ister Kemalist olsun, ister Kemalizm karşıtı olsun, kadının ifadelerini terbiyesiz, dengesiz ve Kemalistler tarafından asılsız ve hakaret olarak değerlendiriyorlar. Kemalistler hatıratta Ataputu övdüğünü ve ona yaranmak, kendine bir menfaat çıkarmak, beraberliğini mesela ünlü olmak için anlattığını söylerler. Fakat hatıratta kadının diğer anlattıkları gerçeğe yakınmıdır değilmidir bahsetmiyorlar. Mesela ünlü olmak için illada bekaretini kaybetmiş olmasını söylemesi gerekmiyor, beraber oldum demesi de yetmiyormu?
Beraberliği olmasa iftira atması için ne menfaati olacak? Ataputla arası kötümüydü? Öyle bir şey yok. Hatırasını hapishanede 1990 yılında yazmıştır. Doğum tarihi 6 şubat 1917dir. Yazdığı tarihte yaşı 73dür. Bu kadar yaşlı bir insanın ölüme yakınken hapishanede nasıl bir menfaat sağlayacağı meçhuldur. iftira atması ise gerçeğe yakın değildir. Mantık bunu kabul edemez. Nitekim hatıra kağıtlarını sonradan bir kişi derleyip kitaplaştırıp basmıştır, kendisi bile değil. Hatıralarında bahsettiği diğer hadiseler kadının olayları çarpıtmadığını, birebir yaşadığını ve aynen naklettiğinin ispatıdır. Ataputun bolca balolar düzenlediğini, heryerde Ataputun resminin ve heykellerinin bulunduğunu ve Türkiyede ondan başka ünlü hiç kimsenin bulunmadığını, Ataputun bolca içtiğini, çok meşhur olduğu için kadınların hayallerini süslediğini söyler. Türklerin (propagandadan dolayı) kendilerini Ataputun kurtardığını söyler. Kendisi o zaman daha genç kız yaşlarında olduğu için Ataputun yaşadığı şatafatlı hayattan etkilendiğini anlatır. 1934 yılında, Ataputla tanıştığı zaman kadın 17 yaşında, Ataput ise o zaman 53 yaşındadır. Hatırasında Ataputa olan bir aşkından bahsetmez, daha çok Ataputun şatafatından, zenginliğinden ve tabiiki diktatörlüğün getirdiği olağanüstü sözsahipliğinden ve nüfuzundan etkilenmiştir.
Zamanının şahitliğini ispatlayan bir şey mesela kadınların o zamanda Hz.Fatmanın eli delinen ve halen Arap ülkelerinde mevcut bulunan göznazarı boncuğuna benzeyen, el şeklindeki elsanatı becerisidir. Diğer bahsettiğim yorumların kaynağını burda vermek mecburiyeti duymuyorum. Sadece Hz. Fatmanın eli ile ilgili bölümü kaynak olarak veriyorum. Çünkü en basit, en küçük tarihin akışına hiçbir tesiri olmayan bu küçücük tefferruat bile kadınının olayları gerçekten yaşadığının ve birebir verdiğinin bir delilidir. şimdi Kemalistler bana "aaaa, geleneksel el sanatına kafayı takmış, delirmiş" derler, fakat zaten Kemalistler analitik düşünmeyi, tarihi akış, kronolojik yani olayları tarihi diziliş sırasına göre değerlendirmeyi, en ince ayrıntıdan netice çıkarmayı bilmedikleri için Ataputlarına sadece taparlar. Bırakalım ve kaynağı verelim.
This Wednesday, my visit to the shop began as usual with me sipping the rich Turkish coffee and gossiping with the young brothers. Then one of them produced the Hand of Fatima. sayfa 22,
Bir ömür zamanı yetmez, 1991 Wendy Leigh.
Altından ve mücevherden yapılmış ve Topkapı sarayında sergilenen bir Hz.Fatmanın eli kadını çok etkilemiştir ve zenginliğe sahip olma duygusu yüzünden Ataputla tanışmaya karar verir. Tek başına, kocasından habersiz Ataputla Ankarada tanışır, arkadaş ve sevgili olur.
Neyse.
--------------------------------------------------------------------------------
Ataput 33 yaşındayken Nazmiye Atiç isimli bir kadına evlilik teklifi eder. Bu Ataputtan duyulmamış alışılmamış bir davranış biçimi. Hemde karşısındaki pek tanımadığı bir kadın. Ataput 30 yaşına kadar vaktini daha çok meyhanelerde okul arkadaşlarıyla birlikte onların evlerinde geçirir. Evlenmek, aile hayatı yaşamak fikri aklında yoktur. Birlikte olduğu kadınlar daha çok "eğlence" kadınlarıdır. Ataputun okul ve gençlik arkadaşlarının hatıratlarında bu sabittir. Burada konumuz olmadığı için teferruatlarına sonra gireceğim. Nazmiye hanımın Hürriyet gazetesine verdiği röportajı burada aktaralım.
Nazmiye Atiç 1988'de 92 yaşındayken hatıralarını hürriyet gazetesi muhabirine anlatmıştır:
Bu röportaj dizi halinde 31 Mart 1988 tarihinden itibaren gazetede yayınlanmıştır.
Olay 1914 yılında Sofyada meydana gelmiştir.
"Anneannemle Vidin'den Istanbul'a gidiyordum. Oradan da tıp tahsili için Fransa'ya geçecektim. Henüz 17 yaşındaydım. Sofya'ya uğramıştık. Mustafa Kemal Sofya'da ataşemiliterdi. . Bugün büyükelçilik olarak kullandıgımız köşkte oturuyordu. Anneannemle beni çaya davet etti. Çay sofrasını bahçede iki akasya ağacının altına kurdurmuştu. O çay masasında bana, anneannemin duymayacağı bir ses tonuyla 'sizinle evlenmek istiyorum' dedi. Dedi ama ardından da şartlarını dile getirdi. 'Ben 33 yaşındayım; 50 lira altın para maaşım var. Bunun 20 lirasını size cep harçlığı olarak verip, bende kalan 30 lira ile evi idare edeceğim. Yalnız benim bir şartım var, nikâhımızı hoca değil, Sofya Büyükelçimiz Fethi Bey (Okyar) kıyacak.' Ilk görüşmede evlenme teklifi beni hayli şaşırtmıştı... O günün şartlarında böyle bir teklif, böyle bir nikâh benim kabul edebileceğim bir şey değildi. Çünkü bütün nikâhları imam kıyardı... Ama daha sonraki yıllarda birbirimizi hep gördük... Istanbul'da ailesiyle tanıştım. Evlerinde kaldım. Annesine Zübeyde Teyze dedim..."
Aradaki yaş farkı veya kadının o zaman 17 yaşında olduğu sizi şaşırtmasın. Kadınlar 1900lerin başında hâlen erken evleniyordu. şimdiki 18 yaş sınırı o zamanlar yoktu.
Acaba Nazmiye hanım bu teklifi kabul etseydi Ataput nasıl bir hayat sürdürürdü? Belkide 1915 çanakkale savaşına katılmazdı, Ataşer olarak kalır veya başka bir görev üstlenirdi. şu mutlakki Türk tarihi şimdiki bilinen yalan, sahtekar târih olamazdı, Kemalizm ortaya çıkamazdı, 100 yıllık Türkün ayağına vurulmuş Batıcılık prangası meydana gelemezdi. Neyse.
Ben bu evlilik teklifini meselâ Rıza Nur, Fethi Okyar, zamânın ileri gelen siyasetcilerinin rûhî sıkıntısından kurtulmak, aile hayatı kurup, hâni Bohem hayatı dedikleri çıkmaz sokaktan kurtulmak için, kendilerinin bile sonradan hayretle karşıladıkları âni bir karar olduğunu tahmin ediyorum. Nitekim Necip Fazıl Kısakürek bile önceden gençlik yıllarında yaşadığı, maneviyatsız, kumarlı, hafif kadınlarla dolu gecelik hayatından kurtulmak için arayış içinde olduğu zamanlarda, aileyi ve maneyiyatı bir kurtuluş olarak görmüştür. Ataput da âni bir adımla böyle bir kurtuluş yolu bulmak istemiştir, bana göre.
--------------------------------------------------------------------------------
Sabiha Gökçenin istanbul Suadiyedeki evinde 15 Ağustos 1988 tarihinde yapılan bir röportajında Sabiha Gökçen Ataputun kadınları ve
Ataput hakkında tespitler bulunmuştur. Ataputu veya kendisini şüphede bırakacak bütün izahatten kaçınmış, aksine toz pembe bir tablo çizmiştir.
Ataputu ilahlaştırmak kendisininde işine geldiği için herhangi bir kusurdan, karşılaştığı tatsız bir olaydan asla bahsetmemiş,
kendisine sorulan olumsuz bir itibar verebilecek konularda güzellemeyle o güne kadar korunan kusursuz Ataput görüntüsünü parlatmıştır, tabiiki kendisinide. Sohbetin bir bölümünde
Ataput hakkında belki en gerçekki cümleyi söylemiştir, daha doğrusu itiraf etmiştir:
Soru Ataputun herhangi bir kadını sevip sevmediğidir.
Röportajcı: " -Sayın Sabiha Gökçen, hazırladığım kitabın konusu Atatürk ve aşk... Atatürk ve kadın...
Kitabımda işlemeye çalıştığım konu bu....O büyük(Yorumum: röportajcıca büyük) insanın çok yönleri tüm ayrıntılarıyla
yazıldı. (Yorumum: Sahte tarih uyduruldu demek daha doğru olur)....Bu yönünü de ben tesbite çalışıyorum."
Sabiha Gökçen: "-Benim tek diyeceğim şey: Atatürk, hakikaten bir kimseye aşık olmuş değildir...
Ama gençken olmuş olabilir... Komşu kızlarına filan aşık olmuş olabilir... Gelip geçici duygulardır bunlar...."
Röportajcı:".O da bir insan, bir erkek. Göğsünde bir kalp. O kalpte duygular taşıyan bir insan.
Bir manastır hayatımı yaşadı ömrü boyunca?"
Sabiha Gökçen: "-Bu konuda şahit olduğum bir şey yok."
şöyle diyenler çıkabilir "belki kadınlardan nefret ediyordu", beraber olduğu kadınların sayısı
bunun tam tersini ispatlıyor. Dans eden, şarkı söyleyen, yarı çıplak kadınlar ne çankayadan ne Dolmabahçe sarayından eksilmiyor.
Hiçbir kaynakta Ataputun bir kadına aşık olduğuna rastlamıyorsunuz.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Rıza Nur hatıratında birçok dalkavuk insanın şöhret sahibi ve zengin olmak için Ataputun kapısını çaldığını, dalkavukluk için birbirleriyle yarıştıklarını, hatta evli karılarını bile Ataputun "emrine" verdiklerini anlatır. şimdi önce Rıza Nur'un hatıratındaki bu yeri verelim:
Sayfa 1360
"iş sâde böyle değil. Her taraftanda kendisine kadın takdim
edenler var. Bir avukat. Lütfi var. Karısı Bulgarmış: Çok güzelmiş. Karısını takdim etmiş, Baron işi gibi imtiyazlar almış.
şimdi böyle kadın yağmuru var. Çankaya'ya yağıyor. Böyle
pezevenklerin bini bir paraya. Buna maateessüf, namuslu insanlardan da iştirak edenler de(katılanlarda) oluyor."
Bu dalkavukların arasında dönemin ünlü şairi Abdülhak Hâmid de vardır. Bu şairi önce Rıza Nurdan tanıyalım:
Sayfa 1455
"Bugünlerde şair Abdülhak Hâmid de dalkavukluğa başladı.
Milliyette(Milliyet gazetesinde) makaleler yazıyor. Iğrenç şeyler.
Mustafa Kemali Allah derecesine çıkarıyor. Vaktiyle bu adam Enver'e(Enver Paşaya) de böyle şiirler yazmıştı.
Büyük bir şairin hem seksen yaşlarında bir pırî-fâhi iken bunları yapması içimi hançerler gibi deldi. Yazık!...
Kendini rezil etti... Bu lekeyi mezara da girse üstünden atamaz.
Eh sonunda kasideci efendi câizesini(ödülünü) aldı, meb'uslukla(milletvekilliğle) çırağ buy
ruldu(ödüllendirildi). Müceddid(önder) şair meğerse, eski kâsidecilerdenmiş(para için şairlik yapanlardanmış)...
Torbada ne yüzler varmış da bilmiyormuşuz... Bu memlekette meb'uslukda kolay şeymiş. Yolu sâde buymuş."
sayfa 1511
"(Padişah 2.) Abdülhamid nâzırlarına(bakanlarına) maaş ve ihsanlar verirdi. Bu da (Ataput da)vekillerine maaşlar, ihsanlar, köşkler veriyor.
(Padişah 2.) Abdülhamid kendisine sâdık olanlara, hizmet edenlere mêmuriyet verirdi. Bu da (Ataput da)veriyor. Kumandanlar, valiler ekseriyetle(çoğunlukla)
şahsî sadıklarıdır.
(Padişah 2.)Abdülhamid'de çırak çıkarmak usulü vardı. Bu da (Ataput da)çıraca buyuruyor.
Bütün Osmanlı Padişahlarında Kasideci şairler vardı. Onlara caize(ödül) verirlerdi. Bunun da Celâl Sâhir, Abdülhak Hâmid,
Mehmed Emin, Fazıl Ahmed, Halil Nihad, Faruk Nafiz, Behçet Kemal ve emsali(benzerleri) şairleri var. Methiyeler(övgüler),
istanbul'a teşrifiyeler(davet edilmeler), yâni kasideler(şiirler) yazıyorlar. Caizelerini(ödüllerini) alıyorlar.
Yâni mebuslukla(milletvekillikle) çırağ buyuruldular(ödüllendirildiler). Padişahların nesircileri(yazarları) yoktu. Bunun(Ataputun) nesircileri de var."
Abdülhak Hâmid 1928den sonra Ataputla tanışmış, ona şiirler yazmış, ödül olarak milletvekilliği almış, Ankara orman çiftliğindeki Marmaraköşkte 1928den ölünceye kadar (1937) kalmıştır.
Abdülhak Hâmid birçok evlilikler yapmış bir Batı delisidir. Karılarının çoğu yabancıdır. Kendi çocuğu olmadığı için Belçikalı karısı Lucien'le yıllarca evli kaldıktan sonra, karısını kendi eliyle bir yabancıyla evlendirmiştir. Karısı Avrupada kalmayıp geri şaire dönmüştür.
Ataput Marmaraköşkün bütününü şairine vermemiştir, sadece bir tarafını ona ve karısına tahsis etmiştir. Kendiside bu köşke geldiğinde beraber aynı binada şairle ve karısıyla beraber oturmuştur. Yani aynı evde, aynı binada. Ataput Ankaradayken çoğunlukla çankayada kalmıştır. Marmaraköşkte havuz falan lüks eksik değildir.
Abdülhak Hâmid'in Ataputu ilahlaştıran bir şiirini verelimki neden ölümüne kadar milletvekili olduğu anlaşılsın.
Büyük Gâzi'ye
Sen ki hilkat(yaradılış) denilen ummanın,
En büyük incisisin
O, bu ulvi vatanın talihinin
En güzel yıldızıdır
Bir dehaet(dahilik) ki güneşten yüksek
Ve semavat(gökyüzü) ile ünsiyeti(arkadaşlığı) var..
Sen dururken ona gelmez noksan
Kaplıdır toprağı zırhınla senin
Hep rehakar(kurtarıcı) değil ey Gazi
Bu müsellah(silahlanmış) vatanın sen hem de
Ebedi(sonsuz) bekçisisin..
Bu mesalipzede cemiyyete (fakir halka) sen
Yeniden bir vatan ettin ihda(hediye ettin)
Görüyor şevk-i tuluunla senin(senin güneşinin doğuşuyla)
Yeni bir iyd-i zafer(zafer bayramı) Istanbul
Kendi asar-ı dehanın (dehânın eserinin) belki
Sen de hayretçisisin
Kainatlarda tecelli buyuran (ortaya çıkan)
Halik'ın(Tanrının) sende o hasiyyeti(kuvveti) var...
Son mısra herhalde yetiyor, tekrar okuyun. Tanrının sende o kuvveti var.
Hıristiyanlıkta isa Aleyh. Allahın oğlu derecesindedir. Bizim şair doğrudan Tanrı derecesine çıkarmış. Sanmayın sadece bu şiir ve şair var, yüzlercesi var. şimdi anlamışsınızdır Ataput neden tartışılmaz oldu, neden diktatörlük seviyesine çıkabildi. Bunların hepsi Ataput zamanında oldu ve ödüllendirildi. Neyse konumuza dönelim.
şimdi ön hazırlık yaptıktan sonra esas olaya gelelim. Ataputun balolarda çeşitli kadınlarla dansettiğini biliyoruz. Bunun bâzen sadece dansla kalmadığını da biliyoruz. Abdülhak Hâmid'in karısını kıskanmadığınıda (şimdi) biliyoruz. Ataputun uşağı Cemal Granda hatıratında Ataputun bir baloda Abdülhak Hâmid'in karısı Lucien'le dansettiğini ve geçen olayı şöyle aktarıyor:
Sayfa 187, Cemal Granda, Atatürkün uşağının gizli defteri
Lüsyen Hanımı Öpüşü
Tarih Kurumu ve Dil Kurumu toplantılarında
Atatürk, Abdülhak Hamid'i ayağa kalkarak "Üstad" diye selâmlayıp yer verir, kendisine özel bir ilgi gösterirdi. Marmara Köşkü'nde bir de yer vermişti. Ankara'ya geldiğinde orada otururdu. Sonradan
da milletvekili olmuştu. Hâmid'in ölümünde de "şair-i Âzam'ın askerî merasimle kaldırılması" için emir verdirmiş, büyük şairin cenazesi de top
arabasıyla kaldırılmıştır.
Yalova'da Büyük Otel'de bir balo veriliyordu. O çağın gazetecilerinden Izzet Melih ve eşi de konuklar
arasındaydı. Atatürk, bu hanımla bir süre dans edip konuştuktan sonra büfeye doğru gitti. Abdülhak Hamid ve eşi Lüsyen Hanım da oradaydı. Lüsyen Hanımı
dansa kaldırdı. Dans bitince yerine oturturken de yanağına bir öpücük kondurdu. Bir süre sonra Ankara'daki bir davette Atatürk yine şair-i Âzam'la karşılaşmış ve Lüsyen Hanımı dansa kaldırmıştı. Onlar pistte dönerlerken Abdülhak Hamid, Kılıç Ali'ye dönüp şöyle dedi:
-Onlar gençtir, bırak eğlensinler. Sen bana Antep'i
nasıl kurtardın, onu anlat...
Marmaraköşkte, aynı binada, Ataputla Lucien hanımın nasıl bir ilişki içinde olduğunu bilmiyoruz. şunu fakat iyi biliyoruz. Kocası hiçbir şekilde karısını kıskanmıyordu.
şunu da unutmadan yazalım. işte Rıza Nurun yazdıklarının doğru olduğunun bir teyiti daha.
------------------------------------------------------------------------------------
Devamı Sonraya.