Burada önden belirteyim tarih araştırmaları çok zaman alıyor. Günde 8 saat araştıma yapsanız yetmiyor. Benim işim günde 8 saat kendi mesleğim üzerine geçiyor. Tarihle alakası yok. Neden peki tarihle ilgileniyorsun, işine bak, acemisin, işini doğru dürüst yapamazsın tarihcilere bırak derseniz eğer, size şunu söylerim. şimdiki tarihçiler Osmanlıca bilmiyor, Osmanlıcayı, arşiv belgelerini okumak için gerekli olan Arap harflerini tanımıyor. Yani Kuran okumasını bilen bir kişi bile doğrudan Arap alfabesini de bildiği için bir tarihçiden daha liyakatlı bu bakımdan. Eğer üniversitede okuyan tarihçilere işi bırakırsanız Latin harflerinde kalırlar. Yani böyle konuşuyorsanız siz bugünkü tarihcilerden tarih araştırmalarından, üniversiteden haberiniz yok demektir. 3 kelimeyle belirteyim Türkiyede tarihin ve tarih araştırmalarının durmunu: Tarih yerlerde sürünüyor. Bunun üstüne bir de Ataput devrimleri ve devrimleri korumak, Kemalizm eklenince tamam, tarih değil yalan makinası. Bu yüzden ben mecburum tarihle ilgilenmeye. Bugün yakın tarih adına okuduğunuz son 100 veya 150 yıllık bir dönem yalanlardan, masallardan ibarettir. Yani ben mecburum yalanın yanında en azından benim gibilerin yazıları olsun. Yalancı tarih proflarının, para ve makamcıların yanında benim ve benim gibilerin de yazılarının olması lazım. Ben işime bakıyorum, kendi mesleğimi günde 8 saat yürütüyorum, fakat sabah akşam televizyonlardan, gazetelerden yakın tarihle ilgili yalan, çarpıtılmış haberleri duyduğum zaman görüyorumki, yalan tarih makinesi devamlı son hızıyla işliyor ve susmuyor, susmayacakta. Kendi mesleğimden başka tarihlede uğraşıyorum. O zaman ben mi susacağım? Bu yalan makinesi işleyecek, ben hiç bir yapmayacağım, seyredeceğim? Asla ve asla.
Kelimelerin yanlış yazılması cümle bozukluğu gibi hataları lütfen affediniz. Tek başımayım. Zamanım yok.
Arif Oruçun 1,5 yıllık gazetesinin her gününü incelemek ve diğer kaynaklardan karşılaştırmak, teyit etmek çok uzun süreceği için parça parça vereceğim.
Arif Oruçun yaptığı muhalefeti anlamak için, çıkardığı Yarın gazetesinin 1,5 yıllık çıkan ömrünü incelersek, hükümetle muhalefeti sadece yolsuzlukla mücadele ve o zamanın edep anlayışıyının korunması ile sınırlıdır. Arif oruç tam bir maddiyatcı, dini tümden reddeden, geçmişten gelen gelenekleri silmek isteyen, tam bir Batı hayranı birisidir. Bu yönden Ataputun çıkarttığı hükümetin borazanlığını yapan Ulus, Hakimiyeti Milliye,Cumhuriyet gibi gazetelerin düşüncesiyle hiç bir farkı yoktur. Arif Orucu muhalif göstermek tamamen yanlıştır. Aksine Ataputun görüşlerinin ve Batı devrimlerinin tam arkasındadır ve hatta yeri geldiğinde dindar insanların neden susturulmadığını, neden hapise atılmadığını sorar ve Batı uşaklığı yapan gazetelerden dinsizlikte ve batıcılıkta daha önde gider. Hükümetle arasının açılmasının sebebi hükümetin göğe çıkan yolsuzluğu ve CHP adamlarının ülkeyi talan etmesi ve kendi sesinin susturulmak istenmesidir. Yoksa fikir ve dünya görüşü bakımından CHPden hiç bir farkı yoktur. Arif Oruç bu yüzden muhalefet yapmamıştır. Sadece bir tür zabıta memuru gibi parayla ilgili, uygulamayla ilgili, yolsuzluklarla ilgili hükümeti eleştirmiştir. Bu bile susturulmasına yetmiştir. Yani Arıf Oruçu bir milli kahraman gibi göstermek ve gerçekten bir kahraman demek sadece ateistlere, Kemalistlere, birazıcık sosyalistlere yakışır. Dindar ve islami kültür, gelenek ve töreye kendini bağlı olan kişiler Arif Orucu asla ve asla bir kahraman, bir milli şahıs olarak göremezler. Arif Oruc Osmanlı kültürünün, islami kültürün, dinin, geleneklerin düşmanıdır. Belirttiğim gibi tam bir Batıcıdır. Yani Yeni Matbuat kanunu çıkmadan önce basın hürriyeti vardı diyenler yalan söylüyorlar. Dini savunan tek bir gazete, bir dergi yoktu. Milli değerleri öven bir yazı yazamazdınız. Zaten matbaa kanunu çıktıktan sonra muhalefet adına tek kelime yazan, tek bir gazete ve dergide kalmadı ve cumhuriyet Türkiyesi tümden sustu. Ya işte Arif Oruç muhalefet yaptı, şu muhalefet yaptı, bu yaptı zannedilmesin. En kabadayıca şeklinde muhalefet yapan Arif Oruç hükümetin çıkardığı ve uyguladığı kanunlardan zaten memnundu. Tenkit ettiği noktalar genel iktisadi durum, açlık, yolsuzluktu. Ataputun gerçekleştirdiği toplum mühendisliğinin tam arkasındaydı. Arif Oruç halkın sefaletini gördüğü ve tenkit ettiği halde aynı zamanda yapılan balolar, dikilen heykeller hakkında hiçbir tenkit kelimesi yapmamıştır. Batı kültürünü benimsediği için Batı kültürüne ait hiçbir haberi kötülememiştir. Bütün bu kelimeler daha doğrusu gerçekler kendi çıkardığı gazete makaleleleriyle ve haberleriyle bu yazımda ispatlanacaktır.
Gazetede 1,5yıl boyunca göze çarpan durum ise Türkiyedeki iktisadi durumdur. 1930 ve 1931 yılında neredeyse bütün iktisadi çalışmalar, işler bütün yabancı şirketlere verilmiştir. Bu yıllarda ülkede milli şirketler yokmuydu, yoksa milli şirtketler kurulmaya neden teşvik edilmedi sorusu cevapsız kalıyor. Liman şirketlerinden tutun, inşaat işlerine, aklınıza gelmedik iktisadi teşebbüşlerde hep yabancı şirketler iş yapıyorlar. Neredeyse Türkiyede yabancı şirketler cirit atıyor. insanın aklına şu geliyor. Ataput biraz Batı kültürünü ülkeye getirmekle uğraşacağına iktisadi işlerle uğraşan milli şirketler kurmaya çalışsaydı Türkiye bugün ne durumda olurdu? Hatta Ataput zamanını geçelim, Güneydoğuya telefon direklerini diken bir Alman şirketidir ve bu 1952 yılında Menderes zamanında olmuştur. Bir çok sanayi ve gelişme atılımı gibi Menderes zamanında Ataput ve inönü diktatörlüğüne göre çok şey yapılmıştır, fakat Menderesin zamanında da ülkede iş yapan şirketler yabancıdır.
Türkiyede 1930 ve 1931 senelerinde nasıl bir yoksulluk içinde yaşandığını haberler gözler önüne sermektedir. Devlet fakir insanını, vatandaşının zaruretini düşüneceğine kendi keyfi icraatlarını yapmaktadır. Vatandaşın hükümetten beklediği temel ihtiyaçlar, eğitim binası, su, yol, elektrik, altyapı gibi zaruretler neredeyse vatandaş için bir hayaldir. şimdiki Kemalistlerin altın çağ dedikleri o yıllar, evet, cumhuriyet kadrosu için altın bir çağdır, cumhuriyet kadrosu ve yandaşları tam bir refah içinde yaşamaktadır, fakat sıradan bir vatandaş için sürünme, sefalet yıllarıdır. Bunun üstüne birde Ataputun toplum mühendisliği din ve kültürü yoketme girişimini eklerseniz, köylü ve normal vatandaş için 1930 yılı bir cehennemdir. Intiharlar almış başını gitmiştir.
Çapraz teyit için mesela Son Saat gazetesi incelenmiştir. Son Saat gazetesi çoğu tarihçinin tahmin edeceği Cihad Baban ve Zübeyir Ziyad Ebüzziya nın kurduğu Son Saat gazetesi değildir. Adı geçen Son Saat gazetesi daha önceleri kurulmuştur ve sadece isim benzerliği vardır.
Bahsedilen Son Saat gazetesi Selim Ragıp Emeç ve Hakkı Tarık Us un birlikte 1925te kurdukları gazetedir. Inönüden sonra milletvekilliği de yapan Selim Ragıp Emeç Ataput zamanında şeker fabrikalarındaki CHP yolsuzluğundan bahsettiği için hapis yatmıştır.
Arif Oruç, sağolsun, Ataputun parasını kendisi ödediği ve çıkarttığı gazetelerden çok daha fazla halkın sefaletini gözönüne koymuştur. Ulus, Cumhuriyet, Milliyet gibi gazeteler Türkiyede her şey güllük gülistanlık gibi haberler yapmışlardır, 4 maymunu oynamışlardır, görmedim, bilmiyorum, duymadım.
şimdi 1,5 yıllık Yarın gazetesinden derlediğim gazete makalelerini burada sıralıyorum.
Gazete 1929 ve 1930lu yıllarda memleket ne durumda, memlektin hali nasıldır, bir ışık tutmaktadır. Genel bir yorum yapılırsa, memleket sürünmektedir. Bazı yorumların altına veya yanına açıklayıcı yazılar ve yorumlar yazdım. Çünkü okuyucu sadece bir makaleyi veya birkaç satırı gazetede okuyunca, olayların arka planını, ve o zamanın şartlarını bilmediği, anlamadığı için bu makaleler sıradan bir okuyucu için hiçbir şey ifade etmez. Zaten sıradan bir okuyucu, bir yazıyı ve metni inceleyerek ve düşünerek okumaz. Okuyucu aynı zamanda o yazarın geçmişini, düşüncesini, hangi dünya görüşünde olduğunu bilmesi gerekir. Bilmezse o yazarın ideolojisini benimseme tehlikesine düşer. Arif Orucun ateist olduğunu bimezseniz, din hakkında neden kötü niyetle veya olumsuz bakışla yazı yazdığını anlayamazsınız. Bu bir tür yazarın filtresi demektir. Mesela bir misalle baştan başlayalım:
6 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 2.Sayfa: .
"...Milli Mücadele muvaffakıyetiyle bitti. Inkilap başladı.Yeni Türk inkılabı Türkiyenin yüzlerce senelik köhneleşmiş göreneklerini yoketti...."
Arif Orucun bahsettiği köhneleşmiş Türk görenekeleri nedir acaba? Bunları siz okuyucum sayabilirmisiniz acaba? Ben yardım etmeyeyim. Kemalistlerin çağdaşlık adına ne yapıldığını biliyorsanız, küçük bir ipucu bulmuşsunuzdur. Hatırıma bununla uzaktan ilgisi olan bir hadise geldi, burada aktarayım. Cumhuriyet döneminde denize girme ve deniz kıyafeti meselesi. Eğer biliyorsanız Osmanlıda denize girmek geleneği diye birşey yoktu. Hatta Falih Rıfkı Atayın Çankaya kitabında denize girenleri eleştiren bir kaç cümlesi bile var. Nede olsa, ne kadar Batıcı da olsa, Falih Rıfkı Atay bir Osmanlı kültürüyle büyümüştür. O yüzden Istanbulda denize giren Rus kadınlarını eleştiriyor. Sonraları Ataputumuz ve Sağırımız da denize giriyorlar, Batıya uymak için. Fakat bahsetmek istediğim deniz kıyafetinin bir ölçüsünün olması. Denize giren kadınların mayosu o zamanda bir etek şeklinde ve bir memur sahilde görevli olarak bulunuyor ve kadınların bu etekleriyle ilgileniyor. Bu memur bir belediye görevlisi ve görevini yapıyor. Görevi ise kadınların eteklerinin uzunluğunu elindeki bir metreyle ölçmek. Eğer etek dizine kadar geliyorsa zaten kadınları dışarı atıyor. Eteğin belirli bir uzunluğu geçmemesi lazım, yani kısa olması lazımki denize girebilsin. Bu belediye memuru gerçekten vardı. kaynağını siz araştırın bulun. Birazda sizi resmi tarihe karşı araştırmaya teşvik edeyim. Fakat Arif Oruç bile Osmanlı kültürüyle yetişmiş birisi. Çıplaklığı ve aleni vücut teşhirini şiddetle kınıyor. Hatta kendi gazetesinde, bir çok haberinde şiddetle bunu yani çıplaklığı tenkit ediyor. şimdi ben Arif Orucun kasdetmediği şeyi, yani çıplaklığı ele aldım. Cumhuriyet kadrosu kendi tabiriyle "eski köhne Türk göreneklerini yokettiler" fakat yerine ne aldılar? Batının çöplük kültürünü. Çıplaklık ve soyunma imrenilecek bir kültürmüdür? Edepsizlik, ahlaksızlık, hayasızlık Batının çok güzel bir tarafımıdır? Hepiniz hayır dersiniz. Yok, demezsiniz, çünkü içimizde şimdi ne kadar çok çıplak olursa, kendini o kadar çağdaş, medeni, uygar gören bir topluluk türedi. Fakat Ataputumuzda işte böyle bir Batı deliliği vardı. Ne yazıkki, Batıda olan herşeyi, özellikle Batı kültürünü Ataputumuz Türkiyeye getirdi. Arif Oruçun bahsettiği fakat aslında Türklerin övünecekleri, bu kendisince köhne görenekleri sonraki haberlerinde de göreceksiniz. Tabi eğer yazımı sonuna kadar okursanız.
6 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 6.Sayfa:
"...şehremini(Belediye) Taksimde Cumhuriyet Abidesinin etrafına yapılacak olan havuz keşfini yaptırmış ve 70bin lira olarak tespit etmiştir. Bir Alman grubu geçenlerde emanete(istanbul belediyesine) müraacat etmiş ve Istanbulda asri hamam, tiyatro, han(otel) vesaire inşası için emanetle itilaf(uzlaşma) akteylemiştir(sağlamıştır)...."
Bildiğiniz Ataputun ve CHPnin heykel yapmak merakı ve ihaleleri sanki Türk inşaat şirketi olmadığı için Avrupalı şirketlere vermek.70bin liranın o zamanlarda ne kadar para olduğunu merak ediyorsanız aklınızda her zaman bir memur maaşının 40Lira olduğu dursun. Bu sadece Taksimdeki heykel etrafında tapılması planlanan bir havuz için harcana para.
6 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 6.Sayfa:
"...şirin Izmitin derdi Susuzluk. Her yerde olduğu gibi Izmitinde en mühim ihtiyacı sudur.
Yazın susuzluk çok had bir şekil alır ve kışa kadar devam eder. Kışın da kardan yağmurdan bozulan yollar bu elem yara hiç bir zaman kapanmaz ve mahrumiyetini gösterir...."
Belirtelim 1930da en kaliteli yol demek şote yol demektir. şimdiki asfalt yolları aramayın. çakıl döşeli tek şeritli yol en iyi yoldur. Bunuda bulabilirseniz. 2000 senesinden önce Anadoluda çoğu yollar böyleydi.Su şebekesi yok okuduğunuz gibi, olsa bile yeterli değil. Hemde Türkiyenin en gelişmiş bölgesi. Izmit. Anadoluyu, şarkı bırakın kenara. şark derken türkü anlar çoğu okuyucum yani şarkıyı anlar. Ah, Ataput ve Ataputun kurduğu Türk Dil Kurumu. Yok ettiniz Türkçeyi, yokettiniz. Ne diyelim Kemalistlerin Altın Çağı. Fakat gerçekte ise yıkım, zulüm ve cehennem çağı.
Haberde aynı zamanda yolların bozukluğunun sebebinin maddî kifâyetsizlikten daha çok liyâkatsizlik ve iş bilmemezlik, yâni acemilik olduğunu da belirtir.
6 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 5.Sayfa:
"...Ankara. Hükümet Türkiye dahilindeki ormanları işletmeye karar vermiştir. Bir takım ecnebi gruplar hükümete müraacat etmişler, müsait şartlarla ormanlarımızı işletmeye talip olmuşlardır...."
Ormanları işletmeye dahi bir şirketimiz yokmuş Türkiyede. Orman işletmesi o zamanlarda ne yapardı? Ağaç keser, hızarhanelere götürür, kesilenin yerine yeni ağaç diker. Bu kadar basit görünen ve amelelik diye tabir edilen bir iş için Avrupa şirketlerini Türkiyede kabul etmek veya Türkiyede onlara iş vermek nasıl bir şeydir. Hadi yeni savaştan çıkmış Türkiyede çalışacak insan yoktu diyelim100 tane köylüyü toplayıp bir ağaç işletmesi şirketi kendisi yapamazmıydı devlet. Hani Türkiye o zamanlar her şeyiyle milliydi? Altın çağını yaşıyordu?
Ben tam olarak Türkiye iktsadisini şirket bazında incelemedim. Hadi diyelim birkaç orman işletmesi şirketleri var Türkiyede, o zaman yabancılarla neden görüşülür?
6 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 5.Sayfa:
"...istanbul gümrük idaresinde yapıldığı söylenilen yolsuzluklara dair izahat vermek üzere Ankaraya birkaç gümrük memuru gelmiştir...."
Yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma almış başını gitmiştir.CHPnin baş hastalıklarından birisi budur. Çünkü o zamanda memurlar, devlet adamları, valiler, belediye başkanları, muhtarlar, jandarma amirleri, yüksek rütbeli asker subayları mecburen CHPli olmak zorundaydılar ve CHP tarafından atanarak göreve gliyorlardı. yaptıkları en iyi iş yolsuzluk, millete zulüm.
6 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 1.Sayfa:
"...Ankara. Tükiyenin her tarafında mekteplere kaydedilmek üzere müracaat eden talebenin maarif idaresine miktarı 130bin çocuğa baliğ olmaktadır. Mekteplerin kifayetsizliği(yetersizliği) yüzünden bunlardan ancak 40bini yer bulabilmiştir. Öksüzler açıkta kaldılar. Tahsil için yatılı mekteplerine başvuran 5bin öksüzden ancak 50 çocuğun müraacatı is'af edilebilmiştir...."
Bu haber yapılan okul sayısı sizde bir fikir oluştursun. Kabul edilen çocuk sayısını ve müraacat edenlerin sayısını karşılaştırın.
Bir reklam metnidir. Bu reklam öğretmenlerin nasıl bir şekilde ders vereceklerini belirten bir kitaptır. Daha yeni piyasaya çıkmış ve parayla satılmaktadır.Eski Arap harfleri ve eski medreseler okullar kapatıldığı için yeni Batılı düzene geçilmiş fakat ortada ne okul, ne öğretmen ne de kitap vardır. Hatta ortada öğretmenler için nasıl ders verileceğine dair kitap bile yoktur. Eğitim sisteminin nasıl bir kaos ortamında bulunduğunu gösteren bu reklam, Ataputun nasıl bir macera içinde olduğunu ve eğitimin nasıl bir düzensizlik, nasıl bir plansızlık içinde bulunduğunu gösterir. Hiçkimseye sormadan yukarıdan ancak bir diktatörlükle eğitim sisteminin sıfırlandığını, sadece ve sadece Batı özentisi üzerine emir verilerek, kendi kuklası millet meclisinde önce karar veririlp sonra kanun çıkarılarak nasıl bir diktatörlük uygulandığının resmi belgesidir. Sene 1929 ve öğretmenler nasıl ders vereceklerini bilmemektedirler. Ne önceden bir hazırlık yapılmış, ne bir geçiş zamanı ayarlanmış ne halka sorulmuştur. Buna diktatörlük denmez de ne denir? Millet Meclisinin üyeleri Ataput tarafından atanmış Selanikli veya Trakya veya Ege kökenli Ataputun eski arkadaşlarıdır. Herhalde biliyorsunuzdur. Çoğuda ittihat Terakki üyesidir. Neyse lafı fazla uzatmadan reklamı verelim:
7 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 7.Sayfa:
"...Muallim Beylere:Yeni umumi tedris usulü.Umumi tedris usulü 3 cilt olacaktır.
Dökrili usulünün tatbikatı 75 kuruştur.Yeni tedris usulü fiyatı 20 kuruştur. Abone ve satış yeri ikdam matbaası...."
Halbuki demokrasi ve planlı bir şekilde yönetilen devletten ne beklenir? şu beklenir: Devlet önceden halka sorar, halktan tasdik(onayı) alır. Bir hazırlık ve geçiş dönemi uygulanır. Öğretmenler bu hazırlık devresinde devletin bastırdığı kitaplarla devletin öğretmenlere dağıtarak yaydığı kitaplarla yeni eğitim usulü öğretmenlere gösterilir.Sonra bu hazırlık döneminde inşa edilen okullara öğretmenler yerleştirilir, atanır ve yeni Batıcı sistem, eğer halk isterse, Batı kültürü öğretilir. Peki hazırlık dönemi varmı? yok. Halka Batı kültürü ve sistemi kabullensin diye soruldumu? yok. Öğretmenlere bir hazırlık dönemi verildimi, yeterli okul binası inşa edildimi? yok. öğrencilere yeterli ders kitapları basıldımı? Yok Öğretmenlere ders verme kitapları yeterli basıldı ve önlerine konuldumu? yok. Bu arada belirteyim. Gazeteler dışarıdan getirilen, yani ithal edilen pahalı kağıt yüzünden sayfa sayılarını azaltmak mecburiyetindedirler.
13 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 7.Sayfa:
"....Kağıtçılık ve suni ipek.....Bakkal kağıdından tutun ta sigara kağıdına kadar Avrupadan geliyor. (Her)Senede Avrupaya bedava gibi tonlarca paçavralar pamuk eskisi gidiyor. (Kağıt olarak geri ithal ediyoruz). Gelelim sunı ipeğe bir avuç dolusu para ile aldığımız şatafatlı kumaşlar nedir?Hepsi suni ipektir....Avrupadaki stok üçüncü derecedeki ipekli kumaşları burada ekstra olarak satıyorlar. Çürükmüş falanmış, ne olursa olsun Avrupa malı diye alıyorlar. Sebep hep gösteriş....Haberin sahibi kimyager mühendis Ahmet Saip"
Yarın gazetesinin sahibi Arıf Oruç kağıt bulamadığından ve çok pahalı olduğundan şikayet eder ve gazete sayfalarının sayısını kısmak zorunda kalır.
Türkiyedeki kağıt meselesini devlet değil bir kimyacı olan Mehmet Ali Kağıtcı özel çabaları neticesinde çözer. Yarın gazetesinin sahibi Arıf Oruç şunuda belirtir. Cumhuriyet, Ulus gibi gazeteler Ataput tarafından parayla desteklendiğinden dolayı sayfa miktarını kısmak bir kenarda dursun sayfalarını artırmışlardır. Kitapda pahalı olduğu için öğretmenlere devletten bedava kitap yoktur, parayla kendileri alacaklardır. Bu kitap parasını halkın ödemesi çok eski değildir. Hatta 2000li yıllara kadar halk öğrenci kitaplarını kendisi ödüyordu. Hasan Aksay hatırasında 1948li yıllarda bile kocaman başkent Ankarada 2 tane lisenin bulunduğunu söyler, birisi Gazi Lisesi, ikincisi Atatürk Lisesi. Başka bir lise yok. Neyse. Zamanında Ataput ne derse o olurdu, gıkını çıkaran, boğazından son bir nefes verip tavuk gibi "gık" derdi ölürdü. Asılırdı, o kadar.
7 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 1.Sayfa:
"...ingiliz lirası(sterlin) meselesi(Türk Lirasına karşı yükselmesi) Ankarayı şiddetle âlâkadar ediyor, tedbirler alınmaktadır. Yerli malı giyilecek. ingiliz Lirası meselesi(ingiliz sterlininin Türk lirasına karşı yükselmesi) Tükiye'ye celbedilen(getirilen, ithal edilen) ecnebi(yabancı) mallara verilen milyonlarca liranın âmil(sebep) olduğu mâlumdur(biliniyordur)...."
Türkiye'ye getirilen bu mallar ve giysiler nedir? şapka kânunuyla halka dayatılan Avrupa'dan getirilen şapkalar ve cumhuriyet kadrosunun ve memurlarının ve hanımlarının veya metreslerinin giydiği Avrupa kıyafetidir. Türkiye'de üretilemeyen bu kıyafetler Avrupa'dan getirildiği için Lira Sterlin karşısında değer kaybetmiştir. Ataputumuzun elindeki silindir şapka, Londra uşaklarının,hizmetçilerinin giydiği frak veya smokin gibi giysiler tabiiki ingiltereden getirildiği için ve özel, Türk asıllı olmayan Türkiye'deki şahıslar tarafından ithal olunduğu için Sterlin fırlamıştır.
Tabii medeni olmanın bir bedeli olacaktır. Silindir şapka giyince Sterlin fırlamıştır. Fırlasın, mühim değil, silindir şapka Kemalistlerin sözlerine göre zihniyetimizi değiştiriyormuş, düşünce tarzımız değişiyormuş, herhalde koyunluğu ve cahilliği ve aptallığı bir kenara bırakıp, Albert Einstein'lar yetişecekti Türkiye'de, çünkü silindir şapkasının ve Batı kıyafetinin öylesine bir sihirli gücü bulunuyormuş Kemalistlerce. şapka ve kıyafeti ingiltere'den getirip Sterlin fırlayınca devlet ne tedbir almış, habere bir daha göz atalım.
"...Zâten ötedenberi yerli malları kullanılması mevzubahis ediliyordu. Son vaziyet üzerine şiddetli bir kanun yapılması ve herkesin yerli mal kullanmya mecbur tutulması kararlaştırılmıştır...."
Çok güzel bir karar. Fakat, hani nerde yerli mal? Yerli Batı şapkası üretecek, yerli Batı kıyafeti üretecek fabrikalar yokki. Özellikle sadece cumhuriyet kadrosunun giydiği özel kıyafetleri üretecek ne eleman var, ne de imkan var. Varolan elde elbise diken terzilerin sayıları sayılı ve bunlar yabancı kıyafetlerini dikmesini bilmiyorlar. Ne yeterli elbise kalıbı var, ne de yeterli kumaş ve kumaş üretecek fabrika ve tezgah var. Nitekim Vitalo Hakko hayatını anlatan kitabında uyduruk ve acemice kıyafetlerle işe başladığını, halkın başka seçeneği olmadığı için bunları almak mecburiyetinde kaldığını ve böylelikle zengin olduğunu yazar. Hatta zamanında şapka giymek mecburiyetinden ötürü erkek şapkalarının sayısı yeterşli olmadığı için kadın şapkalarını erkeklerin başlarına takdığı bilinen şeydir. Haberin devamı:
"...istanbul kambiyo ve esham(hisse senedi) borsasında spekülasyon yapan muhtekirlerin(vurguncu, fırsatcı) tâkibi için sivil memurlar tâyin edilmiştir..."
Evet, kıyafet devrimiyle halk zulm yaşadı, ineğini sattı, karşılığında bir şapka aldı. Bir kesim ise, bunlar daha çok yahudi, ermeni asıllı bir zümre, bu sâyede zengin oldu. Bunlar spekülasyon yapanlar, şapkayı Batı kıyafetini 1 liradan alıp 10 liraya satanlardır. Sivil polisler karaborsayı ve fahiş fiyat fırsatçılığını önleyeceklermiş, gülünecek bir durum, çünkü devlet zaten eşkiyanın ta kendisi. Tedbir olarak sivil polis piyasayı denetleyecekmiş, gülünecek bir durum. Bunların hepsi göstermelik ve propagandadan ibarettir. Cumhuriyet kadrosu zaten çoğunlukla mason, yahudi dönmesi, Ermeni asıllı, ittihat ve Terakki üyeleri. Zaten diş bilemişler müslüman Türk halkının canına okumaya. Kurtuluş Savaşında yapamadıklarını Cumhuriyette yaptılar.
1930 yılında iktisat şöyle durumdadır:
Türkiye Rusyaya Mersin portakalı ihraç etmektedir. Izmir kuru inciri Avrupaya ihraç edilmektedir. Yunanistan Türkiyeye rakip çıkarak kuru incir ihraç etmeye başlamıştır. Deri ihracı mühim bir kalem teşkil etmektedir. Bal üretimi henüz islah olmadığı için büyük miktarda ihraç edilememektedir. Ortadoğu (ırak,Suriye)canlı hayvan için mühim bir pazardır. En büyük kalem ise tahıldır. Dikkat ederseniz sadece ve sadece tarım ürünleri satmaktayız. Buna karşılık her türlü kimyevi ürünler, kibrit, gazyağı, kimyevi boyalar, işlenmiş çelik, bakır, tel, kablo, demir saç, inşaat malzemeleri, vesaire yurtdışından ithal ediliyordu. Her türlü bayındırlık, imar, inşaat faaliyetlerini Avrupalı şirketler yürütüyordu. Liman işletmelerini, elektrik dağıtım ve aydınlatma faaliyetlerini, maden işletmelerini, demiryollarını,vesaire yabancı şirketler yürütüyordu. Türkiye her türlü sanayi faaliyetler bakımından acemi, teknolojisi gelişmemiş daha yeni emekleyen bir çocuk misalindeydi. Her şeyden mühim olan teknolojinin gelişme mecburiyetini Ataput daha anlamamıştı. Ataput muassır medeniyetin kültürle değil teknolojiye yatırımla olduğunu anlamamıştı. Ağır sanayi yani mesela demir çelik üretimi bile Osmanlı zamanında çok küçük çapta vardı. Fakat Ataput zamanında ağır sanayiye, kimya sanayisine önem verilmedi. 1930lu yıllarda tarım ürünleriyle sanayi ürünleri arasında fiyat farkı bugünkü kadar fazla değildi. Mesela bir kilo demirle bir kilo buğday arasındaki fiyat farkı çok fazla değildi. Batıda başlayan tarımda traktörleşme ve makineleşmeyle birlikte tarım ürünlerinin fiyatı çok ucuzlaşmaya başladı. Buna karşın sanayi ürünlerinin fiyatı tarım ürünlerinin karşısında her zaman yükseldi, aradaki makas açıldı. Türk lirasının diğer para birimlerine karşı aynı değerde olmasının sebebi buydu. Tarım ürünleri kıymetliydi. Başka bir sebep ise Türkiye sadece ihtiyaç duyduğu malları ithal etmekteydi. Mesela demir tüketimi neredeyse sadece çivi, bıçak, kapı menteşesi, nal, sundurma kafesi korkuluğu, kazan, mutfak araçları gibi günlük kullanılan demirle sınırlıydı ve ihtiyaç olunan demir ithalından ibaretti. Betonarme bina olmadığı için demir çubuk ithalı yoktu.
Ataput daha çok Batı kültürüne önem verdi. Her sene neredeyse devlet bütçesinin yüzde onuna tekabül eden heykeller yapıldı. Diktatörlüğünü pekiştirmek için de kendi heykellerini yaptırdı. Heykel sevdası bir bakıma islamda yeri olmadığı için ve aynı zamanda hem islama meydan okumak ve hemde halka heykellerle gözdağı vermekti. Halka heykellerle verilen mesaj şuydu: "eski islam kültürünüzü unutun, islam artık eskide kaldı. Biz yönümüzü Batı kültürüne döndük. Batıyı hayat tarzıyla, kültürüyle kabul edeceğiz" mânâsına gelmekteydi. Bunun için heykelleri şehirlerin en büyük meydanına, herkesin göreceği yere yapmak, milleti yavaş yavaş Batı kültürüne alıştırmaktı. Halk heykelin önünden her geçmesinde heykeli, yâni Ataputu kanıksayacak, Batıyı ve Ataputu içleştirecekti. Bütçenin büyük bir kısmının heykellere ayrılmış olması bilinçli yapılmış bir icraattı. Diğer devlet atılımlarının çoğu bilinçsiz ve acemiceydi. Ataput öldükten sonra Ataput heykeli kültürü bütün hükümetler boyunca devam etti ve ne yazıkki, hâlâ, bugün CHP sâyesinde ediyorda. Hatta Türk belediyeleri ve Türkiye hükümetleri yabancı devletlere bile gidip Ataputun heykelini yabancı ülkelere diktiler. Sonra gelip Türkiyede "yabancı devletler bile Ataputun büyük bir insan olduğunu biliyorlar" diye sahtekârlık yaptılar ve hâlen yapıyorlarda. Halbuki yabancı ülkelere Kemalistler kendileri gidip diktiler. Neyse mevzûyu fazla dağıtmayalım.
Devlet her şeyi sanayileştirmek ve makineleştirmekde istemedi. Sözde istedi, bunun için propaganda yaptı, fakat uygulamada sadece Batı kültürünü Türkiyeye getirdi. Çok büyük atılım ve ilerleme çabaları çok büyük külfet ve para ihtiyacı demektir. Devlet borç altına girer. Borç demekte kendi paranızın değer kaybetmesi demektir. Devlet Menderes zamanına kadar büyük bir atılım, kalkınma çabası içine girmemiştir. Türk lirasıda bu yüzden fazla değer de kaybetmemiştir.
Eğer yabancı paraların Türk lirasına karşı değer seyrini incelerseniz Menderes zamanına kadar Türk lirası yabancı paralar karşısında aynı seviyede seyretmiştir.
Bu liranın değerini koruması seyri iktisadın çok iyi olması değildir, ihtiyacımız olan her türlü ürünleri ürettiğimizden değildir. Bahsettiğim gibi tarım ürünlerinin sanayi ürünlerine karşı bir değeri olması ve kalkınma hamlesinin olmamasıdır. Türkiye gelişmeyen, içine kapanık, olduğuyla yetinen, altyapısı olmayan ve altyapı yapmaya da gayret göstermeyen, sanayisini ve teknolojisini, bilimini, geliştirmeyen bir ülkeydi. Başka ülkelerle iktisadi münasebeti fazla olmadığı için Türk lirası da değer kaybetmiyordu.
Türkiye istisnasız olarak tarım ürünü satar sanayi, ürünü alırdı. 1929da başlayan yabancı şirketler tarafından yürütülen inşaat,bayındırlık adımları ve Türk kültürünü yoketmeyi amaçlayan Ataput devrimlerinin ihtiyacı olan yabancı kıyafetler ithalı Sterlinin yukarıya doğru fırlamasına sebep oldu.
Bugün, sene 2022. Bakıyorum bazı insanlar çıkıyorlar, Ataputu ilahlaştırmak adına sallıyorlar. işte "Ataput zamanında Türk lirası Sterlin ve dolardan daha değerliymiş ve ülkemiz o zamanlar daha iyi durumdaymış" gibi saçmalıyorlar. Halbuki Türk Lirasının neden değerli olduğunu araştırmıyorlar, bilmiyorlar. içine kapanık, her türlü sanayi gelişmiklik bakımından ilkel bir toplumun para birimi, bugün bile dolara karşı değerli olur. Bu demek değildirki bu sanayi ve bilim bakımından ilkel toplumun hayat standardı, teknolojik gelişmişlik ve refah durumu dolar ülkesinden daha iyi değildir. Günümüzde en basit ve en bâriz misal olan Japonyanın para biriminin değerini bile gözönünde bulundurmuyorlar. Neredeyse 50 yıldan beri 100 Japon Yeni 1 Amerikan doları ediyor. Fakat hiç kimse Japonyanın iktisadını veya teknolojisinin değeri düşük bir para birimiyle birarada olabileceğini düşünmüyor. Yâni iktisadi durumun veya teknolojik kalkınmanın ve refahın para biriminin değeriyle eşitlenemez. Bazı pasifik adaları ülkelerinin para birimleri neredeyse dolardan daha değerlidir. Bugün bile Türkiyede bazı Kemalizmle, sosyalizmle ve Ataputizmle beyni hasar görmüş iktisatcı bilim adamları sadece Türk lirasının değerine bakıyorlar, gerisini görmüyorlar.
ingiliz sterlini 1925 senesinde 923kuruş, 1926da 966kuruş, 1927de 973kuruş, 1928de 983kuruş, Aralik 1929da 1111kuruş olmuştur. 100kuruş 1Liradır. Yani 1 ingiliz sterlini 11 Liradır.
Hükümetin aldığı yerli malı kullanma ve tasarruf tedbirleri yüzünden Ocak 1930da ingiliz sterlini 84 kuruş düşmüş, 11,10 liradan 10,26liraya inmiştir.
8 Ocak 1930 tarihli Yarın gazetesi 1inci sayfa
Keşke bu sterlinin yükselmesi teknoloji transferi yüzünden olsaydı da, biz gurbetciler Avrupada bugün sürünmeseydik.
7 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 1.Sayfa:
"...Alacağımız 600milyon Drahmi imiş. Yunan patris gazetesinin bir haberi. Hükümetimizin Yunanlılardan 600milyon Drahmi istediğini yazmaktadır.Bu para Türk Mübadillerinin(göçmenlerinin) Yunanistanda terketmiş oldukları emlakın Yunanlıların Türkiyede bıraktıkları emlak kıymetinden fazla olmasından ileri gelmiştir. ..."
Lozan anlaşması gereği Türkiyede yaşayan Rumlar Yunanistana göçecek, Yunanistanda yaşayan Türkler ise Türkiyeye göçecektir, yâni bir değiş tokuş yapılmıştır. Bu göçmenlerin bıraktıkları yerlerdeki arsa, ev, tarla vesaire taşınmazların listesi ortak bir komisyon tarafından çıkarılmış ve paraları ödenmesi kararlaştırılmış zamanında. Tek kelime ile: Lozan kazığının bir ispatı daha. Haberin ne anlatmak istediğini anlamamışsınızdır. Bir daha okuyun. Yâni Yunanistanda yaşayan Türklerin toprakları Türkiyede yaşayan Rumların topraklarından kat ve kat fazla idi. Yunanistana bedavaya verilen ve terkedilen vatan toprakları. Kemalistler, övünün Lozanınızla, devam edin! Peki, bu Türklerin mülklerinin parası alındımı? Nanik nanik! 600milyon drahminin üstüne Ataputumuz bir değil 600milyon bardak soğuk su içmiştir herhalde.
8 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 7.sayfa
Milli Eğitim Bakanlığından bir iş ilanı:
"...istatistik tahsili için Avrupaya talebe gönderilecektir. Maarif Vekaletinden: Vekalet hesabına istatistik tahsili için Avrupaya Mülkiyet mektebi veya Darülfünun hukuk, Riyaziyat(matematik) mezunları arasından bir talebe gönderilecektir. Bu efendi gönderilecek memleketlerin maarif istatistik bürolarında çalışmakla beraber bulunduğu şehirlerin Darülfünunlarındaki istatistik kurslarını da takip ve ikmalle mükellef tutulacak ve avdetinde Maarif Vekaleti istatistik dairesinde çalışacaktır. Taliplerin hallerini bildirir fotoğrafları merbut birer istida ile 20 Aralık 1929 tarihine kadar Vekalete müraacatları lazımdır...."
şimdi herkes bunda ne var, ne güzel, istatistik okumaya Avrupaya gönderilecek tahsilli bir insan aranıyor diyebilir herkes. işte ne yazıkki mesele burda. Satır arası okuyan kimse yok Türkiyede. Siz bile bu kelimeleri söylemişsinizdir, ne derler, sinekten yağ çıkarmaya çalışıyor bu adam dersiniz bana. Ne yazıkki 2 acı delil var burada, cumhuriyet dönemine ait. Yıl Aralık 1929. Birincisi: demekki Avrupa denginde Türkiyede bir istatistik kürsüsü kurulamamış. Ikincisi: aranılan veya çalıştırılmak istenen kişi sayısı 1 kişi. 10 veya 100 kişi değil. 1 kişi. Bu da demekki dönemin Türkiyesinde, Türkiyede Avrupa denginde 1 tane istatistikci yoktur. Olsa Avrupaya tahsile gönderilmez. 100 kişi aransaydı o zaman Avrupaya gönderilmesi makul bulunurdu. Peki Kemalistler ne diyorlar Ataput zamanı için? "Oooo, Ataput zamanımız Altın çağımızdı. Herşeyimiz dört dörtlüktü. Türkiyede herkes okumuştu, herkes refah içindeydi", falan, falan, deli saçmaları. "Bir aydınlık nesil yetiştirdik" falan.
8 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 6ıncı sayfası
Yine bir gazete îlânı, bir tür açık arttırma îlânı.
"...Emvali Metruke(Ermenilerin geride bıraktığı mülkler) müdüriyetinden.
Florya Çiftliği müsteciri(kiracısı) Onnik Beyin medyun(borçlu) olduğu mebaliğe(meblaya) mukabil mezkur(bahsi geçen) çiftlikte tahtı hacze alınmış olan 450 koyun, 2000 okka soğan, 400 okka arpacık, 10 yetişmiş öküz ve tahminen 1000 okka kadar samanın 10.12.1929 tarihine müsadif salı günü saat 13te mahallinde furuhtu(satışı) mukarrerdir(kararlaştırılmıştır). Tâliplerin mahallî mezkurde satış memurlarına müracaatları (gerekmektedir)...."
"Yaa, bunda ne var" diyecekler çıkanlar yine vardır aranızda. Ermenilerin göçleri sırasında bir çok mal, mülk devletleştirilmiştir veya bu ilandaki mülk gibi şahıslara açık arttırma gibi usüllerle satılmıştır. Fakat Ataputumuz tesadüf eseri olacak 1930da yâni bu îlan tarihinden 1 ay sonra bu çiftliğe gelmiş ve burada bir köşk yapılmasını emretmiş, icradaki çiftliğinde orman haline getirilmesini emretmiştir. Her ne kadar istanbul belediyesinin bu köşkü yaptığını ve Ataputumuza hediye ettiğini yazıp çizselerde Ataput bu çiftliğe konmuştur. Hem de bedavaya. Diktatör olursanız böyle öncelikleriniz olabiliyor. Bu köşk bildiğiniz istanbul Florya köşkü ve Ataput ormanı. Hukuk gereği normalde Ataputumuzun bizzat bu müdüriyete başvurması ve satın alması gerekiyordu. Fakat bir de diktatörlük hukuku var. Anlamışsınızdır şimdi bu haberde ne olduğunu.
8 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 5inci sayfası
"...Izmitte komşu vilayetin ihtiyaçları....itfaiye teşkilatının en büyük meselesi de susuzluk, yer yer su depolarının bulunmamasıdır. şehirde 1 orta mektep(okul), 4 ilk mektep(ilkokul) vardır. Ve hepsi muhtelittir(sınıfları karışıktır).Sınıfların talebe mevcudu çoktur...."
işte altın çağın eğitim durumu. Kocaman şehirde 4 ilkokul ve itafiye yangın söndürecek su bulamıyor.
8 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 5inci sayfası
"....istanbul Ankara arasındaki teyyare postalarına ilk baharda başlanacaktır...."
Yâni 1923le 1931 arasında posta uçakla taşınmıyordu. Herhalde bu arada kamyonla taşınıyordu. Eee, eşşekle taşınmadığına şükretmek lazım. En azından 1931de uçak postası konulmuş, bunuda övelim bâri. Mühim olan Osmanlı zamanında veya Enver Paşa döneminde uçak postası varmıydı, yani Ataputtan önce varmıydı, yokmuydu bunu bilmek lazım. Eskiyle karşılaştırmak lazım. Uçak postası 1931de yeni bir şeymi, yoksa eskiden zaten yapılmış bir şeymi? Cevabını vermiyorum, sizce nasıl olabilir? Cevabını vermediğim için şüphelendiniz tabi. Altın çağın, altın değil, hurda çağı olduğunu sizde anladınız.
8 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 4üncü sayfası
"...(Cumhuriyet) Halk Fırkası(Partisi) kongreleri....
....Ocak ve nahiye kongrelerinde tespit edilen halk dilekleri(istekleri) arasında bilhassa nazarı dikkati celbeden(dikkat çeken) maddeler, yolların tâmir ve inşâsı, mektep ihtiyacına nihâyet(son) verilmesi ve kâfi(yeterli) derecede hastâne tesisinden(kurulmasından) ibârettir...."
Zamanın Türkiyesinde ne kadar hastane vardı, nüfusa yetiyormuydu? Hâyır, hastane sayısı parmakla sayılabilecek kadar azdı. 2. Abdülhamit zamanında kurulan hastanelerde insanlar tedavi oluyordu. şarkta zaten doğru dürüst sağlık hizmeti yoktu. Sayılarla hastane ve hasta sayısını şimdilik vermiyorum. Fakat size içler ve yürekler acısı olduğunu şimdiden söyleyeyim.
10 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 7inci sayfası
"....Türk derileri.....Türkiyede dericilik hakkında bilgi.....Türk derileri kalite bakımında iyi bir durumdadır. Yalnız kötü işçilik derinin kalitesini düşürmekte ve bu deriler dışarıya yok pahasına satılmaktadır....Memleketimizde dericilik yapmak için her şey vardır......O halde Avrupadan makine, boya, kimyeviden getirip bunları nazar alarak çalışırsak az zamanda Avrupa derilerine ihtiyacımız kalmayacaktır...."
Türkiye kalitesi düşük ham derileri Avrupaya ihrac ediyor, işlenmiş derileri Avrupadan ve Amerikadan geri satın alıyor. Türkiyenin 1930 larda ihraç ettiği ürünler tahıl, canlı hayvan(çünkü soğutma sistemleri o zamanlarda yok), ham deri, bal, tütün, gibi ziraat ürünleri ile sınırlı. Çoğu şeyi mesela buradaki misal gibi işlenmiş deriyi bile satın alıyor.
Hatırlamışken burada değinmem gereken çok mühim bir şey var. O da bazı tarihçilerin Ataput dönemini ekonomik mucize olarak göstermeleri. Mesela ekonomiyi yüzdelerle, yâni sayılarla veriyorlar ve karşılaştırmayı savaş zamanıyla yapıyorlar. Mesela ekonomi cumhuriyet döneminde her yıl yüzde 5 büyüdü, savaş zamânında iflas etmiştik falan diye sayılar ortada uçuşuyor. şuna hiç değinmiyorlar. Savaş zamanında zâten ekonomi olmaz, o zamanlarla kıyaslanamaz. Savaş olmayan yıllarda olan ekonomik büyüme yani ürünlerin bir önceki yıllara göre artması dahi sağlıklı ekonomik büyüme değildir. "Olurmu?!" diye hemen itiraz ederseniz. "Ürün bir önceki yıllara göre artmış, daha ne istiyorsun?" diyebilirsiniz. Ektiğiniz tahıl miktarı 10 yıl sonra artmış, artmamış ne ifade eder? 10 yıl önce canlı hayvan yetiştiriyormuşsunuz, 10 yıl sonra yine canlı hayvan yetiştiriyorsunuz, başka ne üretiyorsunuz? Can alıcı nokta olan sanayi malları nerede? Esas mühim olan ağır sanayi malları hani? Yok. Ataput zaten ağır sanayiye hiç bir zaman ehemmiyet vermediki. Bu gazete haberinde bahsedilen işlenmiş deriyi ülkemizde sanayileşmiş halde ne zaman üretmeye başladık dersiniz? Sene 1929 sonu ve ham hayvan derisini işleyemiyoruz, çünkü deri sanayisine gereken kimyevi maddeler üreten sanayimiz yok, petrol rafinerimiz yok, mesela gazyağı - eskiden gazyağıyla aydınlanma yapılıyordu, elektrik şebekesi yoktu- gazyağı dışarıdan ithal ediliyor. Gazyağını ne zaman üretmeye başladık, ilk petrol rafinerisini ne zaman kurduk dersiniz? Ataput zamanındamı? Ben çok Türkiye cumhuriyet ekonomisi hakkında yapılan tez, kitap falan okudum, fakat Ataputu eleştiren, Ataputun ağır sanayiyi ve genel makine sanayisini, kimya sanayisini ihmal ettiğini söyleyen tek yazı bulamadım. Sadece Ataput hakkında övgüde övgü, övgüde övgü, övgüde övgü, başka bir şey yok. Zaten ben herhangi bir yazı Ataputa ulu önder diyerek başlıyorsa o yazıyı zaten bir kenara bırakıyorum, en fazla dikkatlice okumayıp, atlayarak geçiyorum. Ataput herşeyi bir anda, ve hemen yapacak değildi. Zaten buna imkanı da yoktu. Fakat başlangıç yapabilirdi. Hazırlık yapabilirdi. Geleceğe yatırım yapılabilirdi. Ağır sanayi için insan yetiştirilirdi, altyapısı hazırlanabilirdi. Yaptımı? Hayır. Ne yaptı? Batı kültür devrimleri. Sanayileşmek, teknoloji geliştirmek için en lüzumsuz şey olan kültür devrimleri. Kültür devrimleriyle Almanyayı mı yakaladık? Neyse.
10 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 5inci sayfası
"....Tayyare(uçak) teşkilatı....
109 vilayet ve kaza bir tayyare ismi koyabilecek. Tayyare cemiyetine muavenetleri dolayısıyla 109 kaza ve vilayet birer tayyare isim koymak hakkını kazanmışlardır. Haber aldığıma göre Tayyare Cemiyeti Fıtre toplamak için bu sene esaslı bir şekilde terbiat almıştır. Ramazanda memleketin her tarafında cemiyetin teşkilatı tevsi edilecektir. ..."
Devlet dışarıdan uçak alabilmek için fitre topluyordu. Her şehirde kampanyalar yapılarak uçak alınması için bağışlar yardımlar toplanıyordu. Hatta halk kurban derisini yıllarca Türk Hava Kurumuna vermek zorunda idi. Eğer kurban derisini vatandaş kuruma vermezse cezalandırılıyordu. Eğer bir şehir yeterince para toplayıp bir uçak aldıysa o şehir alınan uçağa isim koyma hakkına sahip oluyordu. Halkı, basını ve gazeteleri sayesinde bu şekilde uçağın mecburiyetine inandıran devlet, şehirler arasında o zamanlarda gereksiz bir rekabet açılmasına yol açtı. Neyse. Bu sayede halk uçakların çok mühim olduğuna inandı ve Nuri Demirağ gibi insanların belirmesine ortaya çıkmasına yol açtı. Bu insanların hazin sonlarınının ne olduğunu biliyorsunuz. Avrupadan alınan uçaklar yerine uçak sanayi altyapısı kurulsaydı daha iyi olmazmıydı? Yerli malı haftası diye 1970lere 1980lere kadar uzanan bir komedi kampanyası vardı. Yerli malı kampanyası. Yaşlı insanlar hatırlarlar. Hangi mallar kasdedilirdi o zamanlar? Türkiyede üretilipte Türk malı olan mallar tüketilecekti. Uçakmıydı kasdedilen, motormuydu kasdedilen? Makinemiydi? Kasdedilen ürünler basit yiyecek konserveleri, şişede satılan meyve suları gibi büyük çoğunluğunu yiyecek maddeleri ve birazda elbise oluşturuyordu. Türkiyede hiçbir zaman milli ağır sanayi malları diye bir kampanya yapılmadı. Erbakan zamanında bir Gümüş Motor çıkarıldı. Akibetini biliyorsunuzdur. 2000li yıllarda Uzun Adam milli teknoloji adına bir şeyler yapmaya çalıştı, 2022 senesi itibarıyla halen yapmaya çalışıyor. Akibeti ne olur, CHP zihniyeti ne zaman engeller, şu anda merak konusu. Neyse. CHP zamanında cumhuriyetin ilk zamanlarında bir tayyare macerası vardı. Yerli olmayan uçaklardan çok miktarda Türkiyeye uçak getirmek. Türkiyede mümkün olduğu kadar büyük bir uçak filosu kurmak Bu da Ataputumuzun emriyle gerçekleştirilmişti, o zamandaki her şey gibi. Uçak alabilmek için hatta bir uçak piyango kuruluşu bile yapılmıştı. Bu kurum bir çok gazetede aylarca reklam yapmıştır. Piyangodan elde edilen parayla uçak alınacaktır. Fakat sonradan öğrenildiğine göre paralar bazen maksadına uymayan işler için de kullanılmıştır. Devleti elinde tutan CHP için zimmetine geçirmek için halihazırda her tür para için zaten geçerlidir.işte o piyango kurumunun bir ilanı:
11 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 8inci sayfası
"....Büyük Tayyare Piyankosu......Yedinci tertip 5inci keşide(çekiliş)......11 Kanunievvel.......Büyük ikramiye 55bin liradır........Ayrıca 25bin, 15bin, 12bin, 10bin liralık ikramiyeler ve 10bir liralık mükafat......."
Hatta 1936 yılında devlet Hava Kuvvetlerine Yardım vergisi bile koymuştur.
10 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 5inci sayfası
"....Ereğlide yangın....
Ereğlide mali meselelerin tahkikatına giden maliye müfettişleri işe başlar başlamaz Ereğli Hükümet dairesi kamilen yanmıştır. Yangının kasden yapıldığı zannolunuyor. Söylendiğine göre maliye müfettişlerinin mali işlere vaziyet etmelerinde bazı istidlallerde bulunmaktadır. Ereğli Hükümet konağındaki resmi kayıttan hiçbiri kurtarılmamıştır. Maliye kasasındaki binlerce lirada yanmıştır. Hasar çok mühimdir...."
Acaba kasadaki binlerce lira Ereğli valisin cebine mi, yoksa maliye müdürünün mü cebine inmiştir? Yoksa bir susma payı olarak ortada bölüştürülme varmıdır? Yoksa o kasada daha önceden hiçbir lira kalmamışmıdır ve yangın bahanesiyle önceden boşaltılan tahta para kasası yanmışmıdır? Can havliyle dışarıya kendini zor atan vali kasadaki paraları almayı aklına getirmemişmidir? Bu arada belirtelim. Müfettiş CHP üyesidir, vali CHP üyesidir, müdür CHP üyesidir, hademe belki dindardır, fakat CHPli gözükmeye mecburdur. Bu arada her zaman hatırlatıyorum. Okuyucum, lütfen kendi okuma tekniğine dikkat et! Bir kelime mutlaka gözünüzden kaçmıştır! ......kurtarılmamıştır....kelimesi. Kurtarılamamıştır yazmıyor, kurtarılmamıştır yazıyor. Arif Oruç burada bilerek mi kurtarılmamıştır kelimesini yazdı, evet. Gazetenin bir çok sayılarında eksik harfler mevcut. Fakat burada bir harf eksikliği tamamen hükümet dairesini bilerek zan altında bırakmaktadır. Hükümet binası kurtarılmamıştır demek düşündüğünüz gibi yanmaya terk edilmiştir demektir. Zaten haberin başlarındada yangının kasden yapıldığı zannediliyor ifadesi var. Evet CHP den fazla bir şey beklenilemez. Zaten cumhuriyetin başlarında eksik, yetersiz olan devlet kurumları binalarından bir tanesi eksilmiş. Yolsuzluk delilleri kökten halledilmiş. Müfettişin ikramiyesi gayriresmi şekilde biraz kabarmıştır. Mühim değil. Vatandaş soğukta dışarda bekler, hizmeti burada alır, memurun cebine biraz para sıkıştırılır, soğukta da görevini yapar. Yada devlet binası olarak bir ahır bulunur, dört ayaklı hayvanlar dışarı çıkarılır, vatandaşlık işlemlerini yaptırmak isteyen iki ayaklı koyunlar içeriye alınır.
Aralık ayının 1929unun neredeyse her gününde Yarın gazetesi son sayfaları
"... Daima şen ev, daima sıhhatli gezenler, Bilecik rakısı içenlerdir...."
Bu tür rakı ilanları zamanın neredeyse her gazetesinde yer almaktadır. Neredeyse bütün gazeteler halkın din hassasiyetini görmezden gelmektedir. Dindar insanları küçümseyen bütün gazete yazarları rakı ilanlarını yayınlamakta hiçbir mahsur görmemektedirler. Arif Oruç bir çok yazısında sarhoşluğun kötülüğünü ifade eden polislik olayları yayınlamıştır. Mesela sarhoş insanların başkalarını dövdüğünü, hayat kadınlarının sarhoşları dövdükleri haberlerini verirken sarhoşluğu hep tenkit eder. Fakat alkolün dine aykırı olduğundan hiçbir yerde bahsetmez. Zaten kendisi dine mesafelidir. Buradan şu netice çıkmaktadır. Arif Oruç rakı içilmesine karşı değildir, sarhoş olunmasına karşıdır. Rakı ilanlarınıda bu yüzden alıp yayınlamaktadır. Başka gazetelerin yazarlarından bazıları ise hem kendileri sarhoş, hem dinsizdir. Kim olduklarını merak ediyorsanız ve bilmiyorsanız Ataputun rakı sofrasına icabet eden gazetecileri öğreniniz. Arif Oruç bu rakı sofrasına hem kendisi Istanbulda bulunduğu için, hemde Yeni matbaa kanunundan sonra yurtdışına kaçmak zorunda kaldığı için "maalesef" katılamadı, kanaatimce katılmazdıda.
8 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 8inci son sayfası
".....şişhane karakolunda Millet gazinosu bol meze nefis içkiler. Her Akşam. Hafız Selahattin Beyin idaresindeki incesaz takımı çalıyor. Fiyatlar son derece ucuzdur..."
Bu gazino kültürü bilirsiniz orduda çok yaygındı. içkili, müzikli eğlence kültürünün orduda yerleşmesinin kökü cumhuriyet döneminde ortaya çıkmıştır. Gördüğünüz gibi halka açık bu gazinolar dine karşı indirilen o büyük darbe neticesinde mantar gibi yerden bitmiştir, gazino sayıları patlamıştır. Ahlaksız olarak yetiştirlen ve rakıya, şaraba, hayat kadınına yönlendirlien nesil gazino kültürüne alıştırılmıştır. Son Saat gazetesine yazan bir okuyucu mektubunu burada bir misal olarak verelim:
12 haziran 1929 Son Saat gazetesi sayfa 4:
"....Kari(okuyucu) sütünu.....
Bunun cevabını vermek lazımdır....
Bir tesadüf neticesi, geçen gün, (istanbul)Kadıköyde, herkesin gözü önünde bulunan bu gazinoya girmek bedbahtlığında(talihsizliğine) uğradım. Burada, emsaline(örneğine) tesadüf edildiği gibi bir caz(müziği)ö salonda da 15 den(yaşından) başlayarak muhtelif çağ ve yaşta 20den fazla kadı, kız vardı. Bu arada ortada dolaşan bir kadın da, masa, masa, bu kızları arzu eden müşterilere arz ediyor, anlaşma esaslarını hazırlıyor....Esasen buraya(bu gazinoya uğramak sözlerimin doğruluğunu derhal ispat eder. Göz önünde, polisin ahlak zabıtasının burnu ucunda bu rezalete nasıl müsaade ve müsamaha edilir..."
Eskiden bir ahlak zabıtası bile vardı.Bu aslında Osmalıdan kalmış bir gelenekti. Bu bahsi geçen kadınları çoğu Türk filmlerinde de görmüşsünüzdür, aslında bu kadınlar film değil gerçek hakikat idiler.
Kadınların pazarlanma yerleri de gazinolardı. Burada genelevden bahsetmiyoruz.
Bu gazino kültürü orduda da tabiiki sonra gelenek haline gelmiştir. Ordu gazinoları her şehirde her kasabada inşa edilmiştir. Burada eğer dikkatli okuma sanatını biraz kullandıysanız Yarın gazetesinin ilanında müzik takımını yöneten kişinin adı hemen gözünüze çarpar: bir hafız. Hafız isminin ne için kullanıldığını biliyorsanız burada yapılmak istenileni de anlamışsınızdır. Bazı dini kötülemek isteyen art niyetli insanlar şöyle derler: "Hafızlar zaten dindar, sofu görünürlerdi, evlerinde gizli gizli rakı içerlerdi. Ataput geldi, rakı içmek serbestleşti. şimdi artık dindar insanlarda kendilerini gizlemiyorlar, serbestce rakı içiyorlar". Buna benzer bir ifadeyi Falih Rıfkı Atay da kullanmıştır. Hafızlara ve dindar insanlara atılan bu iğrenç çamur kendi kafalarının içinde bolca bulunduğundan başka mübarek insanları da kendileri gibi zannederler bu insanlar. Bu mübarek hafızlar ve dindar insanlar kendileri çamur, beyinleri çamur olan dinden uzak Kemalist insanlardan münezzehlerdir. Dinsiz Kemalist insanların çoğu dindar adamları karalamak için, asırlarca kendilerinden öncekilerinin yaptıkları gibi, dindar görünen fakat dini suistimal eden birkaç insanı misal göstererek bütün Islamı ve Islam dünyasını kötü göstermek isterler. Mesela hurafeyle uğraşan, para karşılığında üfürükcülük yapan, para için cin kovalayan cinci hocalar falan bu insanlar dinsiz Kemalistlerin arayıp bulamadığı güya dindar görünüşlü, aslında kullanılan insanlardır.
Millet gazinosu müzik takımı yönetmeni Hafız Salahattin Bey de bir misal olarak bu sınıfa girer. Ya gerçekten hafızlık yaparsın, gazinoya uğramazsın, ya da eğer gerçekten hafızsan o gazinoya gireceğine yerin dibine girersin daha iyidir. Hafız da değilsen eğer, dine saygıdan, gazinoda çalıştığın sürece hafız adını sildirirsin. Bu arada aklıma diğer bir bina adı daha geldi, pavyon. Pavyon 1930larda değil daha sonraları 1960, 1970lerden sonra türedi. Fakat işleyiş tarzı aynıydı. 1980lerden sonra bunlara diskotek de eklendi. Gazino, pavyon, genelev, birahane, meyhane, kumarhane aldı başını gitti. Osmanlıda bunlar yokmuydu diyen Osmanlıyı kötüleyen insanlar hemen ortaya atılabilirler. Osmanlıda olsa bile sayıları çok ve çok sınırlı idi. Cumhuriyetle beraber - bu gibi ne diyelim? cehenneme hazırlık binalarının sayıları atom bombası gibi patladı.
6 Ocak 1930 tarihli Yarın gazetesi 5inci sayfa
11 Aralık 1929unun tarihli Yarın gazetesi 7inci sayfası
"...S.S.C.I (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği) neft(petrol) Türkiye mümessilliği(temsilciliği)....Son zamanlarda mahalli tüccarlardan Diyakonof, Istavridis Efendiler ve saire tarafından Batum Gazı(gazyağı) ibaresini markasında bastıran fakat Batum gazyağı olmadığı tahlil sonucu ispatlanan, aksine Romanya vesaire gazyağlarından ibaret olduğu anlaşılmıştır. Bakkalara ve petrol şirketlerine arz ederiz. Haklarında dava açılmış olmakla beraber Diyakonof, Istavridis efendilere Batum gazı satmadığımızı bildirmeyi gerekli görürüz...."
Bu haber bir kaç gün önceki yolsuzlukla alakalıdır. Bir gemi dolusu gazyağı istanbula gelmiş ve vergi vermeden malını boşaltmıştır.Vergi vermediği ortaya çıkınca Istanbul limanlar işletmesinin beyan ettiği gibi gazyağının tek ülkeden değil, değişik ülkelerden geldiği de ortaya çıkmıştır. Herhalde dedikodular üzerine Rus (o zamanlar Sovyetler Birliği idi) petrol şirketi açıklama yapmak zorunda kalmış. Yani yolsuzluğun içinde ben yokum demiş. Yolsuzluk devletin bütün kurumlarına o kadar çok yayılmışki, kim nerede, ne kadar para zimmetine geçiriyor belli değil. Diyakonof, Istavridis adlı tüccarlar yanlış etiket basıyor, liman işletmesi vergi ödenmesini bir şekilde uygulamıyor, namuslu bir vergi müfettişi veya önceden anlaşmalı olan bu vergi müfettişi liman şirketiyle aralarında bir anlaşmazlık neticesinde vergi kaçakçılığından devleti haberdar ediyor ve bu yolsuzluk ortaya çıkıyor.Tek mi bu yolsuzluk? Bu olay sadece denizdeki bir kum tanesi. Daha sonraları Arif Oruç bazı milletvekillerinin karıştığı yolsuzlukların, şeref meselesi yapıp, peşine düşünce kendi sonunu kendisi getiriyor.
10 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 4. sayfa
"....Komunistlerın mahkemesi sırasında. Taşın altından çıkan evrak. Istanbul tevkifhanesinin(hapishanesinin) 2 gardiyanı mahkemeye verildi. Koministlerin tevkifhanede(hapishanede) mevkuf bulundukları bir sırada koministlikle maznun bulunan ve fakat o zaman mevkuf(tutuklu) bulunmayan doktor Hıkmet bey bir gün tevkifhaneye, şefik Hüsnü beyi ziyarete geldiği zaman üzerinde getirdiği bazı kominist risalelerini tevkifhane dışarısında bir taşın altında saklamış ve bilahare(sonradan) ziyaret için girmiştir. Bu esnada tevkifhane idaresi tarafından polis müdürlüğüne haber verilmiş ve Hikmet Bey yakalanmıştı. Işte bu hadiseden dolayı tevkifhanenin idaresinde ihmalleri görülen gardiyan Hüseyin ve Hidayet efendiler, haklarında tayin olunan evrakla birlikte mahkemeye sevk edilmişlerdir.Üçüncü ceza mahkemesinde muhakemeleri yapılacaktır...."
1929 senesinin sonunda Kominizm ve kominizmle ilgili olan yazılar yasak olduğundan devlet koministlikle ilgili şüpheli gördüğü herkesin peşine hafiye polisi takıp izlettiriyor. Adı geçen hapishanede yatan kişi şefik Hüsnü Bey asıl adı Mehmet şefik Hüsnü (Deymer) olup Kominist Partisinin kurucularındandır. Onunla ilişkili herkes tabiiki polis takibindedir.
şefik Hüsnüyü ziyaret etmek isteyen kişi Hikmet Bey ise çok büyük bir ihtimalle şefik Hüsnünün yakın arkadaşı ve partinin esas isimlerinden ünlü Hikmet Kıvılcımlıdır. Polis bu kişileri zaten haklarında her zaman mahkeme yapıldığından dolayı adım adım takip eder. Hikmet Kıvılcımlı zaten devamlı Kominizm ideolojisiyle uğraştığı için yanında kominizmle ilgili yazıların bulunması her zaman muhtemeldir. Polisler hemen Hikmetin taşın altına sakladığı yazıları alıyor ve yasak yazılar yüzünden Hikmet Beyi de tutukluyorlar. Buraya kadar bir hafiye devletinin sıradan uygulamaları denilebilir. Fakat bundan sonrası ilginç. Yazıların taşların altına saklandığını gören polisin hapishanenin gardiyanlarını tutuklatmaları ise ceberrut sistemin nasıl gaddar olduğunu göstermektedir. Gardiyanlar nasıl bir ihmalle suçlanıyorlar? Okudunuz. Hapishanenin içerisi değil, dışarısı bile gözetlenecek, en küçük bir şüphede hemen olaya el atılacaktır. Bu istenmektedir. Hapishanenin dışında bir kişi bir taşın altına bir şey koymuş. Vay efendim, nasıl olurda siz bunu görmediniz! Okudunuz gardiyanlar tutuklanıp mahkemeye gönderilmişler. Yani devletin emniyetle ilgili olan her devlet memurunu, devletin kendi vatandaşını bir düşman gibi görmeye yönlendirmesi. Ecnebi(yabancı) kelimelerle buna totaliter idare demiyorlarmı? Başka adı da diktatörlük değilmi? Yabancı yazarların kitaplarının adını Batıcılık reklamı olsun diye söylemem fakat aklıma buna benzer bir kitap gelmedi. George Orwellin 1984 adlı kitabını okumuşsanız Ataput diktatörlüğü bu kitapta anlalatılan diktatörlüğe benzer. Ataput diktatörlüğü yaklaşık eşittir Stalin diktatörlüğü de denilebilir. Matematikte bir eşittir işareti vardır, birde yaklaşık eşittir işareti vardır. Gazetedeki bu olay bu karşılaştırmanın doğru olduğunu gösteren milyonlarca delil arasında küçücük bir misaldir.
13 Mayıs 1929 Son Saat gazetesi 14üncü sayfa
".....Eski harflerle tedrisat.....
Inebolu köylerinde hala Arap harfleriyle tedrisat yapmaya çabalayan 2 hoca yakalanmıştır...."
Arap harfleri ile eğitim yapmak, Kuran okutmak yasaklandı ve bu yasak neredeyse 40 yıl devam etti. Eğer Hatıralar sayfamda değişik insanların yaşadıklarını okuduysanız, bu gazete haberi sizi şaşırtmamıştır. Böylesine tutuklanan din adamlarıyla ilgili gazete haberleri çok sayıda mevcuttur.
10 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 8. sayfa
"...Anastas bale heyeti Anadolu turnesinden şehrimize(istanbula) dönmektedir. Yeni kadro. Zengin varyete...."
Bale çoğunklukla zamanında Sovyetler Birliğinin ehemmiyet verdiği bir Batı dans sanatıdır. Bu ilanda bahsedilen Anadolu yeri Kızılırmak nehrinin batısındaki iller kasdetilmektedir. Zaten eskiden Aralık ayında Doğu Anadolu ve iç Andaoluda yaklşık yarım metre kar yağardı ve en iyi yollar çakıldan ibaret olduğu için muhtemelen bu balo heyeti Egenin ve iç Anadolunun batı şehirlerini gezmiştir. Dikkat edileceği üzere islam,Osmanlı ve Türk kültürne ait hiçbir etkinlikler gazetelerde yer almıyor zaten Osmanlıdan ve islamdan bahsetmek yasak. Devletin zorla halka dayattığı Batı kültürü olan bale, tiyatro ve Batı sinemalerı seyredilmek zorunda. Milli olamayan bu kültürü zaten ne o zamanda hatta o kadar batı baskısına ve Kemalizmin dayatmasına rağmen 2000li yıllarda bile rağbet eden yok.Bu gibi ilanlar her gazetenin iste Ankra olsun, iste Izmir, Istanbul neredeyse 2 sayfasınını meydana getirmektedir. Bale, tiyatro, rakı, şarap, gazino reklamları, opera gibi halkın şimdiye kadar yabancı olduğu ve rağbet de etmediği kültür olayları halka Batılılaşması için dayatılmıştır, hatta memurlara zorla seyrettirlmiştir.
Mesela:
28 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 2. sayfa
".....Muhlisin çocukları....
Operet(opera) heyeti Samsuna gitti. Muhlisin çocukları Operet heyeti Izmirdeki temsillerini bitirmiştir. Heyet kıymetli bestekar Sabahatdin Beyle birlikte şehrimizden Samsuna hareket etmiştir......"
Operanın ne olduğunu 1929 yılında Samsunda bilen belki bir kişi vardır. Halk hiç bilmediği bir şeyi ziyaret etmez. Mesela bugünden size misal vereyim. Yerli Afrika kabilesinden bir insan Türkiyeye gelse, nasıl mızrak yapıp avcılık yaptığını gösterse kim 2022 yılında bu gösteriye gider? Merak edenler ve zamanı ve parası olanlar. 1929 yılında nüfusun 80%i köylü, çiftçilik yapıyor, açlıktan ot yiyenler var- inanmayanlar için yazımı sonuna kadar okumalarını tavsiye ederim-, insanlar veremle, tifoyla, sarılık,kızamık, bit, pire, tenya ve keneyle boğuşuyorlar, Samsun şehrinin merkezine belirli bir yere gitmek için, olmayan çamurlu yolları katederek ya eşek sırtında ya at sırtında hemde üstüne para vererek tanımadığı ve nefesinin sonuna kadar avazı çıktığı kadar bağıran operacıları mı seyretmeye gidecek? Peki opera heyeti nasıl para kazanıyordu? Seyredecek yani para verecek insan yok. Devlet kendi kasasından bu insanlara para aktarıyordu. Halkı da, özellikle memurları zorla gösteri yerine götürerek seyrettiriyordu. Bu Muhlisin çocuklarınının reklam parasını Yarın gazetesine opera heyetimi verdi sanıyorsunuz. Günümüzde bile şu günde 2022 yılında gidin mesela Siirtin bir kasabasına opera gösterisi yapın, kaç kişi gelip seyrediyor. Benim olmayan bir kültürü halka dayattılar, sonra çağdaşlığı uygarlığı getirdik diye 10uncu yıl marşı çaldılar bu memlekette.
12 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 7. sayfa
"....Kiliste Cumhuriyet bayramı....
Kilisliler (düşmandan)kurtuluş günleri olan 7 Aralıkı fevkalade merasimle te'sit etmişlerdir. Kiliste cumhuriyet meydanında bir de resmi geçit yapılmıştır....."
Eskiden Anadoluda düşmandan kurtuluş günü kutlanırdı. Hala Kurtuluş günü kutlanıyor, fakat eskiden Kuvayı milli ruhu canlandırılırdı. şimdiki gibi Ataputu kutlama günü çok yoktu o zamanlar.Kuvayı milli demek eskiden islam ve cihad demekti. Vatan toprağını kurtarmak istenmesinin sebebi islamın hür bir devlette yaşanılır olması zaruretinden geliyordu. Burada Arif Oruç islama mesafeli olduğu için kurtuluş gününün kutlanmasını kasden cumhuriyetin kutlanması gibi göstermektedir. Halbuki Kilisin kurtuluş yılı 1920 cumhuriyetin ilanı ise 1923dür ve Kilisin kendi kurtuluşunu kutlamasının cumhuriyetle hiç bir alakası yoktur.Sonraki gelen yıllarda yavaş yavaş bu düşmandan kurtuluş günlerini Ataput kutlama günlerine çevirdiler. Kimler? Tabiiki devletin eğitimiyle, tarihçileriyle büyüyen Kemalistler, devletin resmi ideolojisi veya dini de diyebilirsiniz. Halk kendi kurtuluşunu ( bir bakıma da islamın kurtuluşunu) kutlamak istiyordu, fakat devlet Ataputunu ve kendi kurduğu cumhuriyetini vatandaşına kutlatmak istiyordu.
12 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 4. sayfa
"....inkilap müzesi hazırlıkları...
inkilap müzesi komisyonu faaliyetine devam etmektedir. Komisyon Gazi hazretlerinin Anadoluya geçiş tarihten bugüne kadar geçen şayanı dikkat devre ait vesikalarla eşyaları toplamaktadır. ...."
Bu bina istanbul şişlide Halaskâr Gazi caddesinde bulunan Ataput etnoğrafya müzesidir. Ataputun eskiden kaldığı kaldığı evdir. Dikkat edilirse diğer ordu komutanlarının eşyaları ve hatıraları toplanmamıştır. Sadece ve sadece Ataputun eşyaları burada sergilenmiştir. Bir Ataput kültürünün oluşturulması 1930ların başlangıcına denk gelir. Ataput kendi heykellerini diktirerek başlangıç yapmıştır. Bu müzede Ataputu bir insanüstü varlık gibi gösterme geleneğinin bir parçasıdır. Prof. Taner Timur Atatürk kültü oluşturulmasının başlangıç tarihini 1930ların başı olarak kabul eder.
Bütün gazete nüshalarını eğer takip edersek Arif oruç Ataputun Batı devrimleri hakkında hiç bir tenkit kelimesi sarfetmez. Hatta arkasında durur. Ataputun daha tam mutlak diktatörlüğünü ve har tarafta tek adamlığını kabul ettirmesi daha henüz tam oturmamıştırki bu yüzden Ataputun ilahlaştırılmasını tenkit etmez. Müzenin açılmasına Ataput doğrudan kendisi emir vermez. Kaynaklarda daha çok Ataputun meydana getirdiği Batı zihniyetli ve Batı kültür devrimleri taraftarı kişiler tarafından bu müzenin açılması planlanmıştır.Bu komisyonu meydana getiren kişilerin arasında CHP'den istanbul valisi ve vali olduğu içinde otomatik olarak belediye başkanı Muhittin Üstündağ vardır. Bu kişinin keyfi işler yapıp eşkiya gibi adam dövmesi, metresiyle "kral" gibi gezmesi ve başka keyfi icraatları yüzünden Arif Oruç gazetesinde valiyi yerden yere vurur. Ataputun silah arkadaşlarının bir kenara itilmesiyle beraber Ataputun ilahlaştırmasının önü açılmıştır.
13 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 7. sayfa
"....Bir türbe....2 senedir geri alınacak....Çarşıkapıdaki Mustafa Paşa türbesini emanet(istanbul elediyesi) senelerden beri geriye kaldırmak ve caddeyi genişletmek ister. Fakat müzeler idaresi bu türbenin tarihi kıymeti haiz olduğu iddiasında bulunmakta ve emanetin icraatına muhalefet etmektedir. Emanet yolun ortasındaki bu çıkıntıyı kaldırmaya kati surette kaldırmaya karar vermiştir. Türbe hiç bir yerine halel getirilmeden şekli bozulmadan aynen geri alınacaktır...."
Türbede yatan Kemankeş Mustafa Paşadır. Osmanlının ve osmanlı şahıslarının hiçbir değeri kalmadığı için istanbulda birçok tarihi bina yok edilmiştir. Burada müzeler idaresinde demekki bir kaç Osmanlının kıymetini bilen insan bulunuyormuş ki karşı çıkmış veya çıkmışlar. Tarihi binaların mesuliyeti ve korunması Vakıflar müdürlüğündeydi, fakat görevlerini doğru yapmadılar. O zamanki teknik kabiliyet bir binayı kaldırıp başka bir yere kondurmaya müsait değildi. Nitekim bu paşanın kemiklerinin ne olduğu bilinmiyor, binada ortalıkta yok. Akibeti istanbuldaki binlerce tarihi bina ve içindeki yatan binlerce ünlü şahsın akibeti gibi oldu.
13 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 7. sayfa
"....Esnafın dert ve şikayetleri.....Otelciler de vaziyetlerinden şikayetci.... Kazanç azaldı masraf çok.....Otelcilerin işlerinden son zamanlarda çok müştekidir. Çünkü iktisadi darlık onlara da tesir etmiştir. Eskiden şehrimize(istanbula) fazla mal almak için Anadoludan tüccar gelirken şimdi bu azalmıştır.ve hatta nisbeti(oranı) geçen seneye nazaran(göre) yüzde elli eksiktir(düşmüştür). Dikkat edilirse bir çok otellerin (bir)gecede (sadece) beş yatak için müşteri bularak kapıyı çektiği görülür(bir günde 5 müşteri bularak kapıyı kilitler.)....."
Millette alım gücü olmadığı için mal alan yok, tüccarda müşterisi olmadığı için mal almaya Anadoludan istanbula gelmiyor.
13 Mayıs 1929 tarihli Son Saat gazetesi 13üncü sayfa
"......Gelecek kış......Karların nasıl temizleneceği düşünülüyor....
Karlı kış günlerini anlattığımızdan beri çok zaman geçmedi. en işlek caddelerimiz yarım arşın(yarım metre) irtifasındaki(yüksekliğindeki) kar yığınlarından günlerce geçilmez hal almıştı. Ah, diyorduk, Emanetin(istanbul belediyesinin) bir kar temizleme makinesi bile yok.
Emanet tetkikat yaptırmış.Avrupada kar makinesi olmadığı neticesine varmıştır. Oralarda kanalizasyon istifade edilmektedir.Biriken karların lağımlara döküldüğü anlaşılmıştır.Emanet kanalizasyon biten mıntıkalarda lağımlar işlemeye başlayınca karları lağımlara döktürmeyi tensip etmiştir...."
Yani bu haber istanbulda kanalizasyon olmadığını ve sadece belirli mahallelerde yeni kanalizasyon yapımına başlandığını gösteriyor. Aynı zamanda haber istanbula 1929da yarım metre kar yağdını ve şehrin kara teslim olduğunu, belediyenin kara karşı hiçbir şey yapmadığını söylüyor. Kocaman istanbulda bir tane kar küreme makinesinin olmadığınıda aktarıyor.
Zamanında yol parası diye mecburiyet vardı. Bu parayı vermeyen, veremeyen kişiler zorla sanki bir toplama kampı gibi çalışan yol şantiyelerine götürülüyorlardı. Polis, mesleği ne olursa olsun, vaziyeti durumu ne olursa olsun insanları toplayıp çalışma kampına götürüyordu. Kemalist zengin zümre o zamanda ve şimdiki zamanda da bu yol parası kanununu savunuyor, çünkü kendileri gidip çalışmadılar. 1929 yazında yol parasının miktarı sadece 10lira idi, yani bir ineğin üçte biri miktarında.Bu parayla bir şapka alabiliyordunuz. 1929 yılında ortalama bir memurun ve sanayide çalışan işçinin ortalam aylık maaşı yuvarlak 100lira idi ve yol parasını rahalıkla ödeyebiliyordu. Fakat köylü ve vasıfsız bir işçi(hamal, amele) bu para az bir para değildi. Ve nüfusun yüzde 80i o zamanlar köylülerden, vasıfsız işçi amalelerden meydana geliyordu.şimdi bir gazete haberinden yol parasını ödeyemeyenlerin yahut ödemeyenlerin nasıl bir muamele gördüklerini öğrenelim.
13 Mayıs 1929 tarihli Son Saat gazetesi 15inci sayfa
".....iş başına....
Tarik bedelini vermiiyenler fiilen çalıştırılıyor.....Yol parasını vaktinde vermiyenlerin Kanlıca - Beykoz yolu inşaatına sevkine devam edilmektedir.Bedenen edayı(yerine getirmeyi) mükellefiyet(mecburi) edeceklerin listesini alan polisler, kapı kapı dolaşarak, yol parasını verdiklerine dair makbuz göstermeyenleri işe güce bakmadan Beykoza sevketmektedirler. ...."
Bu muamele sadece ve sadece diktatörlükte yapılır. Hangi ülkenin polisi vatandaşını kapısından zorla alıp çalışma kampına ne zaman ve nerede götürdü? Evet, Hitler zamanında Nazi polisleri yahudileri kapı kapı toplayıp çalışma kampına götürdü. Stalin aynısını muhaliflere karşı, azınlıklara karşı(mesela Kırım Türklerine karşı) Sovyetlerde yaptı. Fakat Türkiyede polis kendi vatandaşını çalışma kampına götürdü. Haberi lütfen bir daha okuyun. Ben Ataput diktatörlüğünü Stalinle eşitleyince bazı insanlar "olurmu ya, abartıyorsun!" derler. Tekrar haberi okuyun o zaman. Haberin devamını okuyalım.
"....(kapısı çalınıpta çalışma kampına götürülmek istenenler)
...... "--Canım, 10 lira olan yol parasını vereyim..."diyenlere:
......."--Vaktiyle vereydin" cevabı veriliyor.
Atik(çabuk) davrananlar, polise yakalanmadan 10 lirayı Muhasebei hususiye(ıl Özel Idaresi) şubelerine verip makbuz alıyorlar. Bu suretle şehrimizde yol parası vermiyen 10bine karib( yakın) mükellefin yarıya yakın kısmı edayı(yerine getirmeyi) mükellefiyet etmiş(yapmış) 40bin lira toplanmıştır. Bu atikliği(çabukluğu) göstermiyenlerin vay haline.
Filhakika(gerçekten), bunlar, vapur parası Idarei Hussuiyece(ıl Özel Idaresince) tediye edilmek(ödenmek) suretiyleÜsküdara geçiriliyor, oradan yayan olarak Beykoza sevkediliyorlar. Bundan başka, Nafia mühendisliği(Bayındırlık Bakanlığı) mesela "1 günde orta kabiliyette bir amele 1 metre mik'âbı(metreküp) taş kırabilir" diye bir vahidi kıyasi tesbit etmiştir. Bu esasa istinaden, yol mükellefiyetini bedenen ifaya sevkedilenlerden, 10 günde 10 metre metre mik'âbı(metreküp) taş kırmaları isteniyor. Beceriksiz olupta, bu işi 10 yerine 30 günde yapabilenler olabilir değilmi? kanunla derecei telifini pek tetkik etmedik, fakat verilen karar bunların 30 metre mikabı taş kırmayı ikmal edinceye kadar, 10,20,30 gün çalıştırılmaları zeminindedir. Hem de, yemekleri kendilerinden olarak, yalnız, Vilayet, çadırda yatacak yer gösterecektir....."
Kadınlarda çalıştımı diye soracaklar çıkacaktır. Ben "sizce nasıldı?" diye kendilerine sorayım.
Biraz mizah yapalım. Yahudi kamplarında Naziler öldürmeden önce Yahudilere bedavaya yemek vermişler. Türk Kemalist devlet Türklerin yemeklerini karşılamamış, fakat 30 metreküp taş kırdıktan sonra serbest bırakmış. Nazi kamplarına göre çok ve çok insaflı değilmi? Üstelik hemde yol yapmak devlete yük olmamış. Yol yapmayı devlet bedaya getirmiş. Kemalistlerin bu yöntemi şimdi bugün savunmaları lazım. Çünkü 2000li yıllarda devlet kasasını kendi kasaları gibi savundukları için altyapı hizmetlerini devletin özel şirketlere yaptırmasına karşı çıkıyorlar. şimdi Kemalistler Ataputlarını her zaman savundukları için, 1929da olduğu gibi ellerine kazma kürek alıp, "her vatandaşın 30 metreküp taş kırması lazım" demeleri lazım. Böylelikle "altyapı özel şirketlere yaptırılmaz vatandaş kendi yolunu kendisi yapar" derler. Fakat 1929da olduğu gibi 2000li yıllarda da her Kemalist insan her devirde olduğu gibi sahtekar, istismarcı, yalancı ve çıkarcı insanlardır. Kemalist bir kişi gereğinde Nazi yöntemlerini savunur, gereğinde Stalinin faşizminin arkasında durur. Kemalist insan genelde omurgasız insandır. Kemalist insanın omurgası Ataputtan ibarettir. Ataput yanlış da yapsa, o doğrudur, doğru olmak zorundadır.
13 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 4. sayfa
"...Son Saat (Gazetesi) aleyhine yeni bir dava açıldı....
Müddei umumilik (cumhuriyet savcılığı) tarafından tatili(tatilde deniz kenarındaki insanları) neşriyat eden (yayınlayan) Son Saat gazetesi aleyhine Türk Ceza kanununun 161inci maddesi mucince(gereğince) efkarı(kamuyu) tehyiç(heyecanlandırma) ve musanna(uydurulmuş) neşriyat davası açılmıştır....."
Son Saat gazetesi 2 Hazıran 1929 sayılı yazısında birinci sayfada evlerde gizli fuhuş yapılmasından şikayetci olur. Beyoğlundaki aleni olarak fuhuş kadınlarının yaz geldiği için dolaşmasından yakınır. Fuhuşa zamanın neredeyse bütün insanları ve gazeteleri tek dilden olarak karşıdır.Hatta genel kamu anlayışı bile kadınların çıplak yani mayolu gösterilmelerine karşıdır ve haklarında dava açılabilmektedir. Yarın gazetesi bile kadınların mayolu gösterilmesinden son derece rahatsızdır.Son Saat gazetesi ise o zamanlara göre çıplak kadın (yani o zamanların anlayışına göre çıplak) resimleri yayınladığı için mahkemeye verilmiştir.
"....Giritte büyük bir isyanmı var....Müsellah(silahlı) köylüler Kandiye üzerine yürüyorlar....Türkişe(Türkische) Post gazetesinin Atinadan aldığı hususi malumata göre Giritte isyan zuhur etmiş, 3000 müsellah(silahlı) köylü Kaneliye şehri üzerine yürümeye başlamıştır...." Girit bilindiği gibi Rum köylülerin 1800lerin sonlarından beri her zaman silahlanarak Türkleri ve müslümanları katlettiği bir adadır. 1850lerin nüfus dağılımını gösteren harita Türklerin adanın tam ortasında bulunduğunu ve burada büyük çoğunluğu oluşturduğunu gösteriyor. Büyük bir ihtimalle gazetede geçen isyan Rumların başka yabancılara veya Girit/Yunan yünetimine karşı çıkardığı bir isyan değildir. Bu silahlı isyan Türklere adadan göç edemeyen veya etmek istemeyen Türk azınlık nüfusuna karşı başlatılmış bir isyandır. Daha doğru katliam isyanıdır. Nedense hiçbir Türk gazeteleri bu haberi vermezler. Sadece Alman şirketleri ve devleti tarafından parası ödenen Almanca dilinde çıkan tercümesi Türk Postası olan Türkische Post bu yayını yapar. Türk gazetelerinin bu olaya aldırış etmemesinin sebebi çok açıktır. Ortada Türk toplumunu susturmak ve Islamı yok etme üzerine başlatılmış ve basın yoluyla propagandası bütün hızıyla devam eden toplum mühendisliği yapılmaktadır. Devlet vatandaşıyla savaş halindedir. Devlet sınırları dışında kalmış Osmanlı vatandaşlarının meseleleriyle ilgilenmeyi bir kenara bırakın, Batı ülkelerinin hepsini dost ilan etmiş, hiç bir şekilde Batı ülkeleriyle tartışmamak, Batı ülkelerinin her dediği yapılmak istenmektedir. Haberde adı geçen silahlı Rumların yürüdüğü Kaneliye şehri şimdiki haritalarda yoktur. Khaniale Teke isminde bugünkü büyük Kandiye şehrinin güneyinde yer alan bir antik şehir var. Büyük bir ihtimalle Kandiye şehrinin güneyi kasdedilmektedir ki Türklerin en yoğun olduğu bölgedir. Haberin devamı ise daha ilginçtir. ilginçliğini okuduktan sonra anlarsınız. "...mahalli hükümet bunların tenkili(cezalandırma,tepeleme) için asker sevketmiş ve 2 taraf arasında kanlı bir müsademe(çatışma) olmuştur. Yunanistan hükümeti bu hadiseyi saklamakta olup matbuatında(basınında) bu bapta(mevzuda) neşriyatta bulunmasını menetmiştir. Diğer taraftan hükümet hadise hakkında deveran eden(dönen) bu şayaları(yayılan haberleri) tekzip etmekte(yalanlamakta) ve bunların muhalifler tarafından uydurulduğunu söylemektedir....." Söylenilen birbiriyel çatışan 2 tarafla kim kasdedilmektedir? Türklerle Rum köylülerimi yoksa Rum askerlerle Rum köylülermi? Tarihte görülmemiş şey değildir Rum köylüleri ile Rum askerlerinin çatışmış olması, hele hele Yunan milliyetçiliğinin doğduğu ve genişlediği 1850 ile 1950 yılları arası. Rum askerleri Rum köylüleri ile her zaman Türklere karşı savaşmışlardır, hemde hunharca. Hiçbir yerde Türk edebiyatında Yunanistan tarafından sıkıca gizlenen ve sansürlenen bu 1929 Aralık Girit olayına rastlayamazsınız. Benim yorumum: Türk tarihinin kocaman bir kara lekesi. Bazı kaynaklarda Yunanistanda Koministlerin hükümete başkaldırdığını yani isyan çıkardıklarını yaıyor. Fakat bu Aralık 1929 Girit isyanı kominist isyanımı yoksa Giritte devamlı Türklere karşı yapılan silahlı saldırılardan birimi burasını şimdilik rafa kaldırmam gerekiyor. Çünkü Ingiliz ve Alman kaynaklarını internette araştırmam gerekiyor ve çok zaman alıyor.
28 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 2. sayfa
".....Memleketlerine iade edildiler. şark vilayetlerinden istiklal mahkemesi kararı ile garp(batı) vilayetlerine gönderilen Mardinin Midyat kazasından Hünsa oğlu Sefer, Çemizkezekten Kefo oğlu Haydar, Diyarbekirin Lice kazasından Ali oğlu kör Molla Ahmet, Dersimden Keşkoşağı oğlu Ellesdano, Dersimden Karaballı aşiretinden Pero oğlu Hasanın ve ailelerinin son defa neşredilen(çıkarılan) tecili(ertleme) takibat kanunu mucibince(gereğince) eski yerlerine iadeleri, bulundukları vilayetlere serbest bırakılmaları hususunda emir verilmiştir...."
2 şey benim dikkatimi çekti, belki sizinde çekmiştir. Birincisi hapis kör Molla Ahmet adındaki adam. Gerçekten bu adam körmüydü? Kör ise nasıl bir suç işleyebilmişdi de tutuklanması lazım olmuştu? Yoksa adamın lakabımı kördü? Benim tahminim istiklal mahkemesi kör, dilsiz falan anlamaz, işte bu lâl mahkemesi gerektiği zaman adamı lâl da yapar, körde, eğer suçlanan lâl ve kör değilse. Eğer suçlanan lâl, sağır ve körse, adamı röntgen bakışlı yani kartal gözlü, fil kulaklı, papağan dilli yapar,. Ikinci şey ise ailelerinin de batı şehirlerine götürülmüş olması. Bu suçlu adamlar demekki ailece, kadınlı, kocalı suç işliyorlarmış. Kadınlar kocalarına suç işlemekte de yardım ediyorlarmış. Yahutta kadınların suçları yokmuş batıdaki hapishanelerde yemek yapılmıyormuş, çamaşır yıkanmıyormuş, kadınlar hapishanedeki kocalarına bakmak için gönderilmişler.Yahutta kadınları hapishaneye ifadelerini almak için beraber kocalarıyla göndermişlerki, Istanbuldan Diyarbakıra mesela ifade memuru o zamanın ulaşım şartları olmaması nedeniyle gitmesin, zahmet etmesin, kolayca ifadesi alınsın, kocasıyla beraber.
Yahutta bu insanların adındanda belli olacağınadan Kürt oldukları ve o zamanda Türkçe öğreten okullar ve Türkçe yayın yapan radyo olmadığı için, dolayısıyla Türkçe bilmedikleri için belki içlerinden bir kadın Türkçeyi biliyormuş da tercümanlık yapmaya gitmiş. O zamanlar kadınlar erkelerden daha tahsilliymişler. Neyse uzatmayayım, alay ettiğimin farkına varmışsınızdır. Kiminle alay ettiğimin de farkına vardınızmı? Her zaman Ataput döneminin zorbalıklarına bir bahane uydurmaya çalışan tarihçiler ve normal vatandaşlar var. Ben de onlar gibi saçma bahane bulmaya çalıştım Bunlara ne deniliyor? Evet, kendileri mantıklı, fakat Ataput karşısında mantığı reddeden Kemalistler.
29 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 1. sayfa(manşet)
Resimli Aydaki makalenin sahibi Emin Türk Bey nasıl yakalandı ve isticvabından(mahkemedeki sorgulamadan) sonra nasıl savuştu.
....istintak dairesi evvela Behçet Beyin sonrada Emin Beyin ifadesini almıştır.Bundan sonra maznunların tevkifhaneye sevkleri için emir verilmiştir. işte bu sırada Emin Türk Eliçin tevkif edileceğini hemen kapıdan çıkmış ortalıktan kaybolmuştur....
Emin Türk Eliçinin savcılıkca dava edilmesinin sebebi yazdığı Köyümde neler gördüm makalesidir. Bu yazıda yazar sadece ve sadece hükümeti ve Ataputu kötülemeden köyünün fakirliğini ve perişanlığını anlatmıştır.
1930 senesinin şubat ayında görülen mahkemesinde Emin Türk Eliçin köyünün perişanlığını ve fakirliğini ispat etmek için mahkeme doğduğu Avanosun köyünden köylüleri getirmiş ve bu köylüler mahkeme huzurunda dinlenmiştir. Köylülerin hepsi fakir olduklarını ve yazarın yazdığı Köyümde Neler Gördüm makalesinde anlatılan sefillik, fakirlik ve perişanlığın doğru olduğunu ve makalede anlatıldığı gibi yaşadıklarını anlatmışlardır. Savulun Geliyorumun yazarı Sabiha Sertel ise Ataputumuzu dolaylı yoldan diktatörlükle suçladığı için daha ağır ceza yemiş.Sanmayınki açık bir dille eleştirmemiş. Ataputa söylediği sadece lider kelimesiymiş. Vay efendim neden sen Gazi Hazretleri deyip de övmedin de lider kelimesi kullandın. Lider kelimesi ingilizce bir kelime olan "leader" den gelir. Ve 1929 senesinde lider kelimesi Türkiyede kullanılmayan bir yabancı kelime imiş.
Burada dikkat edilmesi gereken husus Arif Orucun Ataput muhalefetine nasıl yaklaştığıdır. Makalede dikkat edilirse neredeyse 2000li yıllarda bir argo kelimesi olan savuşmak kullanmış. Eskiden ve Anadoluda halen savuşmak kaçmak yerine kullanılır. Arif Oruç bu olayda taraf tutmamış. 2 ihtimal var: kendisini korumak için, mahkeme edilen yazarların tarafını tutsa, kendisi de mahkeme edilecek. Keza zamanın diktatörlük kılıcının nasıl işlediğini kendisi de 6 ay sonra kendi mahkemesinde öğrenecek. Yada yazılan makalelerden haberi yok, okumamış. 1929 yıllarında her gazeteye,dergiye ulaşmak imkansızdı. Birincisi dergiler ve gazeteler sınırlı sayıda basılıyordu. Sadece Ataputun bizzat parayla desteklediği Cumhuriyet, Ulus gibi gazeteler maddi sıkıntı yaşamadığı için istedikleri kadar basabiliyordu. Hatta yurtdışından getirilen gazete kağıtları öncelikle bu öncelikli gazetelere ayrıldıktan sonra diğer gazetelere dağıtılıyordu, ki bunlarında tirajları Ataputun gazetelerinin yirmide biri yoktu.Çoğunluka yerel gazetelerdi. Gazeteleri dağıtan posta ise aynı şekilde güvenilir zamanında dağıtan bir kurum değildi. Üstüne hava şartları ve olmayan yollarda eklenirse habere ulaşmak imkansız bir şeydi. şimdiki zamanla ve şartlarla asla karşılaştırılamaz.
Evet gördüğünüz gibi insanların fakirliğinden bahsetmek bile zamanında suç sayılıyordu ve ceza görüyordunuz. Eee şimdi Ataput zamanı nasıl bir demokratlıktı, özgürlüktü, demokrasiydi. Ben anlayamıyorum. Kemalistler için de benim beynim fazla çalışmıyordur, zaten ben cahilimdir. Biraz dindar görüşlü olduğum yahut dindarları savunduğum için de koyunumdur. Herhalde Ataputun demokrasisini koyun olduğum için anlayamıyorumdur. Neyse bakalım şu özgürlüğü belki ilkokulda kafama çiviyle çakılan Kemalizm bana ileride gösterir herhalde. Fakat araştırdıkça neredeyse Türkiyede Hitler çıkıyor karşıma. Ne demişti zaten Hitler ve Mussolini. biz örnek insan olarak Ataputu kendimize örnek aldık.
Yukarıda belirttiğim üzere Arif Orucun ateist(dinsiz) bir anlayışa sahip olduğunu fakat Osmanlı kültürünü tümdan kaybetmediği ve Osmanlı kültürüyle yetiştiği için ahlak niteliklerinden olan haya, edep, utanma, ar duygularının birlikte getirdiği çıplaklığa karşı olmayı savunuyordu. 2000li yıllarla 1920li yıllar arasında öylesine bir ahlak çöküşü vardırki ne dediğimi ne kasdettiğimi anlayamazsınız. 1920li yıllarda bir ahlak zabıtası vardı. Evet ahlak zabıtası. Yani devlet vatandaşlarının nasıl davrandığını, ahlak kurallarına göre yaşayıp yaşamadığını kontrol ediyordu. Bu kontrol tabiiki vatandaşın evinin içinde değil fakat halka açık yerlerde oluyordu. Hatta bu ahlak zabıtası bu kontrolünü ta 1970lere 1980lere kadar sürdürdü. Fakat ahlak kelimesi ve davranış biçimi zamanla sistemli bir şekilde CHP ve onun güdümündeki mason devlet tarafından aşındırılıp içi boşaltılınca ahlak zabıtasının görevi sadece genelev gibi işletilen evlere baskınlarla sınırlı kaldı. şimdi 2022 yılında hatta bu bile artık normal görülüyor. En şiddetli dine balta vurulan 1920li yıllarda bile haya ve utanma duygusu millette halen yaşıyormuş. Neyse ahlak zabıtası eskiden ne yaparmış ateist Ataput zamanında bile milletin ve kamunun edep ve utanma ve çıplaklık anlayışı nasılmış şu gazete makalesinden öğrenelim:
Burada Akbaba isimli bir dergiden bir çıplak kadın resmi alınmıştır. Kadının hiç bir giysisi yoktur ve fotoğraf arkadan çekilmiştir.. Aynı zamanda bir mektup yayınlanmıştır. Mektup Osmanlıca yazılmıştır. Tarihci geçinenler, size sesleniyorum. Hadi okuyun da görelim şu mektubu. Okuyabildinizmi? cevabınız evetse, iyi bir tarihcisiniz, cevabınız hayırsa şu sözlerim senin için: utanmıyorsun değilmi tarihci geçinen Kemalist sistem dalkavuğu!.Ye iç yat Ataputtan bahset, maaşını al, asalak parazit! Yalan tarihe destek ver, Ataputu göğe çıkar, sana ve Ataputu pohpohlayanlara yeter. Okuyucum hiç merak ettinmi Osmanlıca tarih okuyanlar için mecburi bir dersmidir, değilmidir?Mecburi ders, fakat tarih okuyanlar için en zor ders imiş ve bu ders yüzünden tarih okumayı bırakanlar varmış.Yani tarihci olmak için bu dersi başarıyla verdikten sonra hiç bir daha Osmanlıcanın yüzüne bakmıyorlarmış. Neyse.
-----------------alıntının başı--------------------------
30 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 1. sayfa
"Bu gazetecilik dersini okuyunda ibret alın"
"Bugün gazete dikkate şayan bir mektubu neşrediyoruz.Bu mektubu Türkiyenin en mühim merkezlerinden birinde umum bayilik eden bir zat istanbulda bulunan haftalık gazete sahifelerinden birine yazmıştır....Mühim Türk merkezlerinden birinde(umum bayii) olduğunu
kaydettiğimiz zatın (Akbaba) mecmuasından bahsederken ima ettiği resimlerden birinide ayrıca basıyoruz....
30 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 2. sayfa
"Açık saçık neşriyat. "
"...Bu mektubu okuyanların çok feci bir teessüre düşeceklerine emin bulunuyoruz. Gazete satıcılığı eden zat, bir mecmua sahibne bazı nasihatlar veriyor ve diyorki: "Eğer gazete satmak isterseniz muhakkak her nüshada bir çıplak resim bulundurunuz. Yine muhakkak iki çift birbiriyle öpüşsün. " şüphesiz bu yazılar ameli bir tecrübenin neticesindedir. Öyle olmasaydı gazete satıcılığı eden zat beyhude yorulmazdı.
Hakıkaten Türk matbuatı son zamanlarda her nedense açık saçık neşriyata tutulmuştur. Bunun sebebini yukarıdaki acı ve teessüflere şayan mektuptan alınmış satırlarda aramak zarureti vardır.
Gazete satışı temin edeceğim diye henüz iyiyi kötüyü farketmekten aciz bulunan zavallı saf çocuklarla genç kızların ahlakını sarsmakta ne mana vardır? şüphe edilmez ki, bu gibi, ahlakı ifsat edici (bozucu) resimler, temiz aileler arasına girmekten çok uzak kalıyor. Fakat genç çocuk ve kızların da tecessüsünü(gizli araştırma merakını) uyandırıyor.O tecessüs gitgide bir iptila(tiryakilik,bağımlılık) ve taklit ihtiyaöları doğuruyordu. Bu mesele ne mutaasıp ve ne de açık düşünceli bir adamın tahammül edemeyeceği bir şeydir. Bir taraftan zabıta sinemalarda (ar ve hayaya aykırı) gelen ve düşen filmleri menederken, beri tarafta ondan daha beterleri tütüncü dükkanlarında(eskiden sigara satan büfeler), köşe başlarında satıcı çocukların ellerinde teşhir edilmektedir.(Eskiden küçük çocuklar ellerine gazete alır, şimdiki işportacılar gibi gazete satarlardı. şöylede bağırarak reklam yaparlardı: Yazıyor!, yazıyor!)."
"Ceza kanunu çıplak kart postalları gizli satanları bile şiddetle takip ederken, onlardan daha tahrik edici manzaraların neşrine ne denebilir? Bir zamanlar bir kütüphanenin bastırdığı bazı romanların menedilmiş olduğu bile hatıralardadır. Yakın zamanlara kadar cumhuriyet adliyesi bu gibi neşriyata asla müsamaha(izin) etmiyordu.
Bir gazete demek mensup olduğu milletin aynası demektir. Kuvvetle zannediyoruzki, Türk milleti henüz bu kadar düşmemiştir. Cumhuriyetin verdiği serbestliğin bu derece kötü şekilde kullanılmasına insaf ve vicdan ister!.
-----------------alıntının sonu--------------------------
Çıplak kadın yayıncılığı sonraki dönemlerde 1970lerde patlamıştır. Kelebek, Günaydın gibi magazin dergileri sadece ve sadece kadınları gösterip, bunu sıradan bir durum gibi göstermiştir. Ve böylece millet zamanla yavaş yavaş çıplaklığa alıştırılmıştır. Özellikle Batı kültürüne zihniyetini satmış insanlar Türkiyenin sermayesini 1923den beri eline geçirmiş Yahudi dönmeleri ve ithalat zenginleri sol kesimi desteklemiş, CHP Batı kültürünü Türkiyeye yerleştirmek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Kemalizm çıplaklığı bir kadın hakkı olarak savunmuştur. Kadın hürriyeti adı altında Batılı giyim tarzını benimsenmiştir. Dikkat ediniz Arif Oruc bir dinsizdir, fakat Osmanlı geleneğine bağlı bir insandır. Bu Osmanlı geleneği yani ahlak, namus, edep, hâyâ da ittihat ve terakkinin başlatmış olduğu Osmanlı medeniyeti ve islamı yıkmanın önünde bir engel olarak duruyordu. Başını Ataputun çektiği metres hayatı ve gece hayatı, içkili kadınlı bir hayat, Osmanlı kültürünü yok etmenin bir parçasıydı. Dikkat ederseniz Ataputumuz çoğu yerlerde kendisi gibi hareket etmeyen kişileri gördüğü zaman emirle karşısındaki kişinin kendisi gibi davranmasını istiyordu. Karşısında duran ilah gibi diktatörü gören herkeste tabiiki Ataputa uyuyordu. Uymasında bir görelim! Yanlız Batı tarzı hayat Ataputla beraber gelmedi Türkiyeye. Enver Paşanın zamanında da metres tutmak mesela bir modaydı. Ataputla beraber herşey kanunlarla, devrimlerle, polis zoruyla millete dayatıldı. Batı hayat tarzının propagandasını ise gazeteler ve dergiler üstlendi. Işte mesela çıplaklığı normalleştiren Akbaba gibi dergiler öncü oldu. Arif orucun tenkit ettiği gibi. Bunu şimdiki zamana da uyarlayabiliriz. Ataput zamanıyla şimdiki zaman arasında hiçbir şey değişmedi. Mesela 1929da çıplaklık konuşuluyor. 2022de ne konuşulıuyor? LGBT. Bunu savunanlar kim? Karşı duranlar kim? Karşı duranlar neyle suçlanıyor? Arif Oruç neyle suçlanıyordu dersiniz? Arif Orucu hiçkimse çıplaklık yüzünden gericilikle suçlamadı. Çünkü o zaman millet Osmanlı kültürünü unutmamıştı şimdiki gibi. Yavaş yavaş bu günlere gelinde ve Osmanlı kültürünü savunan insan şimdi gericikle suçlanıyor.
1920 ve 1930lu yıllarda Osmanlı kültür ve hayat tarzı daha henüz yok edilemedği ve Batının hayat tarzı tam olarak Türkiyeye getirelemediği için hâlâ Osmanlı tarzı edep ve hâyâ anlayışı hüküm sürüyordu demiştik. Bu hayat tarzı sadece müslüman halk arasında değil bütün Osmanlı tebasında geçerliydi. Her ne kadar Ataput Osmanlı kültürünü yok etmek için elinden geleni yaptıysada bir anda bunu değiştirememişti. şimdi müslüman olmayan Yahudi yâni Mûsevîi vatandaşların da müslüman vatandaşlar gibi bir ahlak anlayışına sahip olduklarını ispat eden bir gazete küpürü göreceksiniz. Mesele halen çıplaklıktır ve kadınların çıplak resimlerinin yayınlanmasından Yahudi vatandaşlarda rahatsızdır.
31 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 1. sayfa
Cumhuriyet ilanından sonra ne zaman yerli sigorta şirketleri kuruldu, ben araştırmadım. 1920li yıllarda belki bütün iktisadi hareketler yabancı şirketler tarafından yürütülüyordu. Sigorta işlerini yürütenlerde yabancılardı. Liman işletmelerinin ve sigorta işlerinin bütün hepsi Rum, ingiliz, veya başka yabancı şirketlerin elindeydi. Arif Oruc bu şirketlerin keyfiyen iş çevirmelerine, fiyat biçmelerine karşı çıkmış ve hükümetin bu ingiliz şirketleriyle iş çevirmesine ve hiç karşı çıkmadan, sorgulamadan, tereddütsüz sigorta işlerini onaylamasından duyduğu rahatsızlığı gazetesinde dile getirmişti. Nitekim Aralık 1929 ve sonraki çıkan sayılarında bu rahatsızlığı haber yapmıştır. 30 Aralık 1929 sayısında eskiden kalmış, Osmanlılara yapılmış bir ingiliz haksızlığının ingiliz makamlarınca onaylandığını, ve bu haksızlığın giderileceğine dair ingilizler tarafından verilen bir taahütnameyle ispatlandığını ve bu haksızlığın yeni hükümetce gözardı edildiğini söylemiştir. Bu haksızlık ingilterenin istanbulu işgali sırasında Kasım 1918 - Eylül 1923 yılları arasında cereyan etmiştir. Ingilizler, yani sigorta şirketleri, bu işgal sırasında haksız olarak istanbul halkından yüzde 2 fazladan vergi almıştır. istanbuldaki işgal altındaki Osmanlı hükümeti ingilizlerin bu haksız uygulamasına itiraz etmiş ve ingiliz hükümetinden bu fazladan alınan vergiyi geri istemiştir. ingiliz hükümeti bu vergiyi geri ödemeyi 29 Haziran 1922 tarihinde taahhüt etmiş, hatta haksızlık yapan sigorta şirketlerine ihtar yazısı yazıp, eğer Türk hükümeti bu parayı geri isterse parayı geri ödemelerini emretmiştir. Yarın gazetesi bu olayı başsayfasında 30 Aralık 1929 sayısında neşretmiş ve yeni Ankara hükümetini ingilizlerden parayı geri istemek için göreve çağırmıştır. Yeni Ankara hükümeti sizce ne yapmıştır? ingilizi incitmişmidir? Arif Oruc 1929da ingiliz sigorta şirketlerinin dolap çevirmelerini görmeseydi belki 1923de olan bu olayı hiç ortaya çıkarmayacaktı. Fakat ingilizler daha doğrusu ingiliz sigorta şirketleri aynen eskisi gibi at oynatmaya devam etmişler. Bu da Arif Orucun savaş zamanında meydana gelen olayın farkına varmasına yol açmış.
-----------------alıntının başı--------------------------
30 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 1. sayfa "iktisat vekili(ekonomi bakanı) beyin nazarı dikkatini celbederiz(çekeriz)." "Hükümete sigortacıların bir milyon lira borçları var. " ingiliz mümessilinin(temsilcisinin) osmanlı hariciye nazırına(dışişleri bakanlığına) yazılan ehemmiyetli neler vardı.?
Evvelki günkü nüshamızda(sayımızda) istanbulda bulunan sigorta kumpanyalarının(şirketlerinin) çevirmekte oldukları sigorta işlerinden uyun uzadıya bahsetmiş ve sırasıyla birtakım vesikalar neşredeceğimizi de bildirmiştik.
O günden itibaren bahsettiğimiz vesikalardan bir tanesini neşrediyoruz. Bu vesika istanbulun ecnebi işgali altında bulunduğu zamanlara ait bulunmaktadır.
O zaman Osmanlı hariciye nezareti ingilizlere müraacat etmiş ve sigortacıların halktan tahsil ettikleri yüzde iki verginin Osmanlı hükümetine iadesini bildirmiştir.
ingiliz mümessili(temsilcisi) de meseleyi tetkik ettikten sonra Hariciye(dışişleri) nazırı(bakanı) izzet paşaya kabul etiklerine dair cevap vermiştir.ingiliz mümessilinin Hariciye Nezaretine yazdığı cevabı aynen dercediyoruz.
.....
Dersaadet 29 Haziran 1922
.....
ingiliz mümessilin sigorta şirketine gönderdiği nota(emir).
.....
yazan ingiliz yetkilisinin adı C.H. Krthop Münrco
şu vesikalardan anlaşılıyorki yüzde iki temettünün hükümete verilmesi kararlaştırılmış fakat sigortacılar Türklerin tam bir milyon lirasını gürültüye getirmişlerdir. Sigortacılar hakikatı bildikleri gibi tahrif etmişler hükümet hesabına aldıkları bir milyonu yutmuşlardır. Tabii bu para hükümete ait olduğu için tahsil edilecektir, iktisat vekili şakir (Kesebir) Beyin şiddetle nazarı dikkatlerini celbederiz.
-----------------alıntının sonu--------------------------
Bu haber üzerine ve bunun gibi hükümetin işleyiş tarzını doğrudan tenkit etmekle birlikte Arif Oruc kendi sonunu hazırlamıştır. Ingiliz dostu olan Ankara hükümeti Lozanda olduğu gibi Batının çıkarlarını korumuştur. Arif Orucun bahsettiği Osmanlıdan kalan haksız vergi parasını geri almamıştır. Birçok konuda Batıya hiçbir şekilde laf söylemeyen Ankara hükümeti bu konuda da Ingilizlere ters düşmedi. Belliki hain ilan edilen istanbuldaki Osmanlı hükümetinin doğru olan bu hareketi görülmezden gelindi. ingilizlere ters düşen hemde mali konuda ingilizleri para ödemeye mahkum kılan bu hareketi Ataput hükümeti elbetteki iyi karşılamayacaktı. Nitekim Ankara hükümeti Osmanlının her hareketini ve attığı her adımı yanlış ve kötü bulmaktaydı. Nitekim istanbuldaki Osmanlı hükümeti hain olarak ilan edilmiş ve yaptığı her hareket padişahla beraber lanetlenmişti. Bu para meselesi ortaya çıkarılırsa istanbuldaki osmanlı hükümetinin hain olmadığı, doğru işler yaptığı ortaya çıkacaktı. Buna izin verilemezdi. Aynı zamanda eskiyi Osmanlıyı hatırlatan her şey ortadan kaldırılacaktı. Osmanlının iyi hareketini hatırlatan gazetecilerde buna dahildi. Halbuki Arif Oruçun amacı asla ve asla osmanlıyı övmek değildi. Nitekim bu fazla öten horozları, yani gazetecileri, Yeni Matbaa kanunuyla susturacaklardı. Hükümetin işine karışan, hükümete ters gelen her unsuru, bertaraf edeceklerdi. Ülkede istenilen tek sesti. Matbaa kanunu çıkarken mecliste yapılan konuşmalara bakarsanız, söylediklerimi tasdik eden konuşmalara rastlarsınız.
Tarihle ilgisi olmayan insanlar 1923 ortalarına kadar 2 tane hükümetin paralel olarak var olduğunu ve ayrı ayrı çalıştıklarını bilmezler. Bu hükümetler 23 Nisan 1920de ingilizlerin yardımıyla kurulan Ankara hükümeti ve diğeri de Tanzimatla kurulan istanbuldaki Osmanlı hükümetidir. Ne kadar ingilizler 1920de istanbul hükümetini dağıttıysada sonra Istanbulda tekrar Osmanlı hükümeti görev başındaydı. Kemalistlerin her zaman pişirip pişirip önümüze getirdiği Ankara hükümetinin Osmanlı borçlarını kabul ettiklerini hatırlayalım.Osmanlı borçlarını ödemeyi kabul ediyorsunda Osmanlıdan kalan başka devletlerden alacaklarını neden almıyorsun? Hangi devletin bir savaşı kazanıpta düşmanların yani Yunanların vereceği tazminattan vazgeçtiği ve karşı tarafın koyduğu bütün şartları kabul ettiği görülmüştür. Yahutta şöyle diyelim Ankara hükümetini temsil eden sağır ismetin kendiliğinden istediği ve Lozanda ortaya koyduğu hangi şart var? Lozanı zafer diye yutturdular 100 yıl boyunca. Peki Arif Orucun behsettiği ingilizlerden alacağımız bu parayı neden almadılar veya hiçbir şekilde bahsetmediler? Bu para Lozanın üzerinden 6yıl geçtikten sonrada alınabilirmiydi? Lozanda her türlü Osmanlıdan kalan her türlü haktan vazgeçtik diye tavizmi verildi? Kaldıki ingiliz hükümeti bu parayı geri vermeyi taahhüt vermiş. Bu ingiliz sevdası nereden gelmektedir? Ataputa ingiliz işbirlikçisi diyen insanların haklılık payı yokmudur? ingilizlerden alınacak olan parayı Ankara hükümeti herhangi bir şekilde unuttuysa, yeni devlet kanunları çıkarmaktan, yeni Batıcı sistemini kurarken zamanları yoktu diyelim. Yarın gazetesini okuyan hiçbir milletvekili yahut hükümet görevlisi yokmuydu? Bu gazeteyi okuyan hiçmi hükümet görevlisi memuru bu parayı geri almak için harekete geçmedi? Bu arada hatırlatalım 1929yılında yıllık bütçe miktarı 220milyon Liradır. ingilizlerden alınacak bu para bütce gelirlerinin yüzde biri bile değildir. Belki de hükümet şöyle düşünmüştür: Bu para devede kulak etmez, bununlamı uğraşacağız demiştir. Fakat 1922nin 1 milyonu belki 1929da daha fazla değerliydi. Gerçek şu ki Lozandan sonra Ataput ve hükümeti ingilizlerle hiçbir konuda ters düşmemeye, ingilizlerin her dediğine evet demeye gayret etmişlerdir. Osmanlıdan kalan hiçbir hakkı geri istememişlerdir, fakat Osmanlının borçlarını ödemeyi kabul etmişlerdir. Burada bahsedelim: Hükümeti oluşturan bakanların, milletvekillerin ve valilerin neredeyse yüzde 90ı ya Selanikli Yahudi dönmelerinden, yahut masonlardan, yahut Rum veya Ermeni asıllılardı. Ataput bu insanları özellikle göreve getirmiştir. Ben ve başka tarihciler hiçbir zaman ırk ve din farkı gözetmez. Mühim olan liyakat ve vatan sevgisi, vatan yararına çalışmalarıdır. Ataput bu insanları göreve getirmiş, tamam, fakat neden mesela Konyadan, Sivastan, Trabzondan bir müslüman veya müslüman olmayan insanları seçmemiş diye bir hakkımız ve itirazımız vardır. Hükümetin mesela yüzde 30u müslüman Türklerden meydana gelmesi gerekmezmiydi? Eğer CHP müslüman Türklerden meydana gelseydi, ingilizlere tavizler verilmeyecekti. Eğer CHP hükümetinin yüzde 30u müslüman Türklerden meydana gelseydi Arif Orucun bahsettiği para ingilizlerden alınacak, Lozanda Yunanlardan savaş tazminatı parası istenecek, Osmanlı borçları kabullenilmeyecekti, vesaire. şu arada sanal basında birde Osmanlı borçları Osmanlı padişahlarına yıkılmaya çalışılıyor. Halbuki ittihat ve Terakki yönetimi devraldığından beri osmanlı tarihinin en fazla, en korkunç derecede borçlanan devri olduğunu kimse bilmiyor, bilenlerse susuyor. Batı güdümlü Batı zihniyetinin manevi çocukları, Ataputta bunların içindedir, Abdülhamite yaptıkları darbeyle birlikte hem Osmanlıyı yıkmışlar, hemde aldıkları borçlarla Türkiyenin geleceğini yıkmışlardır. Kemalistlere sorarsanız ittihat ve terakki en doğru en ilerici insanlardır. Neyse.
Hani bizim Kemalistler her zaman saydırırlarya işte Atatürk fabrikalar açtı, ülkeyi kalkındırdı. en büyük Atatürk, falan filan. Bakınız 1923 senesinde Ankara henüz bir kasaba iken başkent oldu. Fakat başkent olması için gereken devlet kurumu binaları, bakanlıklar, elçilik binaları yoktu. 1929da yabancı elçilik binalarının çoğu bitti. Bu binaların hepsini Avrupalı müteahhit şirketleri yaptı. Binaların yapılması için gerekli olan, demir, tuğla, kiremit nereden getirildi sizce? Ben size söyleyeyim Avrupadan. şu makaleyi okuyunuz sonra Ataputunuzun fabrikalarından bahsediniz.
-----------------alıntının başı--------------------------
31 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 1. sayfa
"Cam, kereste, kiremit fabrikaları"
"Bir sene içinde Ankarada bine yakın bina yapılmıştır.
Bu sene Ankarada bine yakın ev ve apartman yapılmış, bunların hepsi bitmiştir. ...
Ankaranın imar ve terakki komisyonu reisi Hilmi Beyden aldığımız malumata göre Ankaradaki inşaat şimdilik bir müddet için teehüre(gecikmeye) uğramıştır. Çünkü binaların inşa levazımatı(malzemesi) Avrupadan getirilmektedir Halbuki yerli mallar için yeni açılna iktisadi seferberlik bu teehhürün(gecikmenin) en mühim sebeplerinden birini teşkil ediyor. Temin edildiğine göre Türkiyede cam, kiremit, kereste fabrikaları yapılacaktır. Elyevm(şu anda) mevcut olanlarda teksir edilecektir(çoğaltılacaktır)."
-----------------alıntının sonu--------------------------
Bina inşaatıyla uğraşan yerli şirketimiz yokmuydu? cam, kereste, kiremit üreten fabrikamız vardı da bunları neden kullanmadık? Demekki yeterli cam, kereste, kiremit fabriikamız bile yokmuş. Var olanlar ne zaman yapılmış? Enver Paşa veya Abdülhamit zamanında. Ataputumuz başa geçmiş 1923 senesinde, aradan 6 sene geçmiş daha cam, kereste, kiremit fabrikamızla uğraşmamış bile. Neyle uğraşmış Ataputumuz bu 6 sene içinde?. Hiç gereksiz olan Batı kültürünü getirip Türk islam kültürünü yok etmekle uğraşmış.Acaba yeni cam, kereste ve kiremit fabrikalarını Ataputumuz ne zamanda açtı? Ölmesine 1938 senesine tam 9 sene var. Ha gayret şu fabrikaları açar, ölmeden önce, başka lüzumsuz şeylerden fırsat bulursa. Bizim şimdiki Kemalistlerde ballandıra ballandıra şu fabrikalardan hakkıyla bahsederler. Acaba ölmeden önce açabildimi?Allah değilde Ulu Tengrileri izin verdimi acaba?Biraz da siz araştırın.
Yıldız sarayının cumhuriyetten hemen sonra bir kumarhaneye çevrildiğini biliyorsunuzdur. Gâye bu kumarhaneden vergi toplamakmıydı, yoksa milletin ahlakını bozmakmı, yoksa Osmanlıdan özellikle Abdülhamitten intikammı almaktı?Yıldız kumarhanesi bir italyan işletmecisine verildi. Sonradan elde edälen gelir miktarına bakılırsa aslında bu kumarhanenin gelirden başka her türlü asayiş olayını meydana getirdiğini ve istanbul belediyesinin bu kumarhaneyi kapatmamasında israrli davranmasından anlaşılıyorki, aslında Osmanlıdan intikam alınıyordu. Yıldız kumarhanesi ahlak bozulması kurumu gibi çalışıyordu. Nitekim Arif Oruç birçok çıkardığı gazete sayılarnda Yıldız sarayı kumarhanesinden şikayet etmiştir. Arif Orucun dinsiz birisi olduğunu, fakat Osmanlı ahlak, terbiye ve hâyâsı ile yetiştiğini ve bu değerlere hâlen bağlı olduğunu söylemiştik. Gazeteci, Yıldız kumarhanesinde oynanan kumar yüzünden ailelerin yıkıldığını, bu kumarhaneye bütün Türklerin girmesinin yasak îlan edilmesi gerektiğini ve işletilecekse sadece Avrupalı turistler için işletilmesi gerektiğini yazmıştır. italyan işletmecisi Yıldız kumarhanesini işletmiş, bir ara iflas etmiş, italyaya gitmiş, sonra yeniden Türkiyeye gelmiştir. Bu kişinin tekrar istanbula gelmesi ve kumarhaneyi tekrar açmak istemesi söylentileri üzerine Arif Oruc şu makaleyi yazmıştır.
31 Aralik 1929 tarihli Yarın gazetesi 2. sayfa
"...Biz bir zamanlar istanbulun başına bela kesilmiş Mariosera(italyan kumarhane işletmecisinin ismi) şahsı ile alâkâdar olmak meslekimize uygun değildir. ....
Yine o menbus gazino ve kumar yüzünden canlarına kıyanlarda olmuştu. (Yârın gazetesinde kumar yüzünden intihar edenlerin haberleri çıkmıştır). ....istanbul halkı zâten geçinme dertleri ile sersemlemiş halde bulunuyor.Yârın gazino açıldığı zaman ...neticede bazı aileler mahvolacak sürünüp bitecektir... Yıldız kumarhanelerine Türk vatandaşın devamına(gitmesine) mâni olmalıdırlar....Hatta gazino için yapılacak anlaşmanın birinci maddesi şöyle olmalıdır: Yıldız kumarhanesine hiçbir Türk kabul edilemez."
ilginç bir rüşvet davası haberi 31 Aralık 1929 tarihinde yayınlanmıştır. Davada Yarın gazetesinin bütün çalışanları Son Saat gazetesinin bir rüşvet olayına karıştığı şüphesinden dolayı mahkemeye çağrılmışlardır. Bu dava dava edilen Son Saat gazetesinin başyazarının/müdürünün gelmemesi sebebiyle 4 Ocak 1930 tarihine ertelenmiştir. Ilginç olan şey Arif oruc bundan sonra çıkan gazete sayılarnda 4 Ocakta veya onu takip eden günlerde bu mahkemenin ne olduğuna dair bir şey yazmamıştır. Zaten bu haberde çok küçük 2 kısa cümleyle verilmiştir.
31 Aralık 1929 tarihli Yarın gazetesi 2. sayfa
Bir kaç ihtimal olabilir. Bu ihtimalin birincisi şudur: Arif Oruc Son Saat gazetesinde de yazı yazmış. Aralarında bir para alışverişi belki oldu ve bunu çekemeyen bir tanıdık insan bu olaydan haberdar oldu ve onları mahkemeye verdi. 2.ihtimal ise şudur: Devlet o zamanda tam bir dinleme, takipetme, gözetleme mekanizması kurmuştu. Bu gözetleme özellikle hükümet aleyhinde veya ülkenin gerçekleri hakkında herhangi bir yayın yapma veya söyleme durumunda derhal devreye giriyordu. Hatta devletin belirlediği Kemalizmden başka ideolojileri savunmak yayınlamak çok tehlikeli bir durumdu. Polislerin işi asayişten önce devletin kendine tehlikeli gördüğü insanları takip etmekti. Büyük bir ihtimalle Son Saat gazetesinin bir görevlisi takip edilmiş sorguya çekilmiş ve Yarın gazetesiyle bir bağlantısı ortaya çıkmıştır. Bu bağlantıda para alışverişi varmıdır yokmudur uydurulmuşmudur belli değil. Bu 2 ihtimalden başka bir şey aklıma şu anda gelmiyor.
1930larda yüksek devlet memurlari, bakanlar, dernek üyeleri, kurum yüksek memurları vesaire mesainin dışında balolara katılıyorlardı. Rakılı, müzikli eğlencelerde vur patlasın çal oynasın, zamanın Batı dansları oynanılıyordu. Biliyorsunuz Ataputumuzda zamanın meşhur Alman dansı Fokstrot "uzmanı"ydı. Kendisi de çokca balolara dahil olup Batı tarzı eğlenclere katılıyordu ve bunlara önder oluyordu. Gerçekten Ulu Önder sıfatı Batı kültürü önderi olmak bakımından çok doğrudur. Eğer Ataputumuzda bir önderlik sıfatı varsa Batı kültürü olmasıdır. Neyse bu devlet erkanınn balo elbiseleri Avrupada üretildiği için ve Türkiyede olmayan bir kıyafet biçimi olduğu için Avrupadan ithal ediliyor ve bütçede büyük bir açığın meydana gelmesine sebep oluyordu. Nitekim ingiltereden ithal edildiği için ingiliz sterlininin birdenbire fırlamasına sebep olmuştu. Düşünün nüfusun yüzde 80i köylü ve köylerde oturuyor sefillik içinde yaşıyor, devlet erkanı ve memurlar köylülerden aldıkları vergiyle Avrupadan balo elbiseleri getiriyorlar, zevk ve sefa içinde Batı tarzı içinde yaşamak için, devlet bütçesi açık veriyor pahalı elbiselerden dolayı. Üstüne üstlük bütün vatandaşa şapka giymek mecburiyeti konuluyor, Türk lirası daha da değer kaybediyor. Olan zavallı vatandaşa oluyor, giymezsen idam olunuyorsun asılıyorsun veya hapse atılıyorsun veya jandarma şiddetiyle karşılaşıyorsun. Evet Kemalizmin altın çağı buydu işte. Evet kendileri için, Kemalistler için gerçektende altın çağdı. Milletin asalak gibi kanını em, eğer diktatörlük emirlerine uymazsa hapse at, güya Batıya benzemek için bütün Osmanlı kültürünü yok et, vesaire vesaire anlatmakla bitmez. Neyse. Bu bütçe açığına ne düşündüler dersiniz, evet, şu meşhur yerli malı.
31 Aralık 1929 yarın gazetesi 3üncü sayfa
Maarif müdürlüğü (Eğitim Bakanlığı) ve milli tasarruf cemiyeti, Esirgeme Kurumu, Kadın Birliği adında bir kuruluş toplanıp balo kıyafetlerinin alındığı zaman bir yıllığına(bir mevsimliğine) kullanılmasına karar vermişler.Aynı zamanda balo kıyafetlerinin dışardan değilde, yerli imalathanelerde veya terzilerde diktirilmesini kararlaştırmışlar.
Bu karara ne kadar uyuldu bilinmez. Fakat milli olmayan bir kültürü Türkiyeye getirebilmek için Avrupadan kıyafet getirip, devletin bütçesini batıranlar işte bu Kemalistler. Görünüz ne kadar milliler! Milletin kanını emen, kemiren işte bu Kemalist zümre. Millete Batı kültürünü dayatan "sizi medenileştireceğiz" diye millete zorbalık yapan işte bunlar. Halbuki esas milli olan Türk geleneğini ve Anadolu, Osmanlı kıyafetini devam ettirselerdi ne bütçe açığı çıkardı, ne millet kıyafet devrimi yüzünden başkıldırmaz, kimse mahkemelik olmaz, nede jandarma milletin peşine düşerdi. Fakat işte resmi tarih, resmi devlet ideolojisi, her türlü toplum mühendisliğini Ataputumuz yüzünden, Ataputu korumak uğruna her yapılanı meşru kılmaya çalışıyor, her türlü yanlış işleri kahramanlık, modernlik, çağdaşlık diye göstermeye çalışıyor.
Dikkat edilirse Arif Oruc devletin, daha doğrusu Ataput diktatörümüzün Batı devrimlerine hiç bir zaman karşı çıkmıyor. Gazetesinin hiç bir haberinde Batı devrimlerine ait küçük bir tenkit göremiyorsunuz. Yani Ataputu tam destekleyen bir kişi. Sonraki haberlerde Arif Orucun Batının kültürünü ve dinsizliği nasıl övdüğünü göreceksiniz.
1930larda salgın hastalıklar kol geziyordu. Zamanında kanser, kan ve damar hastalıkları bilinmediği için ölenlerin çoğu diğer şimdi yaygın olmayan hastalıklardan ölüyordu.Verem, halkın arasında ince hastalık olarak bilirnirdi, tifo, sıtma, çocuk hastalıklarının bütünü, çiçek, zatürre, tetanuz gibi hastalıklardan dolayı insan ortlama yaşı 2000li yıllara göre neredeyse yarısından azdı. 2 .Abdülhamit zamanında halkın sağlığı o kadar çok düşünülmüştüki sonradan bu yapılan hizmetlere hiç bir zaman ulaşılamadı. Kemalistlerin övündüğü Ataput zamanında yapılan hastaneler parmak sayılacak kadar azdı. Bu öldürücü ve bulaşıcı hastalıklara karşı halk çaresiz olduğu gibi insanlar birde asalak hayvanlarla uğraşmak zorunda kalıyordu. şimdiki temizlik ürünleri zamanında hayal bile edilemezdi. Sadece ve sadece sabun vardıki bu da zenginlere mahsus bir temizlik malzemesiydi. Bir türküde ismi geçen höllük beleme işini ve höllük bezini yaşlı insanlar bilirler. Tenya, bağırsak solucanı, kene, tahtakurusu, bit, pire insanların boğuştuğu asalak hayvanlardı. Ataput sağlığa ehemmiyet verdimi diye hiç bir insan sormaz. Cumhuriyet Halk Partisi adı üstünde acaba halkını hiç düşündümü? "Fakir halkı bu hastalıklardan korumak için doktor yetiştirelim, hastane yapalım, sağlık ve temizlik ürünleri üretelim" dedimi diye hiç kendinize sordunuzmu? Halk partisiysen yapman gereken şey halkın isteği ve ihtiyaçları değilmi? Hiçbirisi yapılmadı. Ataput zamanında ilaç üreten, temizlik malzemesi üreten işletmeler kurulmadı. Halkın ihtiyacını karşılayacak yeni hastaneler yeteri sayıda hiçbir zaman yapılmadı. Fakat Batı kültürüne ait olan balolar düzenlendi, bolca Ataput daha hayattayken Ataputun emriyle heykeller dikildi, rakı fabrikaları bolca kuruldu, Batı devrimlerini getirip millete idam korkusuyla zorla Bati kıyafetleri giydirildi. Sizinde bilmediğiniz bir hastalık türleri zamanında kol geziyordu. Zuhrevi (cinsi) hastalıklar. Ataput zamanında açılabilen genelevler sayesinde Frengi ve Belsoğukluğu hastalığı patladı. Buna çareyi tabiiki Türkiyede olmayan ilaç sanayisi yüzünden dışardan ilaç ithal etmekle karşılandı.
1 Ocak 1930 Yarın gazetesi 6ıncı sayfa
Bu ilaçları alabilenler, geneleve giden ve bu hastalıkları kapan zengin insanlardır. Fakir ve ahlaklı insanlar bu hastalıklarla yakalanmazlardı, çünkü genelevleriyle işleri yoktur, bu hastalıklara da yakalanmazlar. Zaten zamanında gazeteyi devamlı alıp okuyabilen insanlar çok azdı. Harf devrimi yıkımı yüzünden yeni harfleri okuyabilen insanlar zaten azdı. Kulaktan kulağa haber yayılıyordu. Yeni Latin alfabesini okuyabilenler okuyamayanlara anlatıyordu. Zuhrevi hastalıklarına yakalananlarda uçkuruna sahip olamayan, zengin, Batı zihniyetli insanlardı. işte zamanında fakir köylüden alınan vergiler mesela böylesi uçkuru düşük Batıcı zenginlerin ve devlet erkanının ilaçlarının parası için dövizlere gidiyordu. Size anlattıklarım masal gibi gelebilir, fakat okuduklarınız acı gerçeklerdir.
Batı kültürüne ayak uydurabilmek için yılbaşında eğlenceler düzenlenirdi. Ataputun başa geçmesiyle beraber Batı hayatını Türklere tamamen yaşatmak isteyen Ataput, bunu çoğalan yeni yıl kutlamalarıyla da takviye etti. Aslında şöyle düşünebilirsiniz. "içimizdeki Osmanlıdan kalan Rumlar ve yahudiler yılbaşını kutlarlar, Ataput da onlara ayak uydurdu, çünkü Rumlar, Ermeniler ve yahudiler de Batılı insanlardır diye düşünebilirsiniz." Hayır, çok yanılıyorsunuz. Içimizdeki Osmanlıdan kalan Yahudi, Rum ve Ermeni insanların hayatı ve kültürü Batı Avrupa kültürüne hiç bir zaman benzemezdi. Hatta bu insanlar yılbaşını eğlenceyle hiç kutlamazlardı. Işte bunu ispatlayan ve Türkiyeye Batı kültürünü getirmek isteyen, aslında ittihat ve terakki zihniyetini gösteren bir gazete küpürü.
2 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
işte görülüyorki Müslüman ve Türk olmayan insanlar bile yılbaşını eğlenceyle ve Batı Avrupa tarzıyla kutlamıyorlar, sakin sakin evlerinde geçiriyorlar. Peki, balolarda bulunan insanlar Rum, Ermeni değilse kim? Eğlenen insanlar kim? Ittihat ve terakkinin zihniyetini devam ettiren, Batı Avrupa kültüründe medet bulan, Türk ve Türk olmayan insanlar. Başını Ataputu çeken, medeniyetin Batı kültüründen ibaret olduğuna inandırılmış, aslında zavallı, kültüründen kopmuş, dini ve islamı gericilik, yobazlık sayan insanlar. işte şimdiki zamanın Batıcı ve Batılı zihniyetinin tohumları o zamanlarda atıldı. Dikkat edilirse gazete fazla bir hareketin, eğlencenin, gürültünün olmadığını, insanların yılbaşını her zamanki gibi bir takvim günü olarak geçirdiklerini anlatıyor. Bu kutlama zamanla çoğalarak gelenek haline geldi. Ne de olsa zamanın mankurtlaşma tohumları yavaş yavaş meyve verdi ve 21.yüzyılda artık Batıyla aramızda hiçbir fark kalmadı. Hayırlı uğurlu olsun. Çok medeni olduk, çok uygarlaştık, Batıyı ahlaksızlıkta solladık. Batıya özene özene edebimizi, ahlağımızı, o Osmanlıdan kalan güzel vasıflarımızı kaybettik. Halbuki bize lazım olan sadece Batının teknolojisiydi. Bunu zamanında iskilipli Atıf hoca da anlattı, Necip Fazıl da anlattı. Fakat Ataputcu Kemalist diktatörlüğüne baş kaldıran herkes susturuldu, hain ilan edildi. Neyse.
şapka devrimi aleyhinde başkaldıran kişileri veya olayları duymuşsunuzdur. Bu gazete haberide şapka aleyhinde konuşan (tefevvühât) eden bir posta memuruna ait. Posta memurunun durumu incelendikten sonra deli olduğu anlaşılmış ve tımarhaneye gönderilmiştir. Garip olansa şapka aleyhinde konuşan kişinin hâlen mesleğini yürütmekte olan bir posta memuru olması ve kendisinden efendi diye bahsedilmesidir. Haber çok küçüktür. Bu usül Kemalistlerin her zaman yaptığı bir usüldür. Başa çıkamadığın kişiye deli damgası vur, at tımarhaneye veya deli diyerek itibarsızlaştır.
2 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
Size bu Ataput muhaliflerine yapılan usül bazı kişileri hatırlatmıyormu? Mesela doktor olan ve sağlık bakanlığı yapmış olan Rıza Nuru itibarsızlaştırmaları. Fesli Deliyi zaten konuşmayalım, şimdide soyadı yüzünden ölmüş adamı itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Sebep şu: çünkü Kemalistlerin yaptığı her iddia yalan çıkıyor, söyledikleri her şey ellerinde kalıyor. Ne yapmaları lazım? Tek çare karşı tarafı itibarsızlaştırmak, böylece kimsenin bu muhalif kişiye kulak asmamasını sağlamak. Bu Kemalistler yüzünden bu memlekette ne kadar dahi, akıllı insanlar harcandı. O kadar kıymetli bilim adamları bile Ataputa ve resmi tarihe, Kemalizme ters düştüğü için dışlandı, kıymeti bilinmedi. Neyse bu posta memuru ve efendi lakaplı ve halen de posta memurluğu yapan vatandaşta nasıl olduysa birdenbire şapka yüzünden delirmiş işte. Eee, bu şapka nice insanları delirtti bu memlekette. Basit bir posta memurunu dünden delirtir.
Birazda Ataput hükümetini övelim, tarafsız olalım. Ne kadar övülecek bir durumsa, onada siz karar verin. Ankara 1930larda halen bir kasaba durumunda olduğu için yolları da tabiiki yoktur. Eskiden asfalt olmadığı için en iyi yol Arnavut taşıyla döşenmiş bir yol idi. Arnavut taşı çok pahalı ve çok uzun süren zahmetli bir kaplama olduğu için çakılla döşenmiş ve tesviye edilmiş(düzlenmiş) bir yol en iyi karayolu şekliydi. O zamanın taşıma araçları olan at, at arabası ve eşekleri çamurdan kurtarıyordu. şimdiki zamanın insanları bilmezler. Eğer bir köye bir araba yani otomobil gelse köyün kasabanın bütün insanları o arabanın etrafında toplanıyordu. Neyse. Minicik Ankaranın Istanbula bağlanması için karayolu yapılması kararlaştırılır.
2 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
Kocaman ve yeni savaştan çıkmış 1923 Türkiyesinde karayolları yoktu. Fakat aradan 7 yıl geçmesine rağmen, daha yeni bir yol bağlantısı akıllarına gelmiş. Devlet kurumlarının binaları ise 1930larda daha yeni yapılmaya başlanmış. Sonradan devleti neredeyse haraca bağlayan Haim Naimin oğlu Vehbi Koç Ankaranın ilk hastanesini 1930da üstlenmiş. Yaptığı iş sadece müteaahitlik işinin amelelik bölümünü yürütmekmiş. Aradan neredeyse 10 yıl geçiyor ve Ataputun aklına altyapı, devlet binaları, hastane gibi hizmetler daha yeni geliyor. Bu altyapı işlerini üstlenen şirketleri hepsi Avrupalı şirketler. inşaat malzemeleri Avrupadan getiriliyor. Neyse. Bu yapılan şose yol eskiden sadece bir arabanın geçeceği genişlikte idi. iş makinaları dozer, kepçe, kamyon, taş kırma vesaire gibi makineler Avrupadan getiriliyordu. Bu işi üstlenecek şirket olmadığı için Avrupalı şirket iş makinalarını Avrupadan getiriyor, sonra iş bittikten sonra geri götürüyordu. Bu yol okuduğunuz gibi ihale yoluyla yapılacaktır. Fakat Türkiyede faaliyet gösteren büyük inşaat şirketi yoktur. Nitekim her türlü inşaat faaliyetlerini yabancılar yürütmüştür. Avrupa deliliği yüzünden devlet erkânınca ithal edilen özel şahıs kullanım eşyaları(kıyafet, şarap, vesaire) nın giderlerinin üstüne birde yabancı şirketlerin faturası eklenince yerli malı, yerli şirket ihtiyacı duyulmuştur. Devlet bu yüzden inanılmaz şekilde propaganda yapıp yerli özel şirketleri teşvik etmiştir.
işte yerli malı ve böylece onun etkisiyle meydana gelecek tassarruf propagandasına ait bir gazete küpürü. istanbulda bulunan ressamların hepsi toplu olarak çağırılmıştır. Gâye yerli malı kullanmayı bilinçlendirecek afişlerin ressamlarca yapılmasıdır. Eskiden reklam yapılabilecek mecra yoktu. şimdiki bilgi teknolojisi imkanları internet, televizyon, gibi görüntü verebilecek ekran teknolojisi yoktu. Sadece gazete ve kağıda basılan resimli, harfli basın malzemeleri vardı. Duvarlara büyük afişler asılırdı. 1980 yıllarına kadar en etkili reklam mecrası duvar afişleri idi. Halkı da propaganda gâyesiyle böyle etkileyebilirdiniz.
10 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Dikket ederseniz devlet özel teşebbüsleri hiç bir zaman parayla desteklememiştir.
Hatta devleti elinde bulunduran CHP zihniyeti her zaman özel teşebbüslere takoz olmuştur. CHP sadece ve sadece kendi zihniyetinde olan kişilere ayrıcalık tanımıştır. Devletin teknolojik alanda faaliyet göstermek isteyen özel teşebbüslere maddi yardımda bulunduğuna dair 1950li yıllara kadar tek gazete haberi göremezsiniz. Bu tassarruf reklamı tabiiki şehir halkına hitap etmektedir. Zâten devleti borca batıran şehir halkıydı. Köyler yâni halkın yüzde 80i şehirlerde ne olup bittiğinden haberi yoktu. Devleti borçtan kurtaracak olan da borcun kaynağı yâni şehirlerdi. Yâni bu haberi şöyle de anlayabilirsiniz: afiş sadece şehire asılırdı, asla köylerde afiş mafiş yoktu. Zâten köylere giden yol bile yoktu. Daha acısını söyleyeyim köylüyü adam yerine koyan devlet erkânı ve devlet memuru yoktu. Eğer dikkat ederseniz bahsettiğimiz meseleler veya durumlar kendi uydurmam değildir. Her söylediğimi tasdik eden bir gazete haberi bulabilirsiniz.
1930lu yıllarda nüfüsun neredeyse tümünü meydana getiren köylünün durumu nasıldı diye bir vatandaşa sorsanız ne bileyim der. Bir Kemaliste sorsanız Köylü milettin efendisidir der. işte Ataputun propagandası halen ölümünden 80 yıl geçtiği halde gerçeklerden hakikatten daha üstündür. Ataputun söylediği her laf sanki bir Kuran Suresi(haşa) gibi mübarekleştirilmektedir. Halbuki hakikat Ataputun söylediğinin tam tersidir. Ataputun zamanında köylü bu milletin kölesiydi. Fakat Ataputun propagandası o kadar ilahlaştırılmıştırki köylünün 1930da ilkel taş devri zamanında yaşar gibi yaşadığını ispatlasanızda Ataputun lafı yalan olamaz, köylü milletin efendisi olmak zorundadır. şimdi Kemalistler her zaman olduğu gibi işlerine gelmeyince 40 takla attıkğını bilirsiniz. Efendi kelimesiyle Türkiyenin sahibidir demiştir derler. Halbuki milletin efendisi yani hükmeden zümre Türkiyeyi elinde bulunduran mason Selanikten Ataputun getirdiği 40bin Yahudi dönmesidir. şimdi bile Türkiyeyi bu zümre elinde bulunduruyor. Benim Ataput dememi yazılarımı okudukça daha iyi anlarsınız. Halk Ataputun gerçek yüzünü öğrenirse Ataputun zenginleştirdiği zümrenin Türkiyede itibarı kalmaz. Acaba Ataputu koruyanların kimler olduğunu hiç düşündümüzdü?
Dindar insanlar cahilliklerinden Ataputu sahiplenirler daha doğrusu hiç eleştirmezler. Fakat Ataputu araştıran ve hâlen eleştirmeyen kişiler dindar olamazlar, ya ateist oldukları için yani ideolojik açıdan kendilerini ona yakın hissederler ve kusurlarını eleştirmezler, ya Ataput sayesinde bir seviyeye gelmiş zengin insanlardır, ya da Ataputun lüzumsuz ve Türk islam kültürünü yok etmek üzerine kurulan kurumlarında memurlardır, yani para yüzünden Ataputu kötüleyemezler. Yahut kendini Türk hissetmeyen ve başka kültür çevrelerinden gelen azınlıkların Ataputa olan sevgisi vardırki, Ataputun Türkiyeyi Osmanlıdan sıyırıp Batı kültürüne yaklaştırması sayesinde bir bakıma Batıdan gelen azınlık milliyetçiliğinin intikamı alınmıştır. Böylece bu azınlıklar Osmanlıyı yok ettiği için Ataputa saygı duyarlar. Fakat bu azınlığın içinde bile -burada ondan da bahsedelim- hala Osmanlı sevgisi az da olsa vardır. Türk islam kültürünü yok eden bir kurum ismini verelim. Mesela Türk Dil Kurumu. Kurulduğundan beri Türkçeyi yok etmek üzerine kurulmuş bir müsessedir. Bu kurumun gelmiş geçmiş bütün memurları Ataputu kötüleyemez. isteselerde kötüleyemezler. Ataput düşünce derneğini yönetenler veya Ataputla ilgili sivil toplum kuruluşları ne yaparlar? ilahlaştırmak değilmidir yaptıkları? Ataput nasıl put oldu? Bunu da lütfen anlayalım. Birçok yerde bahsettim. Ataput kendini ilhlaştırmaya daha hayattayken kendisi başlattı. Diktatörlüğün en belirgin özelliği bütün halkın istisnasız olarak yönetenini ilahlaştırması, yöneteninin kendini ilahlaştırması ve bunu sanat ve basın yoluyla desteklemesi, hakkında tek bir kötü kelime söylenenemesi ve öldükten sonra bile ilahlığı, putluluğu kurduğu sistem sayesinde devam etmesidir. Bakınız Lenin ve Stalinin heykellerini Rus halkı kominizm sistemi çöktükten sonra yıktı. Kominizm sistemi yaşadığı sürece halk Lenini ve Stalini sorgulayamadı. Türkiyede adı konmamış bir Ataputizm vardır. Bir Ataputu koruma sistemi vardır. insanlarda bilinçaltında Ataputu peygamberlerini korumaya benzer gibi bir hastalıklı ruh hali meydana geldi. Bu yeni değildir. Halbuki Ataputda her insan gibi eleştirilebilir, kusurları alabildiğine vardır. Fakat ben bunları yazarken bile bazı okuyucuların bilinçaltı refleksleri harekete geçmiştir. Bakınız refleks bilinçaltı kas hareketidir. Beyin kontrolünde olmayan mesela kalp atması gibi. Lütfen artık eğer yazılarımı okuduysanız bu hipnotize durumunuzdan kurtulun, bilinçaltınızı zorlayın, Ataputu putlaştıran yukarıda belirttiğim Türkiyedeki zümrelerin size vurduğu beyin prangalarından kurtulun. Eğer böyle devam ederse gerçek tarih hiçbir zaman öğrenilemez. Uydurulan tarihle nesiller uyutulmaya devam edilir. Mesela ben delillerle köylünün sefilliğinden bahsederim, bir Kemalist çıkar, fakat Ataput "köylü milletin efendisidir" demişti der ve herkes de ona hak verir.
Teşvik parayla değil manevi olarak propaganda şeklinde olmuştur. Nitekim Nuri Demirağ gibi vatansever insanlar ortaya çıkmış, inşaat şirketleri kurup, altyapıyı yapmayı üstlenmiştir. Devlet her ne kadar Kemalistlerce herşey devlet tarafından yapıldı, memlekette tek şirket devletti deselerde, altyapı hizmetlerinin neredeyse bütünü ya yabancı şirketler veya vatansever insanlar tarafından yapılmıştır. Bu bahsedilen Ankara-istanbul çakıl yolu da büyük bir ihtimalle yabancı şirkete verilmiştir. Bu Avrupalı şirketler ya ingiliz, ya Fransız veya Almandı. Amerika o zamanlar Avrupada daha doğrusu Türkiyede yoktu.Türkiyede iş yapan italyan şirketler de çok azdı. Eğer okuyucumun birisi bana sallıyorsun derse, cahilsin derim. Sallıyorsun diyenler de zaten araştırmadan resmi tarih ideolojisine kanan, her şeyi Kemalistler gibi güllük gülistanlık sanan insanlardır. Hatta Ataput zamanında Türkiyenin Avrupalı ülkelerle aynı seviyede olduğunu düşünen insanlar bile var.Onlar kendi hayal dünyasında yaşasınlar. Ataputun resmini internette kendi profiline koysunlar. Ataputun resmini -benim akrabam gibi- duvarına assınlar, arabasına imzasını kazısınlar. Yâni bir bakıma tapınmaya devam etsinler. Ben Ataput deyince de lütfen kızmasınlar. Böyle deyince hemen geliyorlar, ilk sözleri şu oluyor: "annen belli olurdu, fakat baban belli olmazdı, bizi süpermen Ataput kurtardı" masallarıyla. (Mizahtır:) Zâten Maraşlıların babaları belli değil.Maraşlılar da Fransız işgali altında kaldıkları için babaları mutlaka Fransızdır, çünkü Ataput Maraşı kurtarmadı. Neyse siz yinede tapınmaya devam edin.
Betonarme yapıların Türkiyede henüz bilinmediğini ve Türkiyede inşaat işlerinin tümünün 1930ların başında Avrupalı şirketlerin yürüttüğüne dair 2 gazete küpürü. Birisi bir Alman şirketi tarafından istanbulda yapılması planlanan Batı kültür binaları, ikincisi ise Istanbul Adalara elektrik hattının deniz altından çekilmesi ve Adalara ingiliz şirketi tarafından elektrik verilmesinin planlanması. Elektrik verilmesi çok güzel bir şey şey, fakat kültür binalarının yapılması ise bildiğiniz CHP zihniyetidir. Batı kültürü adına yapılan binalar opera, tiyatro, banyo(herhalde sauna, yüzme havuzu) kasdediliyor ve en mühimi heykeller. 10yıl boyunca milleti canından bezdir, 10 yıl sonra milletten topladığın vergilerle, millete yabancı bir kültürün binalarını yabancı şirketlere yaptır, millete tekrar kültür alanında eziyet etmek için.
2 Ocak 1930 Yarın gazetesi 4üncü sayfa
Devlet memurlarının, milletvekillerinin, yani devleti yönetenlerin, zenginlerin ve şehirlerde yaşayanların 1930da nasıl alkol tüketiklerine dair bir haber küpürü. 1930 senesinde sadece bira tüketimi 1milyon800bin litreymiş. Nüfusun 1935de yapılan sayımla 16milyon olduğunu, ve köylerde yaşayanların ve tarımla uğraşıp köyünden dışarı çıkmayan toplam nüfusun yüzde 80ini meydana getirdiğini gözönünde bulundurursak, kişi başına bira tüketimi şehirlerde oturan nüfus için 1,7litreye tekabül ediyor. Yani kaba hesap eğer şehirde oturan 3,2milyon insanın hepsinin kadınlı erkekli çocuklu bira içtiğini varsayarsak senede 1,7litre diye bir rakam ortaya çıkıyor. Eskiden köylerde oturan insanlar çok muhafazakar ve dinine bağlı olduğu için devamlı alkol içen insanlar nadirdir. Buna yoksulluk ve parasızlık ve olmayan ulaşım şartları da eklenince zaten köy halkı alkolden kendiliğnden mahrum bırakılmış oluyordu. Fakat her kural gibi köylerde oturup, binbir şartlarla alkol temin edip içen köy veya toprak ağaları mutlaka olmuştur, fakat köy nüfusunun çok büyük bir çoğunluğu alkolden istesede istemesede uzak kalmıştır. Bu yüzden alkol sadece şehir nüfusunca tüketilmiştir. şehirde oturanların çoğuda o tarihlerde muhafazakarlığını ve dindarlığını kaybetmemiş olduğu için, alkol içen zümrenin kişi başına düşen alkol tüketim oranı istatistiki rakam olan 1,7litreden daha da fazladır.Bir varsayım daha yapalım ve şehir nüfusunun yarısının alkol tüketmediğini farzedelim. O zaman bu miktar senede kişi başına 3,4litreye çıkmakta. şimdi bugünkü sayılarla karşılaştıralım. 2021 senesinde imkanlar her yerde eşit ve alkollü içki temin etmek çok basit bir şey olduğu için ve halk arasında dini ve ahlak değerlerinin neredeyse yok olduğu bir zamanda, Türkiyenin her vatandaşından yarısını alkol içmez diye kaba bir varsayım yapıyorum. 2021 de sadece bira tüketimi 943 milyon 575 bin 646 litre imiş, nüfusun yarısıda kaba hesap 42milyonmuş. Böylece kişi başına tüketim 2021 senesinde 22litre oluyor. Bir bira ülkesi olan Almanyada bu rakam 100litrenin üzerinde. şunu da gözönünde bulunduralım Türkler eskiden de şaraptan çok rakı içerdi. Yani belki bu sayı belki 2 katından daha da fazla.
3 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
Kendisine ait Ankara çiftliğinde bira fabrikası olan Ataput zaten biranın kaynağında oturuyordu. Ataput kendine ait bira fabrikasından dolayı ve çok içtiği için bira temini diye bir müşkül durumu yoktu. Ataputun kendi finanse ettiği gazetelerine, kendi biralarının reklamını verip başlattığı Batıcılık, yani bira içme alışkanlığı geldiğimiz noktada amacına ulaşmış bulunuyor. Yakında Almanyayıda alkol içmekte geçeriz zaten. Hani biliyorsunuz şimdiki zamanımızın meşhur siyasetçileri, çağdaş gazetecileri, medeni sanatcıları, yani Beyaz Türk diye ifade edilen insanlar içki ve rakıyı olmazsa olmaz gibi görüyorlar. Biraz geriye gidelim. Siyasette bir devlet protokolü diye bir şey vardı. Resmi protokollerde rakı içmek mecburiyeti vardı. Askerlerin mutlaka hazır bulunduğu bu resepsiyon denilen domuzluk toplantılarında alkol içmeniz mecburdu. Ataputun tam izinden gittiler işte. Ataput çok güzel içerdi, bunlarda içiyorlardı, halen içiyorlar, öldükten sonra da hatta meyhanede buluşacaklarını sanıyorlar. Neyse.
Ataputun kendisinin gençliğinden beri alkol tükettiğini neredeyse Türkiyede herkes biliyor artık. Ataputun bu alışkanlığını gençlik arkadaşı ve sonradan Ataputca çok yüksek makamlara getirilen Falih Rıfkı Atay, Fethi Okyar, yâveri, vesaire kişiler hâtıralarında yazarlar. Uşağı italyan asıllı Cemal Granda, Fahrettin Paşa gibi kişilerde bunu tesdik etmişlerdir. Fakat alkollü içki içilmesini Ataputun teşvik ettiğini çoğu kişi bilmez. Zamânın gazetelerine bir göz atarsanız, gazete reklamlarının yarısı bira ve rakı reklamlarıyla doludur. Ataputun kendine ait Atatürk Orman Çiftliğindeki bira fabrikasında üretilen biranın hepsini Ataputun içmedeğini, daha doğrusu içemeyeceğini beyni olan insanlar -bunun arasında Kemalistler de vardır- kabul edeceğine göre, kendisinin ve arkadaşlarının içtikten sonra geri kalan kısmını dökmeyeceğini ve sattığını da kabul ederler. Nitekim Ataputun kendi finanse ettiği Cumhuriyet, Ulus gibi gazeteler bira reklamlarıyla doludur. Her ne kadar Kemalistler Ataputun mânevi kızı Ülkü Adatepenin meşhur Atasıyla olan fotoğrafında "o içirdiği meyve suyuydu" deselerde, çok çok büyük bir ihtimalle içtiği Ankaradaki bira fabrikasında üretilen biraydı. Zaten Adatepe bunu bir röportajda kendisi de söyledi. Bardağın kendisi bile Almanların içinden bira içtikleri, Almanyada şimdi bile satılan 1 litrelik bira bardağıdır. Büyük bir ihtimalle zâten bira fabrikasını da, ya ingilizler, ya Almanlar kurmuşlardır. isimleri ve simgeleri bile birayla özleştirilen Almanlar bile şu yüzyılda kötü alışkanlıkların zararlarını anladılar, bilim bunu ispatladı ve bira kültüründen Alman devleti yeni nesili korumaya çalışıyor. Fakat bizim Kemalist beyinsizler Ataputlarını kötüleyemedikleri için birayı, alkolü bile mukaddesleştirmeye çalışıyorlar. Putlarına tapmak için bilimin sağlık için reddettiği alkoli bile koruyorlar, bilime ters düşüyorlar. şimdi gerici ve yobaz insanlar kimler? 1400yıl önceki islam kötü alışkanları şimdiki bilim ve teknik olmadığı halde reddediyor, şimdiki bilim islâmı haklı çıkarıyor. Fakat kendilerini bilime inanan, 1400 yıl öncesi kurallara uymayan, kendilerini çağdaş gösteren Kemalistler yobazlıklarından vazgeçmiyor. Kemalistler, bilime inansalar islâmın yasakladığı ve bilimin ispatladığı kötü alışkanlıklardan vazgeçerler. Hayır, onlar Ataputa tapıyorlar, bilime inanmıyorlar, o yüzden Ataputun alışkanlıklarını sıradan bir şey gibi göstermeye çalışıyorlar. Neyse. Almanyada ve Avrupada 1930lu yıllarda insanlar biranın sağlıklı bir içccek olduğunu sanıyorlardı. Almanyada daha yakın bir tarihe kadar bira temel gıda maddesi olarak geçiyordu. O yüzden bira Almanza genelinde vergiden muaftı. Sonra bira temel gıda maddesi olmaktan çıkarıldı. Sadece Bavyera eyaleti kendi kültüründen dolayı birayı temel gıda maddesi seviyesinde bıraktı ve hâlâ biraya Bavyerada vergi yok. Batıdan ve Batı kültüründen o kadar çok etkilenen ve çoğu zaten mason, yahudi dönmesi, eski ittihat ve Terakki üyesi olan hükümet adamları, bırakın millete içki içirmeyi, domuz eti bile yedirmeyi planladı ve hatta bu planı uygulamaya koydu. Zaten inanmayacaksınız, daha henüz okumamış olan okuyucum konular listesinde şu başlıklı konuyu açıp okusun: "Ataputun çağdaşlık domuzları", o zaman ikna olabilirler. Ataputun ve zamanın gayriislamı düşünen insanları, Batıyla paralel olarak biranın insana, sağlığa yararlı bir şey olduğuna dair reklamlar verdiler, gazeteler de bunu bastı. Sadece Yarın gazetesi bile bunu ispatlamaya yeter. Yarın gazetesine inanmayanalar Cumhuriyet, Ulus gibi gazetelerin reklamlarına baksınlar.
10 Aralık 1929 Yarın gazetesi 8inci sayfa ve sonraki tarihler
31 Aralık 1929 Yarın gazetesi 6ıncı sayfa
Reklamın metni şöyle: "Doğu malt özü. iştah, kuvvet ve sıhhat için en tesirli ilaçtır. Bütün eczanelerde bulunur. Genel deposu Bomonti fabrikası..." Belki maltın ne olduğunu şimdi bile bilmeyenler vardır. Malt, yâni Almancası Malz, şarapla birlikte üretilen, alkol oranı çok az miktarda olan bir içecektir. Almanyada eskiden çocuklara ve bebeklere içiriliyordu. Osmanlıyı kökten nasıl değiştirmek istendiğini anladınız herhalde. Reklamda da çocuk resmi verilmiş zâten. Fakat halk arasında tabiiki tutulmadı ve tutulmadığı için üretimi de yaygınlaşmadı. Fakat 1930larda Batıcı devletin gerçekleştirmek istediği planlardan birisiydi. Milleti herşeyiyle Batılı yapmak. Domuz yedirmek, çocuklara malt içirmek, vesaire.
Bir haberde Lozanda kararlaştırılan bir maddeye göre yabancı şirketlere eskiden verilen imtiyazların feshi halinde yabancı şirketlerin zararlarının Türkiye tarafından karşılanması kararlaştırılmıştır. Yine bir Lozan kazığı. Neden kazık? Çünkü bu imtiyazların tazminatsız tümden ortadan kaldırılması müzakere edilebilirdi. Sağır ismet müzakere ettimi? Hayır! Haim Naumun her dediğine evet dedi. Osmanlının borçları kabul edilmiş, fakat hiç savaşmadığımız ingilizlerin bütün istekleri kabul edilmiş, Yunanların verecekleri ise Yunanlara hediye edilmiştir. 1913 yılında limanları işleten Armstrong ve Vikers şirketi imtiyazlarının kaldırılmasından dolayı hükümetten tazminat isteğinde bulunmuş, fakat bu şirketlere Osmanlı döneminde Düyunu Umumiye bankasından daha önce alacağından fazla avans ödendiği için, şirketin alacağından daha çok vereceği olduğu ortaya çıkmıştır. Bu miktarda 150bin ingiliz sterlinidir. ingiliz şirketi bu parayı Türk hükümetine ödemiştir. Münakaşa yapanlar ingilteredeki Türk sefir, ve birkaç hükümet üyesidir. Lozan zaten bir kazıktı da, benim şiddetle eleştirdiğim ingiliz şirketinden alınan paranın nasıl harcandığıdır.
26 Aralik 1929 Yarın gazetesi 5inci sayfa
şimdiki Türkçeye çevirirsek gazete haberde son paragrafta şunu söylüyor: "Bu müzakerenin yürütülmesinde gayretleri ve hizmetleri geçmiş olan Londra elçisi Ferit Bey, Burdur milletvekili şeref Bey, hazine hukuk müşavir vekili Selahattin Beyin münasip miktarda ikramiye verilmesi suretiyle ödüllendirilmesi maliye bakanının teklifi üzerine karar altına alınmıştır." Yâni bütçeyi istedikleri gibi kendi aralarında paylaşıyorlar demektir bu. 150bin sterlinden ne kadar bu kişilere verildi belirtilmiyor, belki hepsi. Sanki babalarının paraları da, aralarında dağıtıyorlar. Bir de bunu kamunun öğreneceği şekilde yayınlıyorlar, kararlaştırıyorlar. Ne kadar âdil, ne kadar milletin parasını yemeyen bir hükümetimiz varmış. Neyse Ataput hükümetinin yolsuzluklarını burada sıralarsam dudaklarınız uçar. Başka zamâna.
Osmanlı savaştayken ve işgal altındayken bile fabrika açmıştır. 1919 yılını bilirsiniz. Osmanlıyı yöneten Enver, Talat ve Cemal Paşanın Osmanlıdan kaçtığı ve Yunan, ingiliz işgalinin başladığı zamandır. Bu raklamda 1919 yılında istanbulda Eminönünde Osmanlıda ve Türkiyede ilk olarak kurulan bir konserve fabrikasından sözedilmektedir. Fabrika kurucuları kendi reklamlarını yapıp müşterilerine teşekkür etmekte ve kuruluşlarının onuncu yıllarını kutlamaktadırlar.
3 Ocak 1930 Yârın gazetesi 6ıncı sayfa
Bilmiyorum bilirmisiniz. Bir bina yapıp 4 duvar arasına Avrupadan üretim makineleri getirmek bir mârifet değildir. Bu sadece bir para meselesidir. Kasanızda paranız varsa istediğiniz üretim fabrikasını kurarsınız. Mühim olan o üretim teknolojisini, bilimi kendiniz geliştirmek ve kendi üretim makinenizi kendiniz üretmektir. Hammadeyi bir ülke dünyanın her yerinden tedarik edebilir, fakat üretim makinesini her ülke yapamaz. Kemalistler mesela şeker fabrikalarıyla övünürler. 4 duvar çık, içine Avrupadan makine koy, sonra o makineleri çalıştıracak elemanın bile olmadığı için Avrupadan teknisyen getir, sonra fabrikanla övün. Eğer böyle övünülecekse işte Osmanlıyla, yâni 1919da başta olan Vahdettinle övünün o zaman. ilk konserve fabrikası onun zamanında kurulmuş. Hemde savaş ve işgal zamanında. Belki bu fabrika özel sermayeyle, özel teşebbüsle kuruldu. Mühim değil bizim ölçümüz Kemalistlerin nasıl övündüğü, ne ile övündükleri. Kemalistler Ataputun zamanında yapılan bütün teşebbüslerde ayırım yapmıyorlar, "hepsini putumuz" yaptı diyorlar. Yaptıkları da teknolojik bir kazanım olsa keşke. Eğer Kemalistler Ataputun şeker fabrikalarıyla övünürlerse, ben de Vahdettinin hatta işgal zamanında kurduğu veya kurdurduğu veya onun teşebbüsü olmayan özel kişiler tarafından kurulan konserve fabrikasıyla övünürüm. Hatta hani şu bizim güyâ hain Vahdettin zamanında. Sanmayın Enver Paşa hükümeti veya Vahdettin zamanında hiç bir kurum veya işletmeler açılmadı. Fakat konumuz 1.Dünya savaşı zamanı ve iktisadı değil. şunu belirteyim sadece: 1. dünya savaş zamanını, Kurtuluş savaşı zamanını iktisadi çöküş, hiç bir yatırım yapılmayan, en kötü devir olarak anlatırlar. Sadece ve sadece Ataputun zamanı göklere çıkartılır. Kemalistler ve Ataput için 1923 senesi öncesi yoktur. Herşey peygamber gibi neredeyse gökten inen Ataputla başlamıştır. Bu sahtekar tarihciler ve Kemalistler şu konserve fabrikasını bir araştırın bir zahmet. Bu nasıl işdir. Sizden önce, hatta savaş sırasında bile, hatta sizden izin alınmadan bir takım kuruluşlar yapılmış, işler çevrilmiş. Sizin Peygamberinize hakarettir bu.
Her türlü inşaat, imar, kurumların kurulması, işleyişi, aklınıza gelen her türlü devlet işlerinde Avrupadan şirket yetkilileri, bilim insanı, teknik ve sanat insanı getirildiğini ve Türkiyede mevcut olan Osmanlı bakiyesine rağbet gösterilmediğini belirtmiştim. Bu okuyacağınız haberde Ankaranın yollarının düzenlenmesinde ve planlanmasında Avrupadan uzman getireleceğini, fakat eski belediye başkanının bu işe karşı çıktığı haberi verilmiştir. Eski belediye başkanı Türkiyede yeteri kadar şehir planlaması yapabilecek, dolazli olarak Osmanlı döneminden kalan inşaat tecrübesi olan insanların bulunduğunu belirtmektedir.
4 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1nci sayfa
Gelen kişi Berlin şehrinin başmühendisidir. Avrupa hayranlığı ve Batıya olan sonsuz aşağılık duygusu ve kendi kâbiliyetini küçük gören zihniyet 1930da da vardır. Fakat Ataput ve devlet erkânı özellikle Osmanlıdan kalan ve herhangi bir şekilde Osmanlı zihniyetini taşıyan kişilerden faydalanmak kenarda dursun, onlardan kurtulmayı amaçlıyordu. Hedef Batıydı, Batılı olmaktı, Islamdan, Osmanlıdan kurtulmaktı. Türkiyede bulunan tecrübeli mühendislere rağbet edilmemesinin sebebi buydu. Sadece kendini Batılı veya Batıcı, islamdan ve saltanattan uzak gösteren insanlar devlet işine alınıyordu.
Yıl 1930. Acaba hiç düşündünüzmü Türkiye Merkez Bankası ne zaman kuruldu? 1920lerde olabilirmi? Yani Cumhuriyet ilan oldu, Merkez Bankası kuruldu diye düşünürsünüz? Peki banknotları merkez bankası kurulana kadar kim bastı? Merkez Bankası kurulduktan sonra kim bastı? ingilizler desem inanırmısınız? Sizi biraz şüpeye düşürecek bir gazete haberi vereyimde Ataputun ve erkanının devlet adamı olmadığını, devleti yönetemediğini o zaman anlarsınız. Yıl 1930 daha devletin kendine ait bir bankası yok, merkez Bankası yok.
4 Ocak 1930 Yarın Gazetesi 2inci Sayfa
Peki 1930lara kadar bir merkez bankasına ihtiyaç duymayan bir devlet olabilirmi? Merkez Bankası kurulana kadar para dolaşımını kim yürüttü?Ataput bir Abdülhamit kadar olamadı desem yanlışmıyım? Abdülhamitin halen 1930larda bile varolan Düyunu Umumiyesinden bahsediliyor. Cumhuriyetin ilanından, aradan 10 sene geçmiş Ataput neyle uğraşmış: Batı kültürü devrimleriyle. Sonra şu Kemalistler çıkıp Ulu önder ulumalarından bahsederler. Gazete haberindeki Osmanlı Bankası sizi yanıltmasın. Adı Osmanlıdır ve ingiliz Yahudilerinin kurduğu bir bankadır. Dikkat ederseniz zâten bütün para piyasasını elinde bulunduran ve Türkiyede para basan ingilizler, merkez bankası girişiminde ve kuruluşunda güyâ yardım edip Türkleri bağımlı hale getirmek istemekdedirler. Zâten merkez bankası kuruldu kurulalı hiç milli değildi, olamadıda. Yahudilerin cirit attığı bir alandır para piyasası, hâlen bile öyledir. Haberde eğer okuduysanız o zaman merkez Bankasının para biriminin ingiliz sterlinimi yoksa liramı olacağı bile konuşuluyormuş. Kanunla bu para biriminin lira olması kararlaştırılacakmış. Merkez bankası ne zaman kurulmuş, ne kadar milliymiş, öğrenilmesini size bırakıyorum. Fakat yine siz Putunuzu övmeye devam edin.
Cumhuriyet zamanının baskı ve sindirme ve polis devleti zamanı olduğunu belirtmiştim.
Bu haberde Tirede bir kebapcı çırağı zabıtalarca söylenildiğine göre bir hırsızlık yüzünden yakalanmış ve karakola getirilmiş. Karakolda nasılsa kebapcı kendini iple asmış. Muayene için gelen doktor, ölen kişinin vücudunda dayak izleri görüldüğünü tespit etmiş ve ölen kişinin bu dayak yüzünden öldüğünü ve öldükten sonra başkası tarafından iple asıldığını belirtmiştir.
4 Ocak 1930 Yarın Gazetesi 4üncü Sayfa
Karakolda sivil insanların olmadığına göre polisten başkası bu adama dayak atmış olamaz ve polisten başkası da onu asmış olamaz. Buna polis şiddeti diyebilirmiyiz? Hatta işin içinde keyfi adam öldürme veya sadistlik olabilirmi? Bu polis şiddeti Ataputumuz öldükten sonra bitmişmidir? Hayır sistematik bir biçimde Adalet Partisinin üyelerine 1960 darbesinden sonra Yassıadada işkence yapılmıştır. 1980 darbesinden sonra en meşhuru Muhsin Yazıcıoğlunun ve Mahir Damatların uğradığı işkenceleri herhalde duymuşsunuzdur. Yâni topu Ataputa atmayalım, Ataputun suçu yoktur bu işte. işkence kültürü polis teşkilatının içinde yerleşmiş bir kültürdü. Fakat Ataput polisi ve jandarmayı devlet ideolojisine karşı gelen muhalifleri sindirmek için kullandı. CHPnin zihniyetine karşı olanları işkenceyle terbiye etmek ve işkence kültürünü geliştirmek sağır inönü zamanında gelişmiştir. Sadece bir kelime bu tarihin karanlık tarafını anlatmaya yeter. O kelimede tabutluktur. Tabutluklar diye araştırırsanız CHPnin Nazi Almanyasından işkence tekniklerini Türkiyeye nasıl getirdiklerini anlarsınız. Solcular ve solcu görüşlüler ve CHP yanlıları ne zaman iktidarı ele aldılar, o zaman sistematik bir biçimde kendini Islamcı veya Ülkücü olarak gösterenleri polis yoluyla bertaraf etmeye çalıştılar. Son zamanlarda solcular ve sağcılar Kemalistler tarafından aynı şekilde işkence gördü. Fakat Kemalistler gösteriş olarak son zamanlarda aşırı solculara(yani koministlere, devleti devirmek isteyenlee) biraz işkence yaptılar, daha şiddetlisini ise sağ görüşlülere yaptılar.
Uğur Mumcu, Sebahattin Ali, Nihal Atsız gibi Kemalizm çigzisinden çıkanlara işkence uygulandığını az çok biliyorsunuzdur. Fakat bunlara tabutluklarda işkence uygulandığını duymamışsınızdır. Tabutluklarda işkence görenlerden biride Fesli Delidir. Neden gerçek adını değilde Kemalistlerin taktıkları lakapla bu şeriat yanlısı yazardan bahsetmemin sebebini, belki anlamışsınızdır. Kemalizm başlı başına sahtekarlığın, şeytana pabuç bıracak cinsinden yanlış kara propagandanın dünyada belki başka eşi benzeri olmayan bir timsalidir. Sahtekarlıkla alay etmenin benim seçtiğim yolu, sahtekarlığın alay ettiği kişileri onların lakabıyla anmak ve ölümsüzleştirmektir. Nitekim Fesli Deli onların taktığı lakaptır ve unutulmaması ve unutturulmaması gerekir. Aynı şey Uzun Adam için ve kendilerince Gandi olan Kemal için de geçerlidir. Malum kişi için bazı çevreler değişik lakaplar kullanıyorlar fakat bence en doğru olanını ben kullanıyorum. Neyse. Fesli Delinin kendi konuşmasından alıntıdır:
"90 gün bir Allah kulu görmeden bir odada kaldım. Bu ızdırap sahneleri içinde 246 saatte - şu baston da onun hediyesi (bende sakatlık derecesinde iz bırakan hatırasıdır)- 27 Mayısta, 246 saatte, şu gün ışığını görmeden telefon kulübesi kadar bir beton kutuda kaldım. Elhamdüllilah."
Elhamdüllillah demesinin sebebi ve sözlerinin devamı yaklaşık şöyle bu işkenceler benim doğru yolda olduğumu bana öğretti. Neyse.
Cumhuriyetin ilk yıllarında vatansever insanların servetini ortaya koyarak girişimlerde, yatırımlarda bulunduğunu söylemiştik. Ataput zamanında çok mühim bulunan uçak sahibi olmak için propaganda amaçlı bir çok reklam yayın yapıldığını ve halkın altınını, servetini bağışlayarak uçak alınmasını sağladığını belirtmiştim. şimdiki haber bir köprü yapımı. Halk devletin tek kuruşu olmayarak kendi arasında para toplamış, beton köprü yapan Türk şirketi zamanında olmadığı için Almanyadan bir şirket bunun için tutulmuş ve Izmitte bir köprü inşa edilmiş. Tamamen vatansever halk tarafından başlatılmış ve bitirilmiş devletin hiç bir kuruş vermediği bir köprü. Hani Kemalistler Cumhuriyetin her yatırımını Ataputa bağlarlarya öyle bir şey yoktur. Çoğu yatırımı halk ve vatansever insanlar kendi başına yapmıştır. Işte size bir delili.
4 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
150'liler adında bir Osmanlı ünlü ittihat ve terakki topluluğunun ingilizler tarafından Malta adasına sürüldüğünü belki duymuşsunuzdur. Fakat bu 150'lilerin sonunun Cumhuriyettten sonra ne olduğunu hiç araştırdınızmı? işte onlardan birisi Mehmet Ali Cenani Bey. Eğer Türkiyeye geri dönmezse vatan haini ilan edilecekmiş. Işlediği suç istanbulun ihtiyacı olan buğdayı temin etmek için ayrılmış parayı parayı doğru yerde harcamamakmış. Açılan soruşturma komisyonu keyfi olarak parayı başka yerlerde harcamasını tespit etmiş mesela tahvil alıp satıp, kurum borcunu ödemek, tahıl ticareti yapmak, değişik banka hesapları açmak vesaire gibi. Fakat zimmetine geçirmek, yani halk deyimiyle parayı yemek veya yedirmek gibi bir suç işlememiş. Değişik girişimlerde bulunduğu için istanbulun ithiyacı için ayrılan parayı sonuçta zarara uğratmış ve yurtdışına kaçmış.
5 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1nci sayfa
Ali Cenani Beyin ilginç bir geçmişi var. Yıldız sarayı yağması tetkiki komisyonundan tutun, Antepte kendi isteğiyle ve parasıyla açtırdığı okullardan tutun, Osmanlı hükümetinde her zaman ve her şeye muhalefet yaptığından tutun, Hicaz Bağdat demiryollarının Osmanlı parasıyla yapılmas teklifinden bir çok iktisadi alanda çalışmasına kadar etkin bir siyasetci. 150'lilere nasıl dahil olunduğunun sebebi ise Ermeni tehcirinde meydana gelen olaylara katıldığı iddiaları. Aslında meclis tarafından yürütülen soruşturma komisyonun tesbiti Ali Cenaninin görevini suistimal ettiği, yâni kötüye kullanması değil, doğru yapmaması imiş. Burada bu haberi vermemin sebebi şu: Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiyede aranan bir kişi herhangi bir suçu olsun vaya olmasın, yurtdışına kaçarsa hemen hemde Millet meclisi tarafından vatan haini olarak ilan edilirdi. işte size bu da delili. Bunlara yurtdışına kaçan bütün ittihat ve Terakki mensuplarını katabilirsiniz.
Can Dündar ve Enes Berberoğlunun MiT tırları ifşası yüzünden mahkemelik olduklarını herkes hatırlar. Suçları askeri ve devlet sırrını açıklamaktı. 1930da acaba askeri sır ne idi diye hiç aklınıza geldimi? Ataput zamanında bir savaş gemisinin hangi limanda olduğunu bile gazetede yazmak devlet sırrını açıklamak olduğunu biliyormuydunuz? Gazetecilerin bu yüzden ceza yediklerini, hapishanede yattıklarını elbette ki bilmiyordunuz. Asıl gerçek şu ki, muhalif gazetecileri baskı altında tutmak ve gerektiğinde hapse atmak için en uygun fırsat, gazetecilerin askeri birliklerin ne yaptığını, hangi savaş gemisinin veya denizaltının hangi sularda bulunduğunu yazmasıydı. işte Akşam ve Ikdam gazeteleri 1930 senesinde askeri sırrı açıkladığı için mahkemelik olmuşlardır.
5 Ocak 1930 Yarın gazetesi 2nci sayfa
şunu gözardı etmeyelim. Savaş zamanında bu türlü haberler yasak olabilir. Fakat 1923 yılından sonra Ataput devleti her türlü uluslararası anlaşmazlıktan kurtulmak için anlaşmazlıklarla ilgili her hakkından vazgeçmistir. Mesela Ege Adaları, Musul, savaş tazminatı, petrol hakları vesaire bilerek sonraya bırakılmış veya vazgeçilmiş, her türlü anlaşmazlık ortadan kaldırılmıştır. Hatta 8 yıl önce en azılı düşman olan Yunan, kültürüyle, her şeyiyle Türkün en iyi dostu olmuştur. Savaş tehdidi ortadan tamamen kaldırılmıştır. Peki hiçbir düşman tehdidi olmadığı halde askeri sır yasağı neden vardır? Basın için vardır. Nitekim Arif Orucun gazetesi Yarın da bir savaş gemisinin hangi limanda olduğunu yazması yüzünden kapatılmıştır. Dikkat ederseniz zâten Arif Oruc, bu adı geçen gazetelerin mahkemelik olması haberini de küçücük 2 cümleyle vermiştir ve herhangi bir yorum ve sebeb-netice belirtmemiştir. Belirtse kendisini tehlikeye sokacaktır. Zaten Ataput basını tümden susturmak itemiştir ve belirtildiği gibi yeni matbaa kanunuyla basın susturulmuş, meydan Ataputun borazanlığını yapan Cumhuriyet gazetesine kalmıştır.
1923 Lozan Anlaşmasında Ege Adalarının vaziyeti belli oldu, hepsi Yunanistana verildi diyenlere karşı bir haber. Yunan sefiri , yani elçi Polihrayadis, Ankaraya gelmiş ve 7 kere Ankarada o zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Beyi ziyaret etmiş. Sebep ise Ege Denizinde sınırların belirlenemediği için askeri hudutların da tam olarak bilinenememesi. Lozanda Haim Naumun sözüne giderek acemice işler yapan ismetin, Ege Adalarının bazılarının durumunun muallak olarak kalmasından dolayı, deniz hudutlarının belirlenmesinde zorluk meydana geliyor. Anlayınki 1930 yılında bile hâlâ elimizde fırsat varmış ve Yunan elçisine Adaların bizim olduğu ve sınırların orda, adalardan sonra başladığı kabul ettirilebilirmiş. Adaların hepsi Yunanların olsa Yunan elçi sınırlar için neden müzakere yapmak mecburiyeti görsün? Yunan devlet adamları Lozan anlaşmasını okuyamıyormu? Lozan anlaşması Yunanlar için ayrı Türkler için ayrı mı yapıldı? Dikkat ederseniz Türkiye tarafının amacı hudut belirlemek değil, balo yapmak! Böylesine ciddi ve vatan toprağı sözkonusu olan bir durumda bile devlet erkânının düşündüğüne bakarmısınız? Anlaşma yapıldıktan sonra, balo yapıp kutlamak. Akıllarında doğrudan olmasa bile balo yapmak var. Yunan Adalarının hepsi Yunanistana Lozanda verildiyse Yunan yetkilileri neden deniz sınırını belirlemek istiyor? Bir şeye daha dikkat edin. Türkler Yunanistana deniz sınırı belirlemek için gitmiyor, her zaman Yunanlar Türkiyeye geliyor. Ne kadar vatan toprağı sevgisi var CHP devletinde değilmi? Yunanlılar CHPden daha vatansever desem yeri değilmidir? Haberin sonunu da dikkatlice okumuşsanız zaten kimin daha vatansever olduğu anlaşılıyor. Yunan elçi anlaşma yapıldıktan sonra vatanına, Yunanistana gidecekmiş. Türk dışişleri bakanı nereye gidecekmiş? Avrupaya seyahate. Zaten CHP zihniyetinin vatanı Batı olmuştur. Vatanları Türkiye değildir. işte size bir delil daha. Mustafa Armağanı Kemalistler hiç beğenmezler. Armağan şunu her zaman söylemiştir. "Durumu muallak olan her Ege adasına 10 tane Türk askeri koysaydınız, o adaların hepsi şimdi Türklerindi". Fakat CHP zihniyetinin kökünde balo yapmak ve rakı içmek vardır. Vatan ve gelecek değil.
6 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1nci sayfa
Burada aklıma bir olay geldi. Bu olayda da herşeyden önce kutlamak ve eğlencenin gelmesi sözkonusu gibi. Olay şu:
Yunanlılar Kurtuluş Savaşından sonra denize dökülmediler. Sakince her şehirde saatlerce eğlenerek, ve köyleri kasabaları yakarak,yağmalayarak, sonra da ingiliz gemilerine binerek Ege limanlarından Yunanistana gittiler. Izmire bütün Yunanlıların gidişinden 2 gün sonra ordumuz ve sonra Ataputumuz Izmire gelir. Ataput sahilde bir masaya oturur ve rakı içmeye başlar ve denizi seyreder.
Falih Rıfkı Atay tarafından bu olay şöyle aktarılmış:
Ataput, lokantanın Rum asıllı olan garsonuna sorar:
- Bre Yorgi, söyle bakalım… Sizin Kosti (Yunan kralı Konstantin) buraya geldi mi?"
Garson:
"- Geldi Pasam…
- Oturdu mu burada?
- Oturdu Pasam…
- Peki şu muhteşem manzara karşısında iki kadeh rakı içti mi?
- Içmedi Pasam…"
"-Vah zavallı vah, mâdem burada gün batımında bir rakı içmeyecekmiş, o halde ne halt etmeye almış Izmir'i!.."
Yorum yok. Sadece hudutları belirlemek isteyen Yunanla balo yapmak isteyen Türk devlet adamlarıyla Ataput arasında bir benzerlik varmı diye kendinize sorun. Ben vardır veya yoktur demiyorum.
Memleketin hâlinin nasıl olduğuna dair durumu haberlerle vermiştim. Istanbul Örtaköy zamanının gelişmiş bir mahallesi olarak sayılıyordu. Gelişmişliği şu haberden anlarsınız, nasıl bir gelişmişlik. Gelişmişlikmi yoksa taş devrimi? Sene 1930 Ortaköyün yolları çamur içinde doğru dürüst yol yok. ışıklandırma için elektrik direkleri çekilmemiş Geceleyin insanlar karanlıktan dolayı sokağa çıkmaya korkuyor. istanbul böyle olursa Türkiyenin en ücra köşesinde oturan bir köylünün durumu nasıl olur siz düşünün. Evet cilali taş devri desem yanlış olmaz.
7 ocak 1930 5inci sayfa
Fakat Kemalistler Ataputun zamanına ne diyorlar: Altın Çağ. Hatta Kendini tarihci olarak gösteren bir adam Ataput zamanında Osmanlı zamanından daha fazla çocuklara Kuran öğretildi diye konuşmuş. Seyrettim ve Fesli Delinin böyle insanlara söylediği aklıma geldi. Çüüüşş, hemde 10 kere çüüüüş. Bu iddiasını da şuna dayandırıyor. Kuran öğretilen yerler câmilermiş. Osmanlı zamanında köylerde sadece 300 civarında camii varmış. Câmi olmadığı için de Osmanlı zamanında çocuklar Kuran öğrenemiyorlarmış. Ataput geldiği zaman Kuran öğrenilmesini sağlamış. Buna benzer laflar söyledi. Çüüüş. Kendi köyümden bahsedeyim, hatta yaşlı insanlar benim söylediğimi teyit ederler, çünkü bizzat yaşamışlardır. Her köyün minareli camisi yoktur. hatta 1970lere, 1980lere kadar câmisi olmayan köyler çok fazlaydı. Fakat câmisi olmayan köyde Kuran öğretilmez diye bir şey yoktu, hâlâ da yok. Köylüler, köy odası denilen ve köyün ihtiyacını gideren ortak bir toplanma binasında toplanır ve burada işlerini görürlerdi. Köyde zengin olan kişi çoğu zaman o odanın da sahibiydi. Köye yabancı bir misafir gelirse bu binâda konaklardı. Kuran çocuklara burada öğretilirdi. Kendini namaz kıldırmaya adamış hafız veya imamlar ya kendi evlerinde yada bu köy odasında Kuran öğretirdi. Evet, işte kocaman bir yalan tarihi yeni nesile böyle şırıngayla aktarıyorlar. Bu güyâ tarihciye hiç bir tarihci karşı çıkıp bir laf söylememiş herhalde. En azından ben söylemiş olayımda eşeklik yapmasın. Bu sözleriminden de eğer okursa gocunup "bana hakaret etti" demesin. işte böyle güyâ tarihciler rakamlardan istatistiklerden kendilerine sahte bir târih çıkarmasın. Kapatılan, satılan, depo ve asker barınağı ve hayat kadını binası olarak kullanılan camilerden şimdi bahsetmeyeyim. Fakat işte Kemalistler tarihi öyle bir çeviriyorlarki aklınız durur. Resmi tarih de bunları desteklediği için istedikleri gibi sallıyorlar, pardon anırıyorlar.
Yeni harfler diye Batının latin alfabesini Türkiyeye getiren "Ataput çok iyi yaptı" diyenler için bir haber. Yeni bir alfabeyi bir halka dayatmak ve "bu alfabenin yazılması çok kolaydır" diye halkı kandırmak kadar çok aşağılık bir şey olamaz. Kendiniz karar verin. Bir Türk mesela Yahudi alfabesini veya Gürcü alfabesini ne kadar zamanda öğrenir? Bir alfabenin basit olmasının şartları nedir? Hiç acaba şöyle bir karşılaştırma yapıldımı? Ne latin alfabesini, ne de Arap alfabesini bilen bir kişiye Latin ve Arap alfabesini öğretseler hangi alfabeyi daha kısa zamanda öğrenir? Arap alfabesindeki harfler 28 harften ibarettir. Zorluğu bazı harflerin sadece kelime arasında başka şekilde yazıldığındandır. Latin harfleri 29 harftir. Zorluğu, büyük harflerin yanısıra birde aynı harflerin, küçük yazılışı olmasıdır. Yani iki alfabede aslında öğrenilmesi bakımından aynı zorluk derecesindedir.
Alfabe bilirsiniz küçük yaşta öğretilirse kolay öğrenilir ve zorluk çekilmez.Fakat bütün bir milletin yaşlısı çocuğu aynı anda ve zamanda bir alfabeyi öğrenemez. Bir Batı deliliği olan Ataputun bu zorbalığı nitekim işte basit görünen bir yerde mektup zarflarında bile kendini gösterir. Halk yeni alfabeyi öğrenememişter ve zarflar adreslerine teslim edilemez. Sebebi, doğru yazmasını bilemeyen halk zarfların üzerine yanlış, okunamayan şekiller çizmektedir. Ataputizmin övüp övüp bitiremediği harf devriminin halk içindeki yankısını gösteren bir haber.
Haberde mektupların yüzde 15inin okunamadığını yazmaktadır. Bu yüzdende mektuplar postanede kalmaktadır. Dikkat edilirse zaten ihtiyar insanlar yeni harfleri bilemediğinden başkalarına, yeni harfleri bilen kişilere yazdırmaktadırlar. Yani bu mektupların üzerindeki okunamayan yazılar yeni harfleri bilen kişiler tarafından yazılmıştır. Hayal dünyasında yaşayan Ataputcular burdamısınız? Hayal dünyanız pembemi? Bakın bu mektuplar sizlere bir şeyler söylüyor. Biraz aklınızı çalıştırın bakın acaba ne demek istiyor. Acaba hiç düşündünüzmü halkın bu harflere alışması kaç yıl sürdü? Yaşlılar belki bu harfleri hiç öğrenemeden öldü gittiler. Ey Ataputcular! Latin alfabesini şimdi dediğinize göre çok kolay öğrendikde hangi bilim çağına ulaştık? Hangi teknoloji sıçramasını gerçekleştirdik? Hangi Batı ülkesini Ataput ölünce geçtik yada yakaladık? Ataput öldüğü zaman ingiltereyi, Fransayı, Almanyayı geçtikmi yoksa yerimizdemi saydık? Ne getirdi bize latin alfabesi? Yalanlarınızından da bıkmadınız. Tekrarlayıp durun. Dünyada eşi ve benzeri olmayan bir dayatmayı, bir toplum mühendisliğini hâlâ bu çağda koruyorsunuz.
Bir başka haberde mahalle muhtarlarının ilmuhaber yazılarının okunamamasından şikayet edilmektedir. istanbul valiliği muhtarlara bir tebligat(bildiri) yayınlayarak muhtarlarca yazılan yazıların okunaklı olmasını istemiştir. Muhtarlar yetişkin insanlar olduğu için ve ilkokul öğretimini yeni yani latin harfleriyle almadıkları için ve yeni harfleri öğrenmeleri ileri yaşlarda zor olduğu için tabiiki yazdıkları okunamaz olmaktadır. Siz kendinizden örnek alın. Size mesela 40 yaşındaysanız ve kanunla deselerki "hadi artık bundan sonra çin alfabesiyle yazacaksın", tabiiki kabiliyetinize göre çin alfabesiyle 40 yaşından sonra zorlanır veya yazabilene yazdırırsınız veya beceremezseniz işi bırakırsınız. Hani şu sözü duymuşsunuzdur: "bir gecede okuma yazma bilemez olduk."
Bir adamdan dinlemiştim. Arap alfabesi Türkçeye uygun değilmiş. Nedeni ise sesli harfler Arapçada yokmuş, mesela o, ö, u, ü harfleri. Kelimenin Arapça yazılışına bakılarak bu harfin o veya u olduğu anlaşılıyormuş. Doğrudur. Fakat Arapçada e, i, a, u gibi sesli harfler, sessiz harflerin üzerine, altına çizgi çekilerek meydana getiriliyor. Bu gibi adamlar, yani latin alfabesini savunan insanlar, 2 alfabeyi yani Arapça ve Latinceyi karşılaştırmada bile dürüst değiller. Kullandığımız Latin alfabesi de Türkçeye uygun bir alfabe değildir. Mesela Ataput yeni harfleri çıkarırken Türkçede olan kalın k harfini ve ince k harfini birbirinden ayırmadı ve Ataputun bu yaptığı hata günümüze kadar geldi. Halbuki latin alfabesinde kalın ve ince k ayırımı vardır ve bunlar değişik harflerle yazılır. Türkçede olmayan fakat latin alfabesinde mevcut olan "Q" harfi ince k harfidir. Kışın yağan kar aslında kalın k olarak okunur ve kar olarak yazılır. Paradan kasdedilen, kazanç, kar aslında ince k harfidir, eskiden kâr diye yazılıyordu. Fakat çoğu yerlerde k harfinden sonra gelen harfin üstüne şapka konulması unutuldu. Harflerin üzerindeki şapka harflerin uzun okunmasını sağlıyordu. Zamanla bu şapkayı da TDK tümden kaldırdı. Eğer Ataputumuz dilbilgisi olan bir dil bilimadamı olsaydı, latin harflerini batıdan getirirken Q harfini ince k yerine kullanırdı. Fakat yapmadı. içinde bulunduğumuz senede televizyon sunucuları bile kelimeleri tanımadıkları için ve harf şapkası kalktığı için kelimeleri doğru konuşamıyorlar. Bakınız Katil kelimesi. şapka harflerin uzun okunması gerektiğini de belirtiyor demiştim. Mesela katil kelimesi kalın k ile yazılır ve a harfi uzun okunur. Halbuki yeni nesil o kadar cahil bırakıldıki katil veya başka kelimelerde bazı harfler uzun okunacağına artık hep kısa okunuyor. Katil'deki a uzun okunur, taki'deki a, bazı'daki a, yarın'daki a, hane'deki a, zaten'deki a uzun okunur. Bazı kelimelerde i harfinin üzerinde de şapka vardır ve i harfi uzun okunur. Fakat ince k ve kalın k ayrımını biz kelimenin cümle içinde nasıl kullanıldığına bakarak anlıyoruz. Verdiğim misaller kullandığımız latin alfabesinde çoğaltılabilir, fakat kimse bu eksiklikleri dile getirmez. Mesela k harfinden sonra eğer i sesli harfi gelirse bu k harfi her zaman ince k ile okunur mesela kiraz, kitap, kiriş, kimse. Yani latin alfabesinin Türkçeye uygun olmadığı bu misallerden anlaşılıyor. Hiçkimse Ataputu sorgulamadığı için Q harfini neden kullanmadığını düşünmez. Ataput hangi dilbilimciye danıştı ve harflerin bu kullandığımız şekilde kullanılmasına karar verdi? Yumuşak g (ğ) yi ayrı bir harf olarak kullanılmasını kim önerdi? Hiç düşündünüzmü mesela Türkçede ince k harfi yumuşak g(ğ) harfinden daha fazla var, fakat yumuşak g ender kullanıldığı halde başlı başına bir harf. Sanmayınki latin alfabesi kullanan Avrupa ülkelerinin durumu çok iyi. ingilizcede harflerin yazılışı ve okunuşu çok ve çok değişiktir. ingilizce kelimelerin yazılışını ayrı öğreniyorsunuz okunuşunu ayrı öğreniyorsunuz. Fransızca derseniz aynısı, yazılışı başka okunuşu başka. ispanyolcası, italyancası aynı. Bilmiyorsanız ingilizce, Fransızca bilene sorun. Avrupada bile latin alfabesinde bu zorluklar varken , Türkçeyede uymayan latinceye Arapçaya karşı yükseltmenin tek ama tek sebebi vardır. O da Ataputu putlaştırmaktır. Ataputu sorgulatmamaktır. Sorgulanan şey her zaman Arap alfabesi, osmanlı kültürü, Osmanlı tarihi, islam olmuştur ve ne yazıkki öyle kalacaktır. Evet, diktatör sorgulanabilirmi diye bir soru soralım, sorgulanabilir diyorsanız alfabenin eksik harfi ince k harfinden başlayalım ve Q harfini alfabemize sokalım, ne dersiniz? Veyahut başöğretmen Ataput sorgulanabilirmi? diye soralım. Sorgulanabiliyorsa latin alfabesini sorgulayalım ve Arap alfabesini ikinci alfabe olarak koyalım. Fakat kanunlarla Ataput devrimleri korunmaktadır. Latin alfabesi bir Ataput devrimidir, diktatörlük delilidir.
istanbul belediyesinin kömür deposunun olmadığına ve belediyenin gelecek yıllarda bu depoyu inşa edeceğine dair bir haber. Tahmin edin kim, hangi şirket inşa edecek? Yâni Türk şirketimi yoksa bir Avrupa şirketimi?. Ben Kemalistlerin altın çağına mahsustan cilalı taş devri diyorum. işte bir delili daha. şimdi Kemalistler diyebilirler "Osmanlı zamanında sanki iyimiydi?". Ben hiç bir zaman Osmanlı zamanı Ataput zamanından iyidir demedim. Neredeyse aynısıydı. Fakat Kemalistler Ataput zamanını öve öve bitiremiyorlar, göklere çıkarıyorlar. Bende aksisini ispatlıyorum. Ataput zamanı Osmanlı zamanıyla aynıydı diyorum. Aynı olduğunuda işte koca istanbul şehrinin bir kömür deposunun olmadığıyla ispatlıyorum.
Bu kömür Osmanlı zamanında da işletilen Zonguldak kömürüdür. şimdiye kadar bu kömür istanbula getirilip açık havada bir yığın halinde bekletiliyormuş. Kömür ta 1980lere kadar işlenmemiş olarak sobalarda yakılıyordu. Kok kömürü yani ısı değeri yüksek basınçla sıkıştırılmış kömür üretimi 1975lerden sonra Türkiyede üretilip yakılmaya başlandı. Kok kömürünü sadece zengin insanlar sobalarında yakabiliyordu. Orta halli insanlar işlenmemiş taş kömürünü, fakir insanlar kömür değil bulabilirlerse odun yakabiliyorlardı. Odunu bulamayan köylüler ise çalı çırpıyla beraber tezek yakıyorlardı. Hani bildiğiniz milletin efendisi pardon durmadan aşağılanan kölesi köylüler.
Ataputun 1930dan sonra mevcut bulunan üniversiteleri feshetiğini ve eski profesörlerin yerine Almanyadan Yahudi profesörler getirildiğini ve bu profesörlerin üniversitelerde yöneticilik ve profesörlük yaptığını duymuşsunuzdur. istanbulda bulunan Osmanlının gelmiş gelmiş en itibarlı, en bilime vâkıf üniversitesini kapatmak, profesörlerin işine son vermenin tek amacı vardı: Osmanlıdan, geçmişten tümüyle kopmak, yerine Batıdan Batı ruhlu, Batı düşünceli, zihniyeti Batı ilimi ve kültürü olan insanlara yer vermek ve yerleştirmekti. Darülfunun profesörlerinin bilim seviyesinin nasıl olduğu, Batı profesörleriyle aralarındaki tecrübe ve bilgi farkı araştırılmadı. Yeterlilik sınavı veya testi yapılmadan, sorulmadan, soruşturulmadan, sadece geçmişi Osmanlıya dayandığı için kapatıldı ve işten çıkarıldılar. Bu olayla ilgili gazete haberine bakarsınız darülfünunun(üniversitenin) ıslâhından bahsedilmektedir. işte burada görüldüğü gibi ıslahın 1930larda mânâsı Osmanlıdan kurtulmak, Osmanlıyı feshetmekten ibarettir. Yerine Batıyı her yönüyle yeni Türkiyeye yerleştirmektir. Kendilerinin işlerine haksız yere son verilen profesörlerde haklı olarak maarif vekaletine( eğitim bakanlığına) şikayet mektupları yazmışlardır.
Sizce bu şikayet mektupları acaba bir karşılık buldumu? Ne dersiniz? Eğitim bakanı bu insanların bilim seviyelerini ölçtürdümü? Bu insanlara haksızlık yapıldı diyerek görevlerini iade ettimi? Yoksa "bu profesörler başkaldırıyor" diye meselâ polis tarafından takibemi alındı mı? Diktatörlük döneminde hangi usüller uygulanır, biliyorsunuzdur. Ataput dönemi tam bir diktatörlük dönemi olduğuna göre bu profesörlerin âkibetinden şüphe etmek lazım. Mevzûmuz mektupla başkaldıran darülfünun profesörlerinin âkibeti değil
Cumhuriyet döneminde, daha doğrusu Ataput zamanında Türkiye, kibrit ve çakmak üretemiyordu. Bu Amerika ürünlerinin Türkiyede pazarlanması bir Amerikan şirketine Türkiye tarafından çekilen kredi borcu karşılığında imtiyaz olarak verildi. Kibrit sanıldığı kadar üretilmesi kolay olan bir sanayi ürünü değildir. Özellikle muhafazakar kesim bir kibritin ebatlarının küçük olduğu için kibriti küçümsemektedir. Ataput yanlısı yazarlar ve kesim ise aynı hatâya düşmektedir. Oysa kibritin ucunda bulunan kaliumklorid ve sülfirik asit, fosfor ve birleştirici kimyasal maddeler üretilmesi o zamanda çok zor olan kimyevi ürünlerdi. Mesela sülfürik asit üretmek için kimya tesisleriniz, gerekli hammaddeniz, yeterli enerji, gerekli bilgiye sahip eleman ve akademisyenleriniz ve mesela kibrit teknolojisine ve tesisine sahip olmanız gerekirdi. Küçücük bir millimetrelik kibrit ucunda aslında bir kimya şaheseri yatmaktadır. Fakat ne Cumhuriyet sanayisini kötüleyen, ne de Cumhuriyet sanayisini göklere çıkaran insanlar aslında bir kibritin arkasında kocaman bir bilim ve sanayi teknolojisinin yatmakta olduğunu bilmiyorlar. Aynı şey mesela şimdiki zamanda bir gram zenginleştirilmiş radyoaktif uranyum içinde geçerlidir. Ya da bir gram sunni elmas, bir gram nano elektronik devre çipi içinde geçerlidir.
Alternatif olarak ateş yakabilmek için 1930larda bile kullanılan çakmaktaşı vardı. Çakmaktaşı kav ile birlikte satılan kıvılcım çıkarmaya yarayan aslında ilkel bir ateş çıkarma aracıydı. Kıvılcımla kolay tutuşabilen kimyasal maddeye batırılmış kumaş parçaları ve kavlar kısmen Türkiyede üretiliyordu. Çakmaktaşı keza.
Amerikan şirketi seri üretim yaptığı için büyük bir ihtimalle kibriti çok ucuza mal edip Tükiyeye hesaplı bir fiyata pazarlıyordu. Haberde bir çakmaktaşının tanesinin 3 kuruştan 10 liraya çıkmasından dolayı halkın kibrite yönelmesinden bahsediliyor. Bu haber bile Ataputun kimya sanayisini gözardı ettiğini, kimya ürünlerinin ehemmiyetini anlamadığını gösteriyor. Ilk kimya ürünleri üreten fabrika Ataput öldükten sonra Rus sanayi bakanlığı tarafından yapılmıştır. Yukarıda bir haberde de belirtildiği gibi mesela kumaş ve derilere gerekli olan sunni boya ve kimyevi maddeler bile yurtdışından getirilmektedir. Çünkü petrol bazlı kimyevi ürün üreten işletme çok zaman sonra açıldı. Neyse mevzumuz Ataput zamanı iktisadı değil.
Okuyorum Ataputcular çoğu yerlerde hemen uçak fabrikası, şeker fabrikası masallarıyla geliyorlar. Uçak ve silah üretimi girişimi özel teşebbüslerle meydana gelmiştir. Arkasında devlet yardımı ve eli yoktur. şeker ve kumaş fabrikalarının herhangi bir teknolojik altyapısı Türkiyede üretilmemiştir, hepsi Rus teknolojisidir. Rus teknikerlerle yapılmıştır, Rus teknikerleri işletmiştir. Aynı mesela şimdiki Mersinde yapılan nükleer santral gibi. Fakat Ataputcular bu şeker ve kumaş fabrikalarını Türk mühendisleri yapmış gibi sahipleniyorlar. Her neyse.
Bu haber devletin ve belediyenin vatandaşına nasıl bir gözle baktığını gösteriyor. Bu haberde Unkapanı Haliç üzerindeki eski köprünün durumu belirtiliyor. Köprü Osmanlıdan kalmadır ve tahta demir beraber kullanılarak yapılmıştır. Bakımı ve tamiri yapılmadığı için üzerinden geçmesi emin değildir. Belediye (eski ismiyle şehremini veya şehremanet) köprü üzerinde meydana gelebilecek bir kazadan kendini mesul tutmamaktadır.
Eskiden hiçbir şekilde kazayı önleyebilecek tedbir alınmazdı. Bu sadece Türkiyede değil Avrupanın bir çok ülkesinde de öyleydi. şimdi uygulanan iş kazası tedbirleri daha henüz yakın zamanda hayata geçirilmiştir. Devlet 1930larda zaten işyerlerine kaza ve işgücü korunması bakımından hiçbir şekilde müdahele etmiyordu ve bu hususla ilgili herhangi bir iş kanunu da yoktu. Zaten kanunlar Avrupadan ithal edilmiş kanunlardı ve Avrupa kanunlarında da iş, işyeri ve kaza koruması hakkında bir kanun yoktu. Ataput zamanında sanayi daha yeni emekleye başladığı için işyeri kazası, 1930ların sonu itibarıyla beraber sanayi makinalarıyla ilgili kazalar daha yeni meydana gelmeye başlamıştı. Osmanlı zamanında da işyeri kazaları vardı, fakat daha çok Türk olmayan etnik gruplar buralarda çalışıyor ve onlar işyeri kazaları geçiriyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında da sanayide daha çok gayrimüslim insanlar çalışıyordu. istanbul belediyesinin vatandaşına köprüde meydana gelebilecek bir kazadan kendini sorumlu tutmaması zamanında alışılmış bir şeydi. Vatandaş Avrupada olduğu gibi 1930larda olabilecek bir kazayı önlemek için tedbirini kendisi almak mecburiyetindeydi. Bu kaza işyerinde olabilirdi, sokak kaldırımı, herhangi bir inşaat çukuru vesaire gibi tehlikeli yerler de olabilirdi. Mağlunen emeklilik, tazminat gibi kavramlar o zamanlar bilinmiyordu. Yani kaba tabirle bir kaza geçirdiyseniz suçlu olan kendinizdiniz, işyeri ve şantiye hiçbir şekilde suçlu değildi.
Bu haber Yalovada büyük bir otel yapılacağına dair bir haberdir. Çok güzel diyelim. Sâhibi ve yaptıran zamanında varolan ve Osmanlıdan kalan seyri sefain yâni denizcilik bakanlığıdır. şimdiki mânâsında Turizm Bakanlığının yaptığı işi de görmektedir. Karayolları ve demiryolları ulaşımı olmadığından tek ulaşım yolu olan deniz taşımacılığıdır. Yâni bu otel büyük bir ihtimalle Yalovaya gelen yabancı turistleri ve Türk konukları ağırlayacaktır. Fakat haberde mühim olan haberin 2inci kısmıdır. Haber, Gâzi Hazretleriyle de ilgilidir. Gâzi veya Gâzi Hazretleri zamanında Ataputun genel adıdır.
Ataputa Yalovada bir köşk yapılacaktır. Arsanın sahibi büyük bir ihtimalle karşılıklı göç neticesinde Türkiyeyi terketmiş bir Rum vatandaşa aittir. Yalovadaki şimdiki bulunan Ataput köşkü 1929da yani bundan bir sene önce Ataputun emriyle yapılmıştır ve kendisine tapusu verilmiştir. Ataputun Türkiyenin en büyük toprak sabihi ve zengin insanı olması ünvanı bu neredeyse her şehirde bulunan köşklerle perçinleşmiştir. Zâten Yalovada Ataputun bir köşkü vardır ve bu yapılması planlanan binâ Ataputun Yalovadaki ikinci köşkü olacaktir. Fakat ne olduysa bu ikinci köşk yapılmamıştır. Acabâ denizcilik bakanlığının parası mı yetmedi, yoksa vazgeçildimi bilemiyorum. Fakat tespit edilecek bir hakikat vardırki: Ataput tam bir diktatördür ve her şehirde kendisine ait olan ve kendi emriyle yaptırılan bu köşkler, çiftlikler bunun bir ispatıdır. Bu köşklerin, binâların veya çiftliklerin yapımı hiçbir kuruldan, kurumdan, meclisten, bakanlıktan vesaire onaylanmadan bizzat sâdece ve sâdece Ataputun bir emriyle yapılmıştır. Bazı Kemalistler çıkıyorlar "işte belediye bu köşkleri yaptı, Ataputa hediye etti" masalları söylüyorlar. Ataput bir emir diktatörüdür, aksisini söyleyenler aptallıklarına veya cahilliklerine doymasınlar. Gazete haberinde Ataputun emrinden falan bahsedilmiyor, fakat birinci köşk bir emirle yaptırılmıştır. Zâten düşünebiliyormusunuzki Arif Oruc Ataput hakkında bir emrivakiyle bina yaptıracağını yazabilsin, kellesi giderdi veya meçhul bir ölüme kurban giderdi. Gâzi hazretlerinin peygamberden daha çok sözü geçiyordu zamânında. Zâten kendi âmentülerini, kendi dinlerini de hazırlıyorlardı, islâmın yerini alacak olan. Neyse.
Bu haberde istanbul tutukevinde dayak atıldığına dair söylentilerin ortaya çıktığını, bu söylentilere dair bir gazetede bir okuyucunun gazeteye mektup gönderdiğini, bu mektup üzerine savcılık tarafından tutukevinin teftiş edildiğini ve mektupta bahsi geçen kişinin tevfikhanede(tutukevinde) bulunmadığı yazmaktadır.
9 Ocak 1930 Yârın gazetesi 5inci sayfa
Yâni savcılık tarafından hükümet tutukevlerinde dayak atılmadığını, çünkü gazetede adı geçen öyle bir kişinin tutukevinde olmadığını söylemektedir. Sizce savcılık öyle bir kişiyi bulabilirmiydi? Devlet, yâni savcılık gazetede adı geçen bir kişiyi bulsaydı kendi kendini suçlamış ve dayak söylentilerini itiraf etmiş olurdu. Acaba dayak ve işkence sadece söylentiden ibaretmiydi? Habere zâten dikkat edilirse savcılık tutukevinde dayak, işkence yapılıp yapılmadığına dair bir teftiş yapmamış. Adı geçen bir kişinin tutukevinde bulunup bulunmadığını araştırmış. Bulamayıncada çekip gitmiş. Fakat savcılığın ne yapması gerekirdi? Tutuklu olanları sorgulaması ve kendilerine işkence yapılıp yapılmadığını, dayak atılıp atılmadığını sorması gerekirdi. Gerçi mahkumlar itiraf etselerdi, savcılık onları tutukevi memurlarından koruyacakmıydı? Yoksa mahkumlar savcıya korkudan bir şey söyleyebileceklermiydi, bilinmez. Tutukevi, hapishane veya karakol veya nezarethane değildir. Siz düşünün tutukevlerinde dayak atılabiliyorsa hapishanelerde veya karakollarda hükümete karşı olan kişilere ne yapılıyordu. Devletin halka karşı nasıl bir sindirme girişiminde bulunduğunu etraflıca belirtsem mevzuyu dağıtmış olacağım. Ileride vereceğim gazete haberleri hapishane, karakol durumuna ışık tutacaktır.
Çanakkale ve istanbul Boğazlarının Lozanda Türkiyenin kontrolünde olmadığını ancak Temmuz 1936 Montrö anlaşmasıyla istanbul boğazının konrolünün Türkiyeye geçtiğini duymuşsunuzdur. 1936ya kadar Boğazlar uluslararası bir ortak kurum tarafından yönetiliyordu. Hatta boğazların kendine ait bir bayrağı da vardı. işte o bayrak.
Yârın gazetesinde çıkan haberde bu komisyonu yönetmekte olan Türk paşasının yurtdışında olduğu için toplantının yapılamadığını yazıyor. Türk deyince ırk veya dine mensub olan bir kişiyi anlamayın. 1930larda Türkiyeyi tamamen Yahudi dönmeleri, Rum veya Ermeni asıllı vatandaşlar veya Balkan göçmenleri olan Makedon, Arnavut, vesaire yönetiyordu. Yâni şimdiki gibi Anadolu şehirleri insanları yönetimde yoktu.
10 Ocak 1930 Yârın gazetesi 3üncü sayfa
Kemalistler 1936da istanbul boğazı bize geçti diye masal anlatırlar. Boğazlar anlaşmasını eğer okursanız möntrö anlaşmasında toprak hakimiyetinden veya mülkünden tek bir kelime yoktur. Möntröde sadece ve sadece boğazlardan geçen gemilerin nasıl, ne zaman, ne şekilde geçeceği kararlaştırılmıştır. Eminimki hiçbir vatandaş montrö anlaşmasını açıp okumamıştır. Türk nüfusunun yüzde 99,5i de Montrö ile ilgilenmemiştir. Alâkadar olup eleştiren insanlarda hâin damgasını yemişlerdir. Hani Montröyle beraber boğazların tapusu Türkiyeye geçmişti? Möntröde belirttiğim gibi kıta sahanlığı, hakimiyet, balıkçılık, fener inşâsı, liman veya bina inşâsı gibi esas mevzûların hiçbiri yoktur. Sâdece ve sâdece gemilerin nasıl geçeceği vardır. Zâten boğazların hâkimiyeti Lozanda alınmıştı falan gibi laflar duyuyor gibiyim. Bir büyük nehir gibi olan bir suyun iki tarafının da tapusu sendeyse geçen gemiler hiç konuşulmaz bile. şunu belirteyim Gelibolu yarımadası Lozanda Anzaklara mezarlarını ziyaret edebilmeleri için verilmiştir, îmara kapalıdır. Tapusu aslında Anzaklarındır. istanbul Boğaziçinde ingiliz askerlerinin mezarları olmadığı için Türkler tarafından îmara açık kalabilmiştir. Lozanda, daha önce Mondrosta verilen Boğazların geri Türklere devredilmesi hakkında hiç bir madde yoktur. Eğer Türkler Gelibolu yarımadasında şu anda çanakkale savaşı yapılan yerlerde binâ yaparlarsa Lozan anlaşmasını ihlal etmiş olurlar. Boğazların tapusu Türklerin değildir. Ingilizler Ataput yönetiminde Batı güdümünü gördükleri için Boğazların kontrolünü Türklere vermişlerdir. şöyle düşünmüşlerdir "ha Ataput Boğazları yönetmiş, ha ingilizler yönetmiş bir fark yoktur". Ataput ingiliz çıkarlarına hiçbir zaman ters düşmemiştir. 1936da da Boğazların kontrolünü Türklere vermişlerdir. Gerçi Boğazlar uluslarası bir komisyonla yönetiliyordu, fakat arka planda ingilizler boğazları ellerinde tutuyordu. 1936da Boğazların kontrolünü Türklere vermekle Ruslara karşı bir bekçi köpeği görevini vermiş oldu. Zâten Ataputta ingiliz çıkarlarını gözetmeyi seve seve üstlendi. ingiltere sonra inönü döneminde de hiç sesini çıkarmadı, çünkü tamamen Batı kuklası yönetimler işbaşındaydı. ingiltere Türkiyeye "siz Lozanı deliyorsunuz" diye karşı çıkabilirdi ve hakkı da vardı. Fakat neden karşı çıksınki.
istanbul gibi Türkiyenin en gelişmiş şehrinde mesela Ortaköyde 1930lu yıllarda mahallenin aydınlatmasız, susuz, kanalizasyonsuz ve yolsuz olduğunu okumuştunuz. Yarın gazetesine bir okuyucunun gönderdiği mektubun istanbulun neredeyse her mahallesinin altyapısının olmadığını teyit ettiğini okuyacaksınız.
11 ocak 1930 Yârın gazetesi 2inci sayfa
istanbul böyleyse başka şehirler ve köyler ne durumda diye kendinize bir sual sorun ve cevabını kendiniz verin. Eğer Kemalistseniz zaten bu gazete haberleri de yalan. Pembe uykulara devam! Ataputa toz kondurmak yok!
Türkiyeden lozan anlaşmasına göre Yunanistana mecburi göç eden Rumlar ve Yunanistandaki bazı kişilerin ortak çıkardığı bir gazetenin Türkiyeye sokulmamasına dair bir haber.
11 ocak 1930 Yârın gazetesi 3üncü sayfa
Haberde adı "muhacir âlemi" olan gazetede sadece yalan ve palavra haberler çıkarıldığı belirtilmektedir. Bakanlar Kurulu bu yüzden karar alıp gazetenin sınırdan Türkiyeye sokulmasını yasaklamış. Eğer gazete gerçekten Türkiye hakkında yalan haberler yayınlamışsa alınan karar doğrudur. Fakat biliyorsunuz Türkiye o zaman diktatörlükle yönetiliyordu ve hükümetin aldığı zâlim kararları eğer bu gazete yayınlamışsa, nereden bakarsanız bakın bu sansürün en âlâsıdır. Basına sansür yeni matbaa kanunundan daha önce başlamış. Ne yazikki bu muhacir gazetesini okuma imkanım yok. Olayın aslını bilemiyorum, sadece sansür olduğunu öğreniyoruz.
Abdülhamiti devirenlerin zihniyetinde olan Yahudi asıllı kişinin şu meşhur sözünü bilirsiniz "Türkler Abdülhamite 200 sene daha söverler". Osmanlıyı zamânın sanat, asker ve siyaset insanları aşağılamış ve Yıldız sarayını Abdülhamitten intikam almak için kumarhaneye çevirmişlerdi. Bu haber Osmanlının ve Abdülhamitin aşağılanmasıyla ilgili. Bilirsiniz Kemalizm ve resmi tarih Abdülhamiti korkak ve şüpheci, aşağılık, kanlı bir kişi olarak gösterir. Bu haber de Abdülhamitin hiç yanından eksik etmediği bastonuyla âlâkalı. Bir Fransız antikacı bastonun Abdülhamite ait olduğunu iddia etmiş. Bastonu inceledikten sonra içinde ince uzun bir kama olduğunu tesbit etmiş.
11 ocak 1930 Yârın gazetesi 3üncü sayfa
Baston gerçekten Abdülhamite aitmiydi? Ait olsa bile yapılan îtibar suikastını okudunuz. Haberde bilinçaltından Abdülhamite korkaklık, sinsilik ve arkadan vurma gibi haysiyetsiz insan özellikleri yükleniyor ve halk bilinçaltından Osmanlıya ve padişahlara karşı kışkırtılıyor. Özellikle haber başlığı demek istiyorki: padişahın bastonunu biz dayanmak için kullandığını zannediyorduk, meğerse ne kadar sinsi, korkak bir adammış, tehlike ânında veya lüzum gördüğü zaman rakiplerini âniden hançerleyecek. Nitekim başlık şöyle : Sebebi varmış. Baston, baston değilmiş. Gazete haberin iddia olduğunu yazdığı halde böyle bir haber vermiştir.
Ataput devletinin nasıl bir Batı zihniyeti içinde olduğunu her yerde yazmıştım. Balo düzenlemek ve Batı dansları oynamak vazgeçilmez bir devlet geleneğiydi. Bu haberde Bakırköyün ileri gelenlerinin bir baloya gelmiş olmalarından bahseder. Balonun düzenlenmesinin sebebi belirtilmiyor, sadece baloyu düzenleyen kurumun himayeietfal, yâni çocuk esirgeme kurumu olduğu belirtiliyor. Haberde aynı zamanda Bakırköyün şimdiki gibi gelişmiş olmadığını, bir köy olduğunu öğreniyoruz.
11 ocak 1930 Yârın gazetesi 3üncü sayfa
Haber balonun sönük geçtiğini, yeterince eğlence olmadığını, Bakırköyün eğlence bakımından uyuduğunu yazmaktadır. Düşünün çocuk esirgeme kurumu sâdece çocuklarla ilgilenmeyecek, eğlence ve baloyu en coşkulu bir biçimde yapacak, rakılar içilecek, oynanılacak. Zamânın zihniyeti ne yazıkki böyleydi. Bütün kurumlar ve kuruluşlardan düzenli bir şekilde balo yapmaları bekleniyordu, ister çocuk yurdu olsun, ister vakıflar müdürlüğü, piyango şirketi, aklınıza ne geliyorsa. Eğer sizin şahsınıza ve kişiliğinize, dünya görüşünüze balo veya kutlama uygun düşmüyorsa, o zaman ya kendinizi inkâr edeceksiniz ve Batı hayatına alışacaksınız, yahut içinize çekilip görevinizden çekileceksiniz. Hâni diyorlarya şimdiki zamanda mahalle baskısı, zamanında devlet baskısı vardı. Hatta bu devlet baskısı 2000li yıllara kadar devâm etti.
Bu haber istanbul mezbahasında hayvanların nasıl kesildiğiyle ilgili. Ocak 1930a kadar mezbahada hayvanlar bıçakla kesilirken 1930dan sonra Batıdan daha doğrusu herşeyde olduğu gibi Almanyadan hayvan kesimi tarzı da getirilmiş.
11 ocak 1930 Yârın gazetesi 4üncü sayfa
Hayvanlar artık bundan sonra elektrik şok tabancasıyla bayıltılıyormuş ve ondan sonra kesiliyormuş. O zamanlar hayvana verilen elektrik akımı belki bayıltıyordu, yahut belkide hayvanın kalbini durdurup öldürüyordu. Uyguluma târifine bakılırsa iletken bir maske hayvanın boynuzlarının arasına takılıp yüksek elektrik akımı veriliyormuş. Yâni şimdi Avrupada daha çok yaygın olan çivi tabancasıyla beyni dağılmıyor, hemen öldürmüyor. islama göre böylesine bir hayvan kesim tarzının uygun olup olmadığı şu anda tartışacağım bir şey değil. Söz söyleme alanım da değil. Fakat zamanın, daha doğrusu devleti elinde bulunduran CHP zihniyetinin nasıl bir zihniyet olduğunu anlatmak için bu haberi veriyorum. islâma uygunmudur diye hiç bir yere danışılmamış. Zâten islâmı yok etmek isteyen bir devlet neden herhangi bir hayvan kesimi şeklinin islâma uygunluğunu araştırsın.
Gâye, Batıya tamamen uyma, eski dîni, örf, geleneği, tarihi kökten silmek. Zâten eğer dikkat ederseniz ve gazete haberlerini incelerseniz islâma ve osmanlıya ait veya uygun hiçbir uygulama bulamazsınız. Belki bu Avrupa uygulaması islâma daha uygundur, fakat zamânın şeyhülislam, hilâfet gibi her türlü fetvâ verebilecek makamları ortadan kaldırılmış, 1930 yılında hangi islam kurumuna danışılabilirdiki. Zâten islama danışmak zamânın dinsiz, ateist idaresinin yok etmek istediği şeydi. Dindar insanlar belki mundar et yemiş veya yememiş kimin umurundaydı. Devlet, insanlara leş yedirirdi, fakat islam usüllerine göre kesilmiş hayvan asla yedirmezdi.
Bu haber 1930 yılının bütçe giderlerini gösteren bir haberdir. Tabelada gördüğünüz rakamler yüzde olarak verilmiştir. En büyük gider kalemlerine bakarsanız kara, deniz ve hava kuvvetlerine ayrılan paydır ve bu neredeyse 30 yani bütçenin üçte biridir. Sanmayınki Ataput orduyu modernleştirdi, yeni silah aldı, silah fabrikası kurdu, gemi, tüfek, top aldı. Hayır bu para sadece askerlerin maaşına, ordunun giderine ayrılmış paradır. Ataput özellikle askere, orduya müthiş paralar aktararak, askerin kendisi ne yaparsa yapsın susmasını, başkaldırmamasını ve memnun olmasını sağlamıştır. Ataput yaptığı Batı devrimlerini askerlere paraya boğarak sağlamıştır. Halkın başkaldırmasının kolayca önlenmesi, isyanların kolayca bastırılması yüklüce para alan polis, asker ve jandarmaya borçludur. Jandarma bütçeden yüzde 4, kendi istediğini kolayca hakimlere dikte ettirmek için yani adliyeye yüzde 3,25 ayırmıştır. Emniyet yani polis ve bekçiler yüzde 2 almıştır.
12 ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
Kemalistlerin aslında utancı olacak bir kalem ise düyûnu umumiye yâni Osmanlı borçlarına, ayrılan yüzde 15lik paydır. Lozan bir hezimettir, yenilgidir. Sadece geri ödenmesi kabul edilen bu borç bile Lozanın yenilgi olduğunu gösterir. Yunanın Türklere vereceği borçlarından vazgeçip, Osmanlı borçlarını kabullenmek sonrada hatâyı Osmanlı padişahlarında bulmak, şerefsizlik, alçaklıktır. Güyâ bu borçları Osmanlı padişahları yapmışmış. Nefret ettikleri Abdülhamit bu borcu neredeyse sıfırlayacakken, Ataputunda içinde olduğu Ittihat ve Terakki Abdülhamite darbe yapıp indirmiş, sonra Osmanlıyı sonsuz israf ve kötü idareyle borç batağına batırmıştır. Ittihat ve Terakki idaresi, içlerinde Ataput da vardır, bu borçların mesûlüdür. Kemalistlerin övündükleri ataları bu borçları yapmışlar ve sonra ödemeyide Lozanda kabul etmişlerdir. Fakat Kemalistler o kadar alçak, sahtekârlarki bu borcun sorumlusunu Osmanlı padişahları diye gösterirler. Ne yazıkki bu borç, adı hep düyunu umumiye diye geçer, büsbütün sıfırlanması neredeyse Adnan Menderes zamanına kadar sürmüştür.
Diğer memurlara ayrılan bütçe içinde maliye bakanlığı aslan payını almış yüzde 7. Milletin parasını yeme ve CHP üyelerine ve yandaşlarına susma payı herhalde bu aslan payından paylaşılıyordu. Dışişleri ve içişleri bakanlığı da ikisi beraber neredeyse yüzde 5 alıyormuş, köylünün cebine bereket, iyi beslemişler Ataputun adamlarını. Monşerler çok güzel hayat sürmüşler bu sayede.
Ataput yatırım olarak ne yapmış, hangi gider kalemleri yatırıma ayrılmış, tarafsız olarak bunu da belirtelim. Ne de olsa vatandaş kendine bir hizmet, yatırım, altyapı bekler vergi verirken. iskan yani bina yapımı, şehirleşme planı yüzde 5,6 pay almış. Ulaşım ve altyapı bakanlığı yüzde 15, posta, telefon, telgraf yüzde 2, sağlık yüzde 2. Kalkınma bakanlığı veya sanayi bakanlığı aramayın. iktisat bakanlığı var, fakat iktisat (ekonomi) bakanlığının yaptığı ciddi şekilde teknoloji, sanayi geliştirme falan değil, yaptığı iş Batı ülkelerine seyahat edip, yarı eğlenceyle gün geçirmek, yarısı da Batının ne yaptığına bakmak, bir tür turist gezisi gibi. Yani Ataput bu rakamlara bakarsanız bina ve demiryolu, karayolu yapmış. Bunu da sakın onların abarttığı şekilde anlamayın. Kemalistlere bakarsanız onlar çağ atladılar, altın çağlarını yaşadılar. Neredeyse muaaaasssssıııırrrrr medeniyete ulaştılar. Evet, doğru Batı medeniyetine ulaştılar. Ciddi olarak ulaştılar hemde, ne bakımdan? Ahlaksızlık bakımından, rakı içme bakımından, heykel yapma bakımından, ateist olma bakımından, hayat tarzlarını Batıya uyarlama bakımından, Batı sanatını Türkiyeye dayatma bakınından, vesaire, vesaire. Buna da bir kılıf uydurdular. Biz Batılı olduk deseler olmuyor. Batının örf ve âdetlerini, geleneklerini,sanatını, kültürünü aldık deseler olmuyor. Ne diyorlar biz medeni olduk. Batının çalışma düzeni, iş ahlakı, teknolojisi, sanayisi, bilimi yani asıl bize lâzım olan sistem nerede? Batıda medenilik adına olsa olsa bunlar var. Necip Fazıl Kısakürek bunları uzun uzun kitaplarında anlattı, tek o değil başka yazarlar da. Neyse.
Eğer birazcık makalenin metnini okuduysanız Arif Oruc bütçeyi neredeyse kendisi hazırlamış gibi övmüştür. Tabi osmanlıdan kalma kelimeleri anlayabildiyseniz ve metni kavrayabildiyseniz övgüden başka bir şey olmadığını anlarsınız. Fakat Arif Orucun bahsettiği inkişaf, yani kalkınma ve ilerleme yüzdelerle, ayrılan bütçe kalem paylarıyla karşılaştırıldığında bir çelişki ortaya çıkıyor. Mesela kalkınmanın olması için iktisat(ekonomi), marif(eğitim), nafia(imar) ve iskan(bayındırlık) bütçenin yarısı olmasını gerektirirken, nedense askerin,polisin,hakimin ve jandarmanın maaşı bütçenin yüzde 50si oluyor. Arif Oruc hiç bir tenkit(eleştiri) yapmıyor. Neden acaba diye 100puanlık bir soru soralım. Cevabını da siz verin. Veremezseniz Kemalistlerin pembe rüyalarını görüyorsunuz demektir. Ben de rüya görüyorum, fakat istiyorum, istiyorum bir türlü pembe olmuyor. Ne güzel o Kemalistlerin pembe rüyaları! Hiçbir şey sizi Alice harikalar diyarında gibi gerçeklerden koparmıyor, kırmızı, istediğinde rengarenk bulutlar, bukalemun gibi renk değiştirebilen bitkiler ve hayvanlar, kendinizi unutuyorsunuz ve Ataputunuz size ölünceye kadar mutlu, gökkuşağı altında, kanatlı atların uçtuğu, rüzgarın uçurduğu kurabiyeden evler, TRT çocuk korolarının söylediği ninni şarkıları dolu bir hayat sağlıyor. Benim rüyalarımda da Nazi Almanının bana verdiği kırık diploma notu.
Arif Orucun dünya bakışı ve zihniyetini zamanının çoğu gazetecesi ve yazarı paylaşmaktadır. Zaten aksisini düşünen kellesinden ve hayatından endişe ettiği için ya susmuştur veya ülkeyi terk etmiştir. Arif Orucun gazetesinde bir makale yazan birisi mesela ilhan şevket Arif Orucun zihniyetini paylaşır. Bu zihniyet eski edebiyatı reddetmektedir. Eski Arapçadan ve Farsçadan kelimeleri içinde barındıran edebiyatın yeni Türkiyede barınamayacağını düşünmektedir. Eski yazarların ve şairlerin Osmanlıda kendilerini halka üstünmüş gibi gösterdiklerini ve bir tür saltanat sürdüklerini iddia etmiştir. osmanlı şairlerini ve yazarlarını hala okullarda Osmanlı hanedanını övmekle suçluyor. Ve bu insanların kitaplarının kokmuş olduğunu, eskidiğini söylemektedir. Artık yeni Türkiyede eski Osmanlıyı ve Osmanlı kültürünün kendi tabiriyle ukelaların ve eski edebiyatçı güruhunun yeri olmayacaktır. kendi görüşüne göre Ataputun ihtilalini övecek ondan bahsedecek yazarlar olmalıdır. Dikkat edelim 1930 senelerinde Ataput ihtilali sadece kazanılan savaşı kasdetmemektedir. Aslında kazanılan savaş değilde ingilizlerin yardımıyla ve ingilizlerin Ataputa kazandırdığı savaş demek daha doğrudur. Neyse. ihtilal aynı zamanda Ataputun yaptığı Batı devrimlerini de kasdetmektedir. Saltanatın ve hilafetin kaldırılışı, Arap yazılarının yasaklanması vesaire ihtilal sayılmaktadır.
Bakınız Osmanlı kültürü ve yazarları nasıl aşağılanmaktadır. (Osmanlının) kitapları Babılai kütüphanelerinde mirasçısı olmayan dağılmış bir halde, anne karnındaki bebeklerin dilsizliğiyle ve iğrenç hastalığıyla bize bakmaktadır ve kokmaktadır. Babaları yok, vatanları yok.
Sürü sürü genç inananları olan bu şehvet düşkünü mısraların, bu hayvani kargaşalığın, bu korkunç ilkelliğin sebebini burada arayalım ve gelecekten korkalım. Bize hoca bulun hoca, yeni Türkçe ve yeni sanat hocası.
12 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
Kasdedilen eğitim türü Osmanlıdan ve islamdan tümden arındırılmış sadece ve sadece faşizme ve Batı kültürüne dayanan ve Türklüğü öne çıkaran ve Ataputu ilahlaştıran edebiyatcı ve sanatçılardır. Nitekim Osmanlı ve Osmanlı kültürü o kadar çok aşağılanmıştırki sonradan Osmanlı evrakları, belgeleri tonlarca Bulgaristana yakılmak üzere satılmıştır. Tarihi binalardaki Osmanlıca levhalar kazınmıştır, bazı mezarlardaki Osmanlıca mezar taşları kırılmıştır. Osmanlı kültürü ittihat ve terakkinin devamı olan Ataputun desteklediği zihniyet tarafından ancak çamur, pislik kadar itibar görmüştür. şimdi Ataput hangi yerdedir? Aynen ilhan şevketin düşüncesindedir. Ataput da Osmanlıdan nefret etmektedir. Zaten devlet siyaseti bunun üzerine kurulmuştur. şimdi "yine Ataputumuza hakaret ediyorsun" dersinizde, sadece ve sadece bir hatırata burada yer verelim, çünkü konumuz Ataputun Osmanlı nefreti değildir. Manevi kadını Afet inan hatırasında Ataputun son senelerinde yaşadığı bir olayı nakleder. Ataputla otururken eline eski Osmanlıca yazılmış bir eser geçer ve bunu Ataputa gösterir. Ataput sanki bir hayalet veya canavar görmüş gibi birdenbire irkilir ve eseri yere atar. Hiddetlenerek - tam cümlesini hatırlamıyorum, meraklilar alip okusunlar- yaklaşık olarak şöyle der: Ben hayatım boyunca Osmanlıyla(kültürüyle) savaştım, neden bunu bana gösteriyorsun?
1930lardan başlayarak neredeyse 1970lere kadar Osmanlı edebiyatı ve kültürü yok edilmeye çalışılmış, okullarda yeni nesillere Osmanlı düşmanlığı aşılanmıştır. Yoksa Osmanlı düşmanlığı nereden geldi zannediyorsunuz?
Bu gazete metninde Arif Oruç neredeyse kendi idam kararını imzalamış. Arif Oruç bir haberinde ismet paşanın Ataputun muavinliğine(yardımcılığına) getirileceği tahmin edilmektedir diye bir haber yayınlamış. Ataputun diktatörlüğünü sorgulayan bu haberi yayınlayan Arif Oruç hakkında tabiiki mahkeme hemen dava açıp o zamanın ceza kanununun 261inci maddesince halkı, kamuyu yanlış haber yapıp galeyana getirmekle yani kamu düzenini bozmakla suçlanmış. Dava açan matbuat genel müdürlüğü. özetle Arif Oruç şununla suçlanıyor: Vayy, sen Tek adama nasıl bir yardımcı yakıştırabilirsin? Veya hükümetin en yüksek devlet kademesinin işlerine neden burnunu sokarsın? Haberin asıl metni şöyle: ....Vakıfı ahval zevat ismet paşa hazretlerinin reisicumhur muavinliğine terfi buyurulmasının ihtimalini tahmin ediyorlar. ... Arif Oruç sesini kesip "tahmin yapmakla kusur ettim, devletin işleyişine karıştım, okuyucularımdan ve Ataputtan özür diliyorum, beni bağışlayın" diyeceğine, çünkü Arif Oruçtan bu bekleniyor, Arif Oruç şimdiki yazısında kafasını idam ipine daha çok sokmakta. Devletin işleyişine, nasıl olması gerektiğine işaret etmekte. Ataputun sillesini devleti tarafından bu dik kafalılıkla ileride okkalıca yiyecektir. Haberin tam metni.
13 Ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
Arif Oruc kendini savunarak ismetin yardımcılığnda halkı ayaklandıracak ne var diye kendini savunmuştur. Hatta bu haberin eski olduğunu, Anadolu Ajansının verdiğini, hatta o zamanlar Amerika idare misalı alındığını belirtmiştir. Arif oruc anayasanın( kanuni esasi) değiştirilebileceğini, ülkenin idare şeklinin konuşulmasının demokratik bir ülkede var olması gereken şeyler olduğunu belirtir. işte Arif orucun Ataputa dokunduğu o cümleler, daha sonrasında böylesi cümlerleri kuracaktır ve gazetesi kapatılacak, Türkiyeden kaçacak ve hain ilan edilecektir.: "...Biz hür bir cumhuriyetin evladı bulunduğumuzu zannediyoruz. Ve yine şu kanaatimizide açıkca söylemekten perva duymuyoruz. Türkiye cumhuriyetinde her vatandaş müsavidir(eşittir). ismet paşa lehine olduğu gibi aleyhine yazı yazmak müteala(tenkit,eleştiri) beyan etmek her vatandaşın en sarih hakkıdır. Lakin ismet paşa her yaptığında hatasızmıdır? şüphesiz hayır...." Arif oruç bu sözleri söyledi herhalde yarım yıl sonra doğduğuna pişman oldu. Ataputa ve ikinci diktatörümüze dokunan böyle hasara uğruyor. Ne yazıkki, şimdi, sene 2022 olmuş, Ataput diktatörlüğü devam ediyor. Ataput hakkında bu yazdığım yazılar yüzünden kimliğimi saklamak zorunda kalıyorum. Ben Ataput öldü diyorum, hayır ölmedi! diyorlar Kemalistler. Ataputun beyinsiz askerleri desem alınacaklar, fakat ne diyeyim bu insanlara, işte okudunuz. Arif orucu haklı bulacaklarına Ataputu haklı bulurlar. Ataput Batıcı diktatör değilde ne? Kendisinden sonra gelen inönü diktatör değilde ne? Arif oruc ne demiş "biz hür bir cumhuriyetin evladı olduğumuzu zannediyoruz". Ataput zamanında susarsan hürsün. Devletin her yaptığını şartsız kabullenirsen ki, devlet sana sormuyor uyguladığını, o zaman en demokrat, en uygar devlet sensin. Bakınız şimdiki CHP zihniyeti hala devam ediyor. Nasılmı? Bir ara yapılan, değiştirilen her yeni kanun referandumla halkoyuna sunulsun, aynı isviçredeki gibi halk karar versin diye tartışmalar vardı. CHP o zaman karşı çıkmıştı. CHPnin istediği yönetim Ataputun yönettiği gibi dinsiz, Batı kültürünü tamamen almış, parlamenter sistem adı altında kendilerinin belirdiği bir yönetim. Başka bir yönetime CHPnin manevi torunlarının tahammülü yok. Halka sorulması demek CHPnin Batı inkilaplarına karşı çıkmak demek. CHP bir toplum mühendisliği partisiyidi, halen aynı. Ne zamanki Türk toplumu tamamen islam dinini kaybederse, Osmanlı kültürünü tamamen reddederse, gelenek, töre, ahlak değerlerini yitirirse ve Batının hayat tarzını benimser ve yaşarsa CHP amacına ulaşmış olur ve yönetim sistemi ne olursa olsun o zaman CHP için farketmez. şimdi bazıları diyorlarki CHP kapatılsın. CHP zihniyeti parti kapatmayla ortadan kalkmıyor. ittihat ve terakki kapatıldı hiç bir şey değişmedi. Mankurtluk zihniyeti devam eder. Yaşlı insanlar hatırlarlar. CHP bir zaman neredeyse yok olmuştu. Onun yerine SHP, SODEP, DSP vesaire türedi, çizgileri aynıydı. Neyse, benimki havanda su dövmeye benziyor.
Cumhuriyet idaresinin her fırsatta Batı ülkelerini ziyarete gittiğini, Batıyı örnek aldığını yazmıştım. Aklınıza gelen her meselede belediye başkanları, bakanlar, yüksek devlet memurları Batı ülkelerini ziyarete gitmişlerdir. Bu ziyaretlerin tamamına yakın kısmı hiçbir faydalı netice alınmadan turistik seyahat gibi geçmiştir. Bu boşuna gerçekleştirilen seyahatlardan Arif Oruc şöyle bahseder. Arif Oruc mesela bir yazısında izmir tramvayını atların çektiğini, vapur ve tramvay yolcularının mağdur olduklarını yazar. Tesbiti şudur: Halbuki belediye, talimatlarını doğru yapsa, belediyenin meselelerinin çoğu kendiliğinden çözülebilir, Avrupaya gitmeye sebeb kalmaz.
13 ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
işin gerçeği şudur: çoğu yerde de belirtmiştim. Ataputun devlet erkanının nerdeyse tamamı devlet yönetiminde bulunmuş kişiler değildir, likayatları tartışılır, şimdiki tabirle Ataput tarafından atanmış, yani paraşütle indirilmiş kişilerdir. Devlet yönetimi aynı zamanda bilim ve teknolojiyi geliştirmek ve uygulamak, zamanın meselelerini saptayıp geleceğe dönük yatırımlar yapmaktır. Vatandaşın altyapı, sıhhat, eğitim gibi temel ihtiyaçlarını gidermekle devletin görevi bitmez. Ataputun atanmış memurları vatandaşın temel ihtiyaçlarını gidermeyi bile beceremeyen, keyfi idare ile idare eden, liyakatsız insanlardır. Durmadan Avrupa ülkelerini seyahat etmelerinin sebebi ise ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını bilmemelerinden kaynaklanır. Zannetmeyinki bu insanlar sadece gelişmiş Batı ülkelerini mesela Almanya, ingiltereyi ziyaret ederler, hayır, Macaristan, Romanyayı bile ziyaret edip bu ülkeler devleti nasıl yönetiyorlar, bizim var olan şu meseleyi nasıl hallediyorlar diye araştırmışlardır. Halbuki Macarisatan ve Romanya 1930da Türkiyeden her bakımdan daha ileri ve gelişmiş ülkeler değillerdi. Türkiyeye hiçbir mevzuda misal(örnek) olabilecek durumda değillerdi. Yani 1930da Bükreş ve istanbulun arasında fark yoktu. Bunu bilemeyecek kadar genel kültürü olmayan belediye başkanları zamanında mesela Bükreşe giderek istanbulun meselelerine çare arıyorlardı. şunu da belirtmiştim: Ataput, dine ve Osmanlı kültürüne, hilafete bakış açısından dolayı Osmanlı hükümetinde görev almış çoğu tecrübeli devlet adamlarını bilerek hükümetine kabul etmemiştir. Ataputun şartları. önce ya mason, ya islama mesafeli, ya sabetayist olması gerekiyordu.
Gazetede bir imla hatası vardır. "atın inadı tutar, tramvayı çekmez" yerine "altın inadı tutar, tramvayı çekmez" diye yazılıdır. Bu gibi imla hataları zamanında gazetelerde pek çoktu. Cümlenin manasına bütününe bakmanız lazım ve eski kelimeleri mutlaka bilmeniz lazım ki yazıyı anlayabilesiniz. Eğer eski kelimeleri bilmiyorsanız ve bu kelimelerde de imla hatası varsa o zaman yandınız. Evet TDKnın dil katliamı yaptığını her zaman söylüyoruz. bazı güya ilerici modern insanlar TDKnın ürettiği uyduruk kelimeleri Türkçe diye sahipleniyorlar. Ne kadar müthiş bir kültür uçurumu. Mesela atalım eski bir kelime: metanet. Eğer imla hatası yüzünden melanet diye yazılmışsa, eyvah! Uğraşsınki yeni liseyi bitiren bir talebe bu cümlenin içinden çıksın. Metanet ve melanet acaba Azerbaycanda, Özbekistanda değiştirildimi? Orta Asya ülkelerinde bu kelimeler eskiden yürürlükte idi. Neyse, siz Ataputta metaneti arayın, melaneti dünden bulursunuz.
1929 senesinde hükümet amerikan Ford otomobil fabrikasıyla bir anlaşma yapmış ve istanbul tophanede Türkiyede ilk defa bir serbest bölge ilan ederek ve burayı uzun süreliğine kullanılmaya vererek, Fordun Türkiyede fabrika kurmasını sağlamıştır. Fordun her türlü parçası, ikmali, işci ve teknisyen, üretim makineleri amerikadan getirilmiştir. Türkiye sadece su, yiyecek, gemi limanı ihtiyacı gibi temel ihtiyaçları karşılayacaktır. Hatta üretilen arabaların Türkiyede satılmasında araba başına amerikan şirketine ödül verilmesi bile anlaşma içindeymiş. Umulan şey amerikanın istanbulda araba üretmesiyle birlikte bir iktisadi canlılık gelmesidir. Devlet, serbest bölge olduğu için amerikan şirketinden vergi gibi para alamadığı gibi, şirket Tophaneyi Amerikan toprağı gibi kullanmaya başlamış. Hiç bir mesuliyet üstlenmeye mecbur olmadığı için, hatta anlaşmada bulunan bazı Türk işçilerinin çalıştırılması maddesine bile uymamış.
14 ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Tophane bölgesini istediği gibi inşa eden amerikan şirketi eskiden antrepo olarak kullanılan sahayı işgal ettiği için istanbulda ciddi anlamda antrepo sıkıntısı ortaya çıkmıştır. Yarın gazetesinde yabancı liman işletme şirketleriyle ve antrepo ilgili haberler çoktur. şirket büyük bir ihtimalle kalifiyeli ve fabrika makinelerini ve amerikan tekniğini bilen işciler aramaktadır. Bu nitelikler iş aramak için forda başvuran Türk işçilerinde bulunmadığı için de iş başvuruları reddedilmiştir. Amerikan firması tabiiki Amerikadan veya diğer Avrupa ülkelerinden en azından ingilizce bilen nitelikli içci çalıştırmıştır. Dikkat edilirse mesela amerikan ve ingiliz ölçü birimleri Avrupa ölçü birimlerinden farklıdır. Avrupada bulunan metre ve kilo ölçü birimlerinin Türkiyeye getirilmesi Mart 1931dir. Yani Osmanlı birim ölçüleri hala yürürlüktedir. Eğer bir işçinin Amerikan fabrikasında iş bulması sadece ağırlık ve uzunluk birimlerine bağlı olsaydı, yani Türk işçici metre ve kilogramı bilseydi bile, Forda giremezdi, çünkü Amerika metre yerine foot, yani ayak, kilogram yerine pound gibi kendine ait ölçü birimlerini kullanıyordu ve hala da kullanıyor. Yani burada görüyoruzki 1931den sonra getirilen birimlerin değiştirilmesi işe yaramamış. Ataput tam anlamıyla bizi Batılı yaptı, fakat asıl bize lazım olan muassır medeniyetin bilimini, tekniğini getirmedi. şimdi size sorsam arşın nedir? Ne kadardır? Bilemezsiniz. Geçmişle bağınız kopmuştur. Japon ölçü birimlerinin ve çinin neredeyse Cengiz han zamanından kalma ölçü birimleri olduğunu ve hiç değiştirmediğini biliyormuydunuz? Biz değiştirdik. Eski ölçü birimlerimiz bizi gericimi yapıyordu? Avrupanın bazı ölçü birimleri (hatta ingiliz ve Amerikanın kendi ölçü birimleri var) bize çağ mı atlattı? Ataput Amerikanın ve ingilizin ölçü birimlerini alsaydı ne değişecekti? Mesele şurda Ataputu sorgulayamamak! Türk milletinin beyni hipnotize altında! Ataput hipnotizesi. Neyse. Serbest bölge kavramı ve serbest bölgeler şu anda da Türkiyede var. Kötü ve iyi tarafı tartışılır.
Ataputun putlaştırılması için gereken şey, heryerde onun isminin geçmesidir. Bir çok tarihçi Ataputun putlaştırılması tarihi olarak 1930 - 1931 senesini vermektedir. Her şehirde yolların, meydanların, binaların, çeşmelerin adı bilinerek Ataput olarak konmuştur. 1930 yılında Ataput adı yaygın olmadığı için Ataputa Gazi deniliyordu. Sonra Ataput kendi çocukluk arkadaşları ve kuklası olan millet meclisinde kendine Ataput ismini koydurunca gazi kelimesi artık kullanılmamaya başlanıldı ve şehir meydanları, binalar, mühim gemiler vesaire Ataput olarak değiştirildi.
14 ocak 1930 Yarın gazetesi 5inci sayfa
Yavuz gemisini tarihle biraz ilgilenen insanlar tanırlar. meşhur ittihat ve terakki üyeleriye Ataputun arkadaşları gibi sonradan yaratılmış sahte kahramanlar yanında Yavuz zırhlısıda kahramanlaştırılmış bir gemidir. Yavuz bir tamirat görmüş ve seyahate çıkıyormuş. Yavuz gemisinin kahramanlaştırıldığını buradan anlarsınız. Gemi sanki tek başına insansız bir araç gibi kendi başına gezebiliyor haberi veriliyor. Herkes 1930da ve şimdide herkes bilirki insanlar gemileri yönetir. Fakat haberde herhangi bir kaptanın, generalin ismi yoktur. Haberde ikinci propaganda hedefi ise sanki halk gemiye Ataput ismini verecekmiş gibi bir intiba meydana getirmektir. Halbuki izmit halkı veya bütün Anadolu halkı Ataputun Batı devrimleri yüzünden taşlaşmış halde ne yapacaklarını şaşırmışlar, başkaldırma kenarda dursun, mahkeme, karakol, jandarma dayağı korkusundan sindirilmişlerdir. Halkın 1930da en son istediği şey bir binaya, gemiye Ataputun adını koymaktır. Nitekim 1930 seçimlerinde kendi arkadaşına kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkasına izmir halkı topyekün oy verince ve CHPye nanik gösterince Ataput anlamıştırki halk CHP zorbalığından bıkmıştır.
Haberde geçen Ataputu seven izmit halkı değildir, devlet makamlarına yerleştirilen memurlar, devlet erkanı, seslerini çıkarmamaları için yüklü maaşla paraya boğulan askerler, jandarmalardır. Arif Oruç burada halkın Ataputun arkasında olduğunu göstermesinin sebebleri belki mahkemelik olduğu için Ataputa ve Ataputun denetlediği matbuat idaresine (şimdiki RTÜK) şirin gözükmektir.
Fakat asıl sebeb Arif Orucun Ataputun yaptığı ve yapacağı Batının kültürel ve siyasi toplum mühendisliğini tamamen desteklemesidir. Yukarıda da belirttiğim gibi ve sonraki haberlerde de destekleneceği gibi Arif Oruc Ataput gibi bir Osmanlı, islam kültürü, geçmişten gelen çoğu gelenekelere karşı birisidir. Devletin Batı ideolojisi ve sistemiyle yönetilmesinden yanadır. Desteklemesinin sebebi budur. Nitekim peygamberin ve islamın ve islam kültürünün yerine Ataput ve Batı ideolojisi, Batı kültürü, sanatı yerleştirilmiştir. Ataput ne kadar övülürse Batı kültürü ve Batı devrimleri propagandası milletin zihnine daha iyi bastırılacak, Osmanlı ve tarih ne kadar kötülenirse milletin beyni daha iyi yıkanacaktır. Nitekim sonunda ittihat ve Terakkiyle başlayan geçmişinden tiksinen ve iğrenen bir nesil yetiştirilmesi başarılmıştır. Arif Oruc devletin her yönüyle Batıcı siyasetini desteklemektedir.
1930lu yıllarda üretilen çoğu ürünler küçük en fazla 4 veya 5 kişiden meydana gelen imalathanelerde elle üretilen hiçbir makinenin neredeyse hiç yardımı olmadan üretiliyordu. şimdi ölmüş olan birçok meslek grupları zamanında hayattaydı. Mesela nalbant demiri kendisi işliyor, nalları kendisi yapıyordu. Bakırcı denilen meslek sahibi bakır kapların üzerinde meydana gelen zehirli tabakayı kalaylıyor, tekrar kullanılabilir duruma getiriyordu. Her şehirde mesela bıçakcılar, tarakcılar, kunduracılar, terziler, halıcılar, çömlekciler, vesaire vardı. Zamanın bir çok zanaatkarı Osmanlıdan cumhuriyete intikal etmişti. Fakat onlarca sene devam eden savaşlar yüzünden meslek sahipleri yok olmuş, kalanlarsa yetersiz duruma gelmişti. Avrupada başlayan makineleşme ve seri sanayi üretimi yerli meslek gruplarının ürettiği mallara ciddi bir rakip olmaya başlamıştı. Devlet ciddi biçimde liranın değer kaybına uğramasından dolayı yerli mallara rağbet gösterse ve yerli malı propagandası yapsada ucuz mallar Türkiyeye dolmaya başlamıştı. Bu haberde zamanın ünlü bir iktisatcısıyla röportaj yapılmış ve iktisatcı zamanında Türkiyede durumun nasıl olduğunu özetler halde konuşmuştur. Türkiye, eşek nallarını bile Avrupadan getirmeye başlamıştır.
15 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Dikkati çeken diğer haberse, muhabirin sorduğu soruyla ilgilidir. Devlet neredeyse 1,5milyon liraya bir ticarethane binası inşa etmek ve tüccarlara kiralamak niyetindedir. Bu para zamanında devlet bütçesinin 200de birini teşkil ediyor. Yani çok yüklü bir para. Muhabir, bu paranın kirayla kendisini amortise etmesinin çok çok uzun yıllar alacağını, yani kira almakla bu paranın aslında yok olacağını, bu binaya bu kadar çok parayı gömmektense, dağıtılmasını yani sürümde piyasada kalmasının daha doğru olacağı kanaatinde olduğunu söylemiş ve iktisatcıya bu konuda ne düşündüğünü sormuştur. iktisatcı açık konuşamamıştır, hükümeti eleştirememiştir, çünkü diktatörlükte hükümeti açık bir dille eleştiremezsiniz. Söylediği şey şudur: elimde zar yokki atayım, ne geleceğine bakayım. Beni fazla söyletme canım! Halbuki yapılan binayı doğru bulsa övmekten hiç kaçınmazdı. Diktatörlükte konuşamazsınız, eleştiremezsiniz. Yapılan icraatleri kötülerseniz, mahkemeyi, polisi kapınızda bulursunuz. Bu bina yapıldımı yapılmadı, faydası oldumu bilmiyorum. Fakat muhabirin söylediğini doğru buluyorum, kira almak için değil, devlet insana veya geleceğe dönük teknolojilere veya zamanın sanayisini tekniğini yakalamak için yatırım yapmak için para harcaması lazımdı. Ataputun devleti de burada zaten acemiliğini göstermiş. Ne yapılabilirdi mesela nal üretiminden misal verelim. Avrupada nal nasıl şekilde seri halde üretiliyorsa tetkik edilir, nalbantcıların mesleği modernleştirilir, bir çok nalbantcılar birleştirilip bir makineleşmiş imalathane kurulabilirdi. Ileriye dönük olarak devlet nal imalathanelerinde kullanılan iş makinelerini Türkiyede üretmek için tedbir alır, teknik üretebilirdi. Bu her meslek dalında gerçekleştirilerbilirdi. Fakat biz neyle uğraştık? Harflerle, şapkayla, ölçü birimleriyle, balo akşamları düzenlemekle, opera seyretmekle, yani Batı kültürüyle.
1930larda ve sonralarında neredeyse 1960lara kadar Türkiyede çocuk hastalıkları salgın halinde bütün Türkiyeye yayılır ve bu salgın hastalıklar yüzünden binlerce çocuk ya ölür yada hastalığın tesirlerini bütün ömürleri boyunca taşırlardı. Nedeni ise aşı olmamasından veya dışarıdan getirilen aşıyı devletin ihmal etmesi veya getirildiyse bile halka gidilip halkın aşılanmamasından kaynaklanırdı.
15 Ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
Bu haberde Ankarada başgösteren kızamık salgını yüzünden çocukların hastalığa yakalandıkları tedbir olarak aşı yapıldığını belirtmektedir. Zengin kemalistlerin çocukları veya devlet memurları acaba bu çocuk hastalıklarına yakalanıyorlarmıydı diye bir soru sorunuz kendinize. Altın çağınız olunca çocuk hastalıkları size vız geliyor tabii. Hani CHP bir halk partisi olarak kendini her zaman tanıttı ve tanıtıyorya işte sahtekarlık buradan başlıyor. Esas adı halkı ezen mutlu ve putlu zümre partisidir. Devlet ellerinde olduğu için propaganda sayesinde kendisine inananlar çoktu, hatta yarın gazetesinin ve basının çoğu yazarları bile bilerek veya bilmeyerek bu sahte altın çağa inanmışlardır.
Ankara başkent olduğu için ve doktor bulunduğu için hastalığa kızamık teşhisi konulmuştur. Peki taşra şehirlerinde doktor yoktuki çocuk hastalığı olduğu bilinsin ve tedavi olunsun. Taşradaki Anadolunun ücra yerlerindeki kasabalarda köylerde çocuklar çocuk hastalığına yakalandığı zaman ebeveynler ne yapıyordu dersiniz? Paraları yokki büyük şehirlere tedavi için gitsinler. Bünyesi sağlam olan çocuklar hayatta kalıyor, bağışıklık sistemi zayıf olan çocuklar ölüp gidiyorlardı. Size imkansızlıkların olduğu bir Türkiyeyi anlatayım. Kendim yaşadım. Sene 1975, yani Ataputtan, sağır ismetten yıllar sonra. Komşumuzun oğlu menenjite yakalandığı için ve tedavi göremediği için beyin özürlü olarak kalmıştı. Kendimden bahsedeyim. çocukluğumda 2 çocuk hastalığına yakalandım, okula gidemedim, öbür çocuklara bulaşır diye. 1970lerde kuduz hastalığından neredeyse her ayda bir ölüm haberi gelirdi. Neyse daha çok böylesi haberleri okuyacaksınız.
1930larda henüz işsizlik o kadar başını alıp gitmemişti. Köylerde zâten işsizlik diye bir şey yoktu. Köylüler zamanında tırpan,yaba, orak, düven, saban gibi el aletleriyle çoğu zaman tahıl, arpa veya buğday ekiyor,biçiyor ve bunlarla uğraşıyordu. Tarımda ilkel aletlerle yapıldığı için her insana, çocuklara bile ihtiyaç duyuluyordu. Ne zaman tarıma makineleşme girmiştir o zaman insan kuvvetine ihtiyaç kalmamıştır ve köylerde işsizlik başlamıştır. Tarımda makineleşme, traktör kullanımı Adnan Menderes zamanında başlamıştır. Bu yüzden köylerden şehre göç, çiftçiliği makine tarafından elinden alınınca işsiz kalan köylülerle başlamıştır. Yani 1950lerden önce köylüler köylerinde kalmıştır. Sağlık alanında yapılan iyileştirmeler ve çocuk ölümlerinin azalmasıyla birlikte nüfus çoğalmaya başlamıştır. Işgücünün bolluğu ve tarımda insan gücüne ihtiyaç duyulmaması, çiftçileri çareyi şehire göçmekte, ve şehirde çiftçilikten başka bir iş bulmaya zorlamıştır. Göçü, çoğalan nüfusla birlikte anne. babadan miras kalan tarlaların kardeşlere bölünmesiyle birlikte ufalan tarla hissesinin yeni nesili doyuramamasından da kaynaklanmıştır. Devlet 1960daki üniversite-CHP desteğiyle askere yaptırdığı darbeden sonra işsizliğe bir çare olarak şehirlere göçen bu işsiz köylüleri Almanyaya göndermekte bulmuştur ve böylece bu işsizlerin birazından kurtulmuştur. Böylece devletin yani aslında CHPnin suçundan dolayı halen biz gurbette sürünmekteyiz. Devlet, daha doğrusu devleti elinde bulunduran CHP, 1930larda daha devletin ne olduğunu, hangi kurumların devlete lâzım olduğunu dâhi bilmiyordu. Yaptıkları şey Avrupaya giderek Avrupada hangi kurumlar var, ne yapıyorlar, lâzımsa veya değilse de Türkiyeye gelip o kurumu veya kuruluşu kuruyorlardı. Meselâ çok basit bir misal: istanbul belediyesi 1929da kışın çok yağan karla nasıl mücadele etmesini bilmediği için Avrupaya gitmiştir. Avrupada belediyelerin karla nasıl mücadele ettiklerini öğrenip Türkiyeye gelmişlerdir. Fakat Avrupa şehirleri Türk şehirlerine benzemediği için Avrupadaki karla yapılan mücadele istanbula uygulanamamıştır. Bir çok kurum aslında nasıl çalışacağını bilmemektedir. Örnek olarak Avrupa devletlerine gidilmiş, bakılmış, fakat Avrupa bilim ve teknolojik altyapısını çoktan kurduğu için ve Türkiyede Avrupa seviyesinde ne altyapı, ne bilim, ne de teknoloji olmadığı için Avrupadaki çoğu şeyler uygulanamamıştır. Okuyacağınız makalede gazeteci mesela devletin istatistikten anlamadığını şöyle anlatır: "Hamdolsun istatistik bize çin işi japon işi gibi bir oyuncak şeklinde geliyor. Bundan dolayıdırki bilmiyoruz ne kadar işsizimiz var." Mesela Türkiyede iş ve işci bulma kurumu 1930da yoktu, istatistik kurumunun ne olduğunu daha yeni öğreniyorlardı. şu gerçeğin de gözardı edilmemesi lazım. Osmanlı, Lozanla birlikte tamamen tasfiye edildikten sonra değişik yerlerde yaşayan kendini Osmanlı veya Türk hisseden, veya bulundukları yerlerde şiddet görerek göçe zorlanan insanlar istanbula göç etmişlerdir. Bu sebeple istanbulda başka şehirlere nazaran büyük bir işsizler sınıfı meydana gelmişti. Makalede bu işsizlerden bahsedilir.
15 Ocak 1930 Yarın gazetesi 4üncü sayfa
Bu işsizlerle devletin hiç ilgilenmediğini, devletin ürün artırmak, üretmek istediğini, fakat ürün için lazım olan işgücünü gözardı ettiğini, toplumsal meselelerin işsizlik yüzünden meydana geldiğini belirtir. Meselâ zamanında sayısı çok yüksek olan intiharların, cinayetlerin, hırsızlıkların sebebinin işsizlik olduğunu yazar.
Sözleri makalede aynen şöyledir: "Köprünün altında yatan yüzlerce hırpâni ve öksüz çocuk var. Bunların göğsüne geleceğin müstakbel dolandırıcı ve yankesici tabelası takılabilir." Yazarın isteği işsiz olanların sayılarının tesbiti, işsizliğin sebebinin araştırılması, sanayi faaliyetlerinin durumunun tespit edilip ortaya çıkarılması (istatistik rakamları), şehir ve köylerin artma veya azalma sebebi, bunlarla meşgul olacak devlet dairelerinin derhal tesisidir. Acemi Ataputun acemi memurlarımı yapacaktı bu işleri? Halbuki istanbul hükümetinin ve Osmanlının medreselerde yetişmiş nitelikli insanları vardı (medrese deyince hemen din adamı aklınıza gelmesin, teknik bilimlerle uğraşan Osmanlı medreseleri vardı). Ataput bunların çoğuna din ve Osmanlı kültürüne olan yakınlıklarından dolayı Ankara hükümetinde yer vermedi. Hatta onları polise takip ettirip, ya hapishaneye attırdı yada kendileri yurtdışına kaçtılar. Ankara hükümeti, milletvekillerinden tutun valilere kadar ya Yahudi dönmesi, ya mason, ya Ermeni veya Rum asıllı insanlardı.
Fakat bu insanlarda yeterli değildi. Çoğunun tahsil seviyesi, liyakatlığı tartışılır insanlardı. Tecrübesiz, devlet tecrübesi olmayan, acemi insanlardı.Neyse.
1930larda fabrikalarda çalışan işçilerin durumuna ait bir makale.Zamanında makineler o kadar çok otomatikleşmiş değildi ve bir ürün çıkarmak için şimdiye nazaren en azından 5 kat fazla işçiye muhtaç vardı. Fabrika işçilerinin sigorta, işsizlik sigortası, emeklilik sandığı, hafta sonu serbestliği, sağlık kuralları, sendika, işçi hakları, sosyal hizmetler, yıllık izin, iş güvenliği, vesaire gibi şimdiki zaman rahatlıklarının hiçbiri yoktu. En ağır şartlar altında çalışıyorlardı. Kazançları yevmiye olarak haftalık veya günlük elden veriliyordu. işçiler yani köle gibi kullanılıyorlardı. Verilen yevmiyeler, miktarlar ve ödenme zamanları fabrika müdürünün inisiyatifine kalmış bir şeydi. iş mahkemesi, işci koruma kanunları falan hiçbir şey yoktu. Yarın gazetesinin muhabiri seyahat ederken Hereke tekstil fabrikasının bir işçisiyle karşılaşır ve işçinin hayatından bezmiş durumuna şâhitlik eder. Hemen "işte fabrika kurulmuş, ne güzel" demeyin. Bu fabräkalarin çoğu Osmanlıdan kalma fabrikalardır. Savaştan dolayı atıl durumda bulunan makineler yenilenmiş veya tamirat görmüş fabrikalardır. Aslında işlemeye hazır fabrikalardır. Hereke kumaş fabrikası da bunlardan biridir. Sanayi ve Maden bankası bu fabrikayı ve başka geçmişten kalan fabrikaları kendi bünyesinde işletmeye başlamıştır.
15 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
Yazar şemsettin Tuğrul makalesinde önceleri sanayi hayatının çok güzel olduğunu zannettiğini söylemiştir. Fakat işçilerin sefalet ve karanlık içinde yaşadıklarını öğrenmiş, acı bir hayat sürdürdüklerini görmüş ve bundan dolayı vicdan azabı duyduğunu yazmıştır. Sözlerini şöyle bitirmiştir: "Herkesin nazarında bir sanayi hayatının mevcudiyetine şimdiye kadar bende inanıyordum. Fakat bundan sonra asla." Yani işçilerin pembe bir hayat yaşadıklarını zannettiğini, fakat aslında fabrika işçiliğinin bir sefillik ve yoksulluk olduğunu öğrendiğini bizzat birebir öğrendiğini belirtmiştir. Evet Kemalistlerin bahsettikleri 1930lu yıllar yani söyledikleri altın çağ kendileri için altındı, fakat işçiler, köylüler, işsizler için cehennemdi.
Devlet erkânının neredeyse tümünün müslüman olmayan azınlıklardan meydana geldiğini belirtmiştim. Ataputun bunu bilinçli olarak yaptığını da belirtmiştim. Zâten Osmanlının son zamanında onyıllarca süren savaşlarda da askere gitmeye mecbur olan müslüman halkın okumuş sınıfının yok olduğunu belirtmiştim. Yâni meydan, ittihat ve terakki zihniyetine sahip olan Yahudi, Rum, Ermeni azınlıklara kalmıştı. Ataput da bu azınlıkların devleti yönetmesiyle beraber islama darbe vuracak ve tümden islamı ve Osmanlıyı bitirecekti. Devleti yönetenler bu durumdaydı. Peki özel şirketlerde durum nasıldı? Zâten Türkiyede kurulan özel şirketlerin kurucularının çoğu müslüman Türk asıllı değillerdi ve sayıları çok azdı. Türkiyede iş yapan özel şirkelterin neredeyse tümünün Avrupalı yabancı şirketler olduğunu da belirtmiştim. Bu gazete haberinde yabancı özel şirketlerde çalışan işcilerin, memurların hangi din, dil topluluklarından geldiği belirtiliyor. Kaynak olarak muhtemelen şimdiki tabirle istanbul vilayeti ticaret odası denilebilecek kurumun 1930 senesindeki müdürü Muhsin bey olarak gösterilmiş, sayılar resmi bir dairenin rakamları.
16 Ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
Buna göre 1930 yılında istanbulda 14 yabancı banka bulunmakta imiş. çalıştırılan müslüman Türk memurlarının oranı yüzde 18, müslüman olmayan fakat Türk vatandaşı olan Rum, Ermeni ve Yahudilerin oranı yüzde 34, Avrupalı yabancı memurların oranı ise yüzde 48'miş. Yani yerli sayabileceğimiz bankaların, ki zaten sayıları bütün Türkiyede iki elin parmakları kadardır, sahipleri mutlu ve putlu azınlıkların elindedir. Keza ezici sayıda yabancı bankalar mevcuttur. Buna rağmen çalıştırdıkları işçiler, memurlar da müslüman Türk değildir. Hem yerli sayabileceğimiz hem yabancıların bankalarında durum aynıdır.
Kemalistlerin övünüp durdukları Türk milletine yutturdukları nedir? Hepsi Türk imiş, Osmanlıya söverek, atıp tutarak, Osmanlıyı Türk olmamakla suçlayarak, Ataputun ise devleti Türkleştirdiğini savunarak bize her zaman yalan yutturdular. Ataput, devleti Türkleştirmedi, bilakis Türk olamayan azınlıkların eline teslim etti. inanmayanlara işte banka istatistiği, devletin yâni Ataputun istatistiği. Bu zâten size hep bir Yahudinin nasıl olurda Türk milliyetçiliğini yazdığını, ve kendilerinin soyadlarını saklayıp Türklere kendilerini Türk diyerek yutturduklarının nasıl bir gariplik olduğunu hatrılatmıyormu?. Moiz Kohen, yâni Munis Tekinalp, yâni Türk milliyetçiliğinin kurucusu ve bir Yahudi. Garip şu ki Tekinalp, Yahudi olduğu halde uydurduğu Türklük tezlerinde kendi Yâhudi inancından arındırılmış, sunni yapay bir tez ortaya koymuştur. Her insan kendi düşünüş şeklini ve fikrini tezlerine kitaplarına yansıtır. Fakat Yahudilerde ve sadece Sebatayist tarikatına mensup toplulukta, kendilerini ve düşüncelerini ne yapmak istediklerini çok iyi gizleme yeteneği vardır. Osmanlıyı ve islamı yok ederek, Türk toplumunu devşirerek, Türk milliyetçiliği adı altında üstün bir ırk yaratarak, müslüman Türk milletini Araplara, Balkan devletlerine düşman ederek, yok etmek istediler ve muvaffakda oldular. Tekinalp, kitabında Sebatayist olduğu halde Yahudiliği övdüğü yoktur. Hiçbir sebatayist devlet adamı, sebatayistliği veya onun getirdiği düşüncelerden bahsetmez. Asıllarından bahsetmezler, çünkü asıl niyetleri ortaya çıkar. Mesela bir yetişkin Alman Türkiyeye gelse ve Türkiyede Türk milliyetçiliğine sahip çıksa, adını değiştirse, dinini değiştirse ve Türk milliyetçisi bir parti kurmaya kalkışsa size garip gelmezmi? Bu Almanın kendisinin sarı saçı, mavi gözü olduğu halde, siyah saçı, kahverengi gözü övse ve Türk ırkçılığı yapsa, siz garipsemezmisiniz? Mantık bunu emreder. Türkiyede ne oluyor? Kemalizm hiçbir şeyi garipsemiyor. Kemalistler işte böyle garip insanlar. Mantık, Ataputta bitiyor. Ataput dediğiniz zaman düşünmeyi durduruyorlar. Ataput deyince akan sular duruyor. Moiz Kohen mantığın "bak, bak, bak" diye işaret edip durduğu, müslüman Türklerin nasıl devşirildiğine ait en belirgin misal. Kemalistlerse "bakma, bakma, bakma, kafanı kuma göm" diyorlar, veya "Ataputa mantiki secdeye devam" diyorlar.
Bu haberde Cumhuriyet Halk Fırkasının(partisinin) bir îlanı vardır. îlan parti üyelerinedir. Parti bir balo düzenlemektedir ve partiye parti üyelerinin, hanımlarıyla birlikte beraber gelmesi istenmektedir.
16 Ocak 1930 Yarın gazetesi 3üncü sayfa
Bir partiden ne beklersiniz? Ülke için çalışmaları, ülke faydasına icraat yapmaları. Fakat bu parti Batı kültürünü Türkiye getirme partisi olduğu için Batı hayatını yaşamak partisidir. Nitekim baloda hanımların durumlarına bakılacaktır, çarşaf, başörtüsü kontrol edilecektir, bir mecburiyet olan içki içiyormu, içmiyormu bakılacaktır, Batının dans oyunlarını öğrenmişlermidir, kıyafet kanununa uyulmuşmudur, vesaire. Zaten Ataputun sadık köpekleri Batıya ayak uyduramayanları mimlemiş ve partiden atmışlardırda, bu balo Batıya yöneldiğimizin milletvekilleri arasında perçinleşmesini sağlamaktır. şarkıcı veya danscı kadınlar Ataputun yakın arkadaşlarının hatıralarına göre eksik olmaz, mutlaka çağrılmıştır. özel saatler için de ayarlanmış kadınlar hazırda bekletilebilirler. Evet, ne demek lazım aslında parti toplantısı değilde, eğlenceli resmi kâfirlik merâsimi demek herhalde daha doğru olur. Evet, zamanın CHP toplantıları şimdiki parti toplantılarına hiçmi hiç benzemiyordu.
Bu arada îlani verenin kim olduğuna dikkat ettinizmi? CHPnin bir parti müfettişliği varmış ve o müfettişlik bu îlanı vermiş. Ne yapardı acaba bu CHP müfettişliği? Adaylarını, üyelerini, milletvekillerinimi kontrol ederdi? Aklıma eski 1930ların Alman Nazi partisinin aynen böylesi müfettişlik kolları vardı, o aklıma geldi. Hay Allah, bu benzetme olmadı galiba. Yoksa oldumu sanki?!
17 Ocak 1930 Yarın gazetesi 4üncü sayfa
Baloya şehrin kibar sınıfı da katılmış. Acaba bu kibar sınıf kimlerdi dersiniz? Güyâ millete yutturulan "Milletin efendisi köylüler" olamaz herhalde. CHP zamanında milletin efendisi olan mason, yahudi, Rum ve Ermeni zenginleri. Acaba bu neşeli gecede neşe getirecek ne yapıldı? Tabiiki danstan ve rakıdan ve oynatılan kadınlardan ve dinlenilen müzikten başkasını kasdediyorum. Haydi bir ipucu vereyim, saf okuyucularım için: anahtar kelime kibarca deyimle çapkınlık.
Bu bir gazete ilanıdır. ilan bir isveç jileti üreten şirkete aittir. şirket istanbulda bir imalathane açmış, jilet üretmeye başlamış istanbulluları imalathanesini ziyaret etmeye ve jiletleri denemeye davet etmektedir. şirketin ismi sandvikendir. Türkiyede paslanmaz çelik üretimi ne osmanlı zamanında nede cumhuriyet yıllarında yoktu. Kaldıki jilet (ilanda tiraş bıçağı olarak geçer, sonraları TDK katliamına uğrayıp fransızcadan geçen jileti aldık) çok ince çelikten yapıldığı için zamanında ve neredeyse 1970lere kadar, kaliteli milimetrelik, sert haddelenmiş, ince paslanmaz çelik üretemiyorduk. isveç şirketi çok büyük bir ihtimalle küçücük 3santrimetrelik jilet için kocaman bir altyapı gerektiren paslanmaz çelik fabrikasını istanbulda kurmamıştır. isveçten ince milimetrelik paslanmaz çelik getirip, istanbulda pres makinasında jilet şeklinde kesip ambalajlamaktadır.
16 Ocak 1930 Yarın gazetesi 5inci sayfa
Zamanında ve halen berberlerde var olan ustura bıçağını sade vatandaş kullanamadığı için jilet 1930larda herkesin fakat daha çok şehirlerdeki insanların kullandığı bir araç olmuştur. Dikkatimi çeken ve burada bu ilanı vermemim sebebi ilanda yerli malı lafıdır. ilan şu kelimeleri kullanmış: "yerli malı kullanmak memleket borcudur". şimdiki 2022 yılında durmadan tartışılan yerli ve milli tartışmaları karşılaştırması yapın diye vereyim dedim. isveç şirketi paslanmaz çeliği isveçten getiriyor. bütün pres makinalarını, belki ambalaj kağıdını, varsa keskinleştirme makinası, falan isveçten getiriyor. Mühendisler ve memur takımı çok büyük bir ihtimalle isveçten, ilanda geçen Türk işçileri ise belki ambalajda, varsa bantta veya makineyi beslemede basit işlerde çalıştırıyor, fakat Türkiyede üretildiği için yerli malı oluyor.
isveç firmasının jiletleri ne kadar tutuldu bilemem. fakat isveçten döviz ödeyerek getirilseydi, devletin döviz bulması için çırpınması lazımdı, böylece isveç şirketi Türk lirası üzerinden jilet sattığı için devlet avantajlı olacaktı.
şunuda belirtelim. Ataputun devleti, memurları, CHPsi ne kadar Batıcı ve islam, Osmanlı, gelenek, töre düşmanı olsalarda bir yerli malı propagandası başlattılar ve Ataput ölünceye kadar da bu devam etti. Ateist Ataput hükümetinin hakkını burada vermek lazım Gelelim şimdiki Kemalistlere. Ne kadar yerli ve hatta bugün milli olan ürünlere sahip çıkıyorlar? Bugünün Kemalistleri hainlikten başka bir şey düşünmüyorlar. Ataputtan kalan bir kaç şeye sahip çıkıyorlar o da rakı, heykel, islam ve osmanlı düşmanlığı, ahlaksızlık, sahtekar resmi tarih, Arap düşmanlığı, Batı seviciliği, vesaire.
Bu haberde istanbulda kökleşmiş yabancı şirketlerin Türklere nasıl muamaele ettiği yazılmaktadır.Sadece istanbulun değil diğer büyük Batı Anadolu şehirlerinin teknik isteyen günlük işlerini yabancı şirketler yapıyordu. Elektrik üreten, tramvay işleten, gemi vapur seferleri düzenleyen şirketler, sigorta şirketleri, bankacıların büyük bölümü, demir ve beton bina inşaat işleri, demir köprü yapımı, demiryolu vesaire yabancı şirketlerin elindeydi. Daha önce bahsetmiştik. Çalışanları, teknisyenleri, memurları yabancıydı. Arif Oruc bu şirketlerin çalıştırdığı Türk işçilerine daha çok hamallık, kapıcılık, çöpçülük, temizlik işleri, geminin buhar kazanına kömür atma, kömür taşıma gibi sıradan vasıfsız işleri yaptırdığını, buna karşılık memurluk, âmirlik ve vasıflı işler olduğu zaman Rumları, Ermeni memurlarını seçtiğinden şikayet etmektedir. Misal olarakda vanderze vapur şirketini göstermektedir.
17 ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Arif Oruc başbakan sağır ismete çağrıda bulunmakta, yabancı şirketlerin çalıştırdığı insanlara eşit davranmasını, eşit miktarda vasıflı Türk ve azınlık veya yabancı işci almasını istemektedir. Arif Oruc yabancı şirketlerin Türkiyede istediği gibi hareket etmesine karşıdır. Tabiiki hükümet 1930da yabancı şirketlere çok muhtaçdı ve Arif Orucun isteğini yerine getiremezdi. Hükümet herhangi bir yabancı şirkete mutlaka yerine getirilmesi gereken şartlar koysa ve bu şirket şartları kabul etmeyip Türkiyeden gitse, hükümet giden şirketin yerine aynı işi yapacak yeni bir şirket bulması lazımdı. Onlarda yine yabancı şirketlerdi.
Dikkat ettiyseniz Arif Oruc sağır ismetin 2 tane zaferinden bahsediyor. Bahsedilen inönü savaşlarıdır, yani sağır ismeti yüceltmek için uydurulan, fakat hiçbir zaman meydana gelmemiş ikinci inönü zaferi. Yâni resmi tarih daha 1930 senesine varmadan yalanlarını ortaya sürmüş, Yarın gazetesi gibi birazcık muhalif olarak gösterilebilen gazeteler bile resmi tarihin yalanını yazmaktadırlar.
Bu haberde Arif Oruc kendi yazdığı makalesinde bizzat kendisinin bilgisi olduğunu haber vererek hapishanelerdeki vahim durumu aktarır. Ayrıca devletin suç işlemiş vatandaşlara olan vazifesinin nasıl olacağını ve geçmişte yani osmanlıda devletin görevini daha iyi yaptığını belirtir. Devlet hapishanelerde insanları cezalandırmak ve yok etmek yerine suçluları tekrar topluluğa kazandırması gerektiğini ve daha önceleri bunun başlatıldığını belirtir. Eskiden hapishanelerde iş atölyeleri açıldığını hatta suçluların hapishanede meslek sahibi olduklarını şimdi ise hapishanenin bir zorla ve açlıkla terbiye ve yok etme kurumu olduğunu belirtir. Ayrıca hapishanelerde bakımsızlığın kol gezdiğini, sağ olan insanların bile vereme yakalandığını, bu bulaşıcı ve öldürücü hastalığa yakalananları ise devlet kafileler halinde hapishaneden attığını belirtir.
17 ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
Buyrun Kemalistlerin altın çağı nasılmış! Hapishanedeki insanlar herhalde bu altın çağı aramışlar, aramışlar fakat bulamamışlar, sonunda pislik çağına denk gelmişler. Daha doğrusu mikrop çağına, daha doğrusu verem mikrobu çağına. çünkü her pisliğin içinde verem mikrobu bulunmaz. Neyse. Belirtmiştim, verem bir salgın hastalık halinde halkın arasında kol gezmektedir ve insan ölümlerinin başında gelmektedir diye. Tabiiki hapishanelerde verilen yemeği siz o zaman düşünün, verilen ve aslında olmayan tıbbi desteğide. Bulaşıcı olan verem hastalığının arayıp da bulamadağı bir ortam. Yani Arif Oruc da belirtmişti zaten hapishaneler insanları yok eden bir müesseseydi Ataput zamanında, belirttiği gibi Osmanlı zamanında hapishaneler daha iyiydi. şunu da belirtelim: Zamanında açlıktan ölme tehlikesi ile karşı karşıya olanlar, ölmemek için suç işleyip hapishanelere giriyorlardı. Evet yanlış okumadınız.
Bu haber bir yangın söndürme haberi. Beyoğlunda azınlık(yani müslüman olmayan azınlığa ait) bir kadının evinde yangın çıkmış ve itfaiye(eskiden adı kumpanyaydı) olay yerine gelmiş fakat su bulamamış. Tam bir canlı eğlence tiyatrosu gibi "suyu nerede buluruz" diye koşuşturmuşlar, sonunda hortumları 200 metre uzaktaki kuyulara, bizanstan kalma sarnıçlara atmışlar ve herhalde suyu bulmuşlar. Bu yetmemiş aynı zamanda 2 kilometre uzaklıktaki Galatasaray lisesinin su haznelelerine hortum uzatmışlar, suyu nihayet getirmişler. Tam bir yaşanılmış eğlenceli canlı tiyatro.
17 ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
Ne yazıkki Terkos su işletmesinin(yani şimdiki istanbul su dairesinin eski adı) borularında su yokmuş, kesilmiş. Su işletmesine olay yerine gelen polis telefon açmış "nerde su?" diye sormuş, telefona bir odacı çıkmış "ben bilmem" demiş. Yangın uzun zaman sürmüş. Sonradan anlaşılmışki ev sahibi madam Maçilika evi sigorta şirketine çok yüklü bir parayla sigortalatmış. Su işletmesi büyük bir ihtimalle yabancı bir şirketin elinde. Ah, ah, şu musluktan akmayan sular taa 2000li yıllara kadar sürdü. şu altın çağımız ne güzelmiş diyenler. şimdi bazı mankurtlar ve o zulüm günlerini özleyen CHP kafalılar var, o zulüm günlerini özlüyorlar. özlemelerinde haklılar çünkü o kemalist insanlar o zamanda halk sefalet içindeyken kendileri padişahlar gibi yaşadılar. Neyse.
Bu haber 1923de kurulan ve güya vatan hainliği yapmış subay ve devlet görevlilerinin cezalandırılması için kurulan heyeti mahsusaya aittir. Haberde adı geçen âli karar heyeti yani yüce mahkeme heyeti heyeti mahsusa tarafından verilen vatan hainliği kararlarını yanlış bulmuş ve bu kararların yanlış olduğunu cezalandırılan kişilere yazılı olarak bildirilmesini kararlaştırmıştır. Liste uzundur. Yaklaşık benim makalede saydığıma göre 110 kişinin adı geçmektedir. Liste kaymakamdan, polis müdürnden, katipten, miralaydan(albaydan), savcıdan tutun büyük devlet görevlilerini ve makamlarını içermektedir ve nerdeyse her şehirden, kasabadan insan vardır.
17 ocak 1930 Yarın gazetesi 4üncü sayfa
Bu mahkemelerin ve heyetlerin keyfice karar verdiklerini, devletin çıkarmış olduğu devrimleri halk arasında pekiştirmek için kullanıldığını, halka gözdağı verildiğini artık herkes biliyor. şimdi bazı insanlar çıkıp diyebilirki, mahkemeler ve heyetler de yanlış yapabilirler yanlış karar alabilirler, hayır, bu heyetler ve mahkemeler özellikle insanları cezalandırmak ve gözdağı vermek mahkemeleriydi. Özellikle ittihat ve terakkiden bıkmış olan halk tekrar ittihat ve terakkiyi hükümetin başında görünce ve Ataputun Batı devrimleriyle halka bir deli gömleği giydirmeleri isteyince, halk, özellikle azınlıkların bulunmadığı Anadolu halkı tabiiki başkaldırdı ve bu başkaldırmayı Ataput özel mahkemelerle ve heyetlerle cezalandırdı. Siz okuyucum belki ilgilenmemişsinizdir, sadece resmi tarih size "yobazların başkaldırması" diye anlatmıştır. Hiç dikkat ettinizmi azınlıkların çok olduğu şehirlerde isyan ve başkaldırma yoktur. Erzurumda, Konyada, Sivasta, Kırşehirde, Yozgatta isyanlar oluyor fakat izmirde, trakyada, azınlıkların çok olduğu şehirlerde isyan olmuyor. devrimlerin islama, osmanlıya karşı olması sizi hiç düşündürmüyormu? Devrimler aynı zamanda hıristiyanlığa, kiliselere, papazlara karşı da yapılsaydı en azından bir eşitlik olmazmıydı? ittihat ve terakkinin mason, sebatayist, hristiyan asıllı insanlardan meydana gelmesi ve hükümeti ele geçirmesi müslüman halk arasında bir isyan sebebi değilmidir? izmirde, çanakkalede,aydında ve trakyada isyan olmaması sizi düşündürmüyormu? şimdi bazıları "hıristiyanlık ilericiliktir, islam gericiliktir, o yüzden gayrimüslim azınlıklara dokunulmadı" diye beyni yıkanmışlara zaten laf söylenilmez. Her neyse aslında devletin 7 yıl sonra bile heyeti mahsusanın almış olduğu kararların doğru kararlar olmadığına karar vermesi bile, devleti çete gibi eline geçiren Ataput hükümetinin halkı sindirmek, Batı devrimlerini zorbalıkla halka kabul ettirmek gâyesinin bir delilidir. Özellikle de büyük devlet adamlarının, subayların, idari sınıfının seçilmesi devleti, milleti devşirmeninin yukarıdan başlatıldığının işaretidir.
Bu haber iş yapmadan, yani işe gelmeden evde kalan, fakat maaşını almaya devam eden, zamanın gümrük memurlarına aittir. "işe geldi" diye arkadaşları veya başkaları tarafından imza atılmış. müfettişlik bir yoklama yapmış ve gümrük memurlarından 4 kişinin vazifesi başında bulunmadığını tesbit etmiş.
17 ocak 1930 Yarın gazetesi 5inci sayfa
Müfettişlik devam eden yoklamalarda çoğu memurların görevlerinin başında olmadığını tesbit etmiş ve görevinden azletmiş. Ne diyelim? CHP zihniyeti. Eskiden de böyleydi şimdide böyle. Değişen bir şey yok. Hani birde kamu mallarını arpalık gibi kullanıp zarar edemeyecek devlet kurumlarını zarar ettririrlerdi. CHP gidince yerine gelen başka hükümetler kamu şirketlerini özelleştirince bu seferde "devlet mallarını sattılar" diye bağırmaya başladılar. Evet CHPliler eskisi gibi, akbabalar gibi, devletin başına çöreklenip devleti yiyemiyorlar. Yoksa zannetmeyin, çok vatanseverler, onun için devlet malının, özel şirketlerin eline geçmesine tahammül edemiyorlar. Devlet demek 1930larda, 1940larda, 1950lerde CHP demekti . Devlet CHPnin elindeydi ve istedikleri gibi milletten aldıkları vergileri yiyorlardı. En büyük ispatı yapılan bütçelerde ayrılan paraların hangi bakanlıklara ayrıldığına, doğrudan hizmete ne kadar para ayrıldığına bakınız. Yukarıda 1930 bütçesini vermiştim. Neyse geldik 2022ye, CHP zihniyeti sahtekarlıktan, yalandan, namussuzluktan bir milimetre bile yerinden oynamadı, değişmedi. Değişen şey eskiden basını, gazeteleri radyoyu ellerinde tutuyorlardı, milleti aldatıyorlardı, fakat şimdi basını susturamıyorlar, milletin kafasını eskisi gibi ezemiyorlar, milletin beynini yıkayamıyorlar. Ah CHP zihniyeti bir başa geçebilseler, eskiden kaldıkları yerden devam edecekler, zaten bunu da açıkca söylüyorlar bugün.
Bankaların kurulduklarından bugüne kadar yahudilerin ellerinde olduklarını herkes bilir. Bankacıların aralarında Sebatayistlerin oranının ne kadar oldukları bilinmez. Fakat cumhuriyet yıllarında bankacıların çoğunun çiftci olan nüfusun yüzde 80 i olan vatandaşı sömürdüğünü çoğu kimse bilmez. Bu haberde ziraat bankasının çiftçilere verdiği kredilerde teminat karşılığı olarak çiftçilerden istediği mal mülk ve arazi hesaplanmasında yaptığı haksızlıktan bahsedilir. Banka arazilerin gerçek değerinin nerdeyse yüzde birini teminat olarak kabul etmektedir.
18 Ocak 1930 Yarın gazetesi 2inci sayfa
çiftci vatandaşın arazisi tarlası bu durumda bir değer etmediği için kredi alamamaktadır. Devreye bezirganlar girmektedir.Bankalardan zor alınan ve neredeyse alınması imkansız olan krediyi vatandaş yinede alabilmek için bezirganlara(tefecilere, aracılara) başvurmaktadır. Bezirgan bankadan krediyi alabilmekte fazlasıyla faizi çiftçiden almaktadır.
Bezirganlar ise yine tabii o dönemde parayla uğraşan tek azınlık zümre yahudilerdir.
Yahudi bankanın verdiği kredi önce aracı yahudiye, sonra aslında yüzde 3,5la alması gereken çiftçiye işte atıyorum, yüzde 7ile varmaktadır. Bu da yahudi bezirganınn insafına kalmıştır.
Bu durum tek ziraat bankası ile sınırlı değildir. Haberde yahudi büyük bir ihtimalle sebatayist olan selanik bankasının trakyalıları sardığı ve mahvettiği bildirilmektedir.
Burada asla ve asla ben azınlık düşmanlığı yapmadım ve yapmam da. Ne de Türklüğü ırk olarak öne çıkarabilirim ve bir ırk üstünlüğü savunabilirim. Mesela Yahudilerden ve Sebatayistlerden bahsederken özellikle bu azınlığa mensup olan belirli kişilerin yaptıkları haksız ve düşmanca icraatlerini eleştirmek boynumuzun borcudur. Mesela Sebatayistlerin yaptıkları -işte bu makalede okudunuz- tefeciliği ve bu tefecilikle çiftçileri sömürmesi aşağılanacak bir yahudi geleneğidir. Yahudilerin içinde mesela sadece bilimle, tıpla uğraşan, mesleğini yürüten insanlara tabiiki bir diyecek lafımız yoktur, eğer Türk vatandaşlarıysa gurur duyarım. Fakat hainlikle milleti içten yıkacak, Türk milletini veya başka milletleri sömürecek işler yaparlarsa tabiiki ne milletten, ne dinden olursa olsunlar ne azından eleştirmek hakkımız olmalıdır.
19 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Bu haber hastanelerin durumunu anlatmaktadır. Bir başka akşam çıkan gazetenin yazarı(gazetede adı refik yani dost olarak geçiyor) haberinde yaralanan insanların hastanelere müraccat ettikleri halde bile kabul edilmediklerini ve bu sebepten dolayı öldüklerini yazmış. Arif Oruc meseleyi ciddi bir durum olarak görmüş ve araştırmak istemiş. Kendi gazetesinde çalışan bir muhabiri, yazarı(eski adıyla muharrir) belediyenin sağlık müdürüne yani şehrin sağlıkla ilgili yetkilisine göndermiş. O zamanki istanbul sağlık müdürü Neşet Osman bey gazeteciye hastaneler ihtiyaca kâfidir(yeterlidir) demiş. Kâfi kelimesini 25 yaşından küçük insanlar bilmezler, yani ince k harfiylemi(latin alfabesinden alınması unutulan Q harfi) yoksa kalın k harfiyle okunacağını bilmezler. Sadece hiçbir Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde bilinmeyen uyduruk kelimeleri bilirler yani yeterliyi bilirler. Hatta belki şimdi şu anda 2023 senesinde TDK kâfi = yeterli yerine yeni bir kelime bile uydurmuş olabilir. Ataputun dil katliamından bir misal verelim dedik. çünkü uyduruk kelime kullanmak eskileri yasaklamak Ataputun emriyle başladı. Neyse. Sağlık müdürü müzmin hastalıklara yakalananları hastanelere kabul etmediklerini ve bazen evlerine gönderdiklerini belirtmiş. Müzmin hastalıklar şunlar bütün bulaşıcı hastalıklar, uzun süre devam eden ve hemen iyileşmeyen hastalıklar. 1930larda kanser hastalığı henüz ortaya çıkarılamamıştı, fakat onun yerine salgın halinde insanları yüzbinlerce sayılarla telaffuz edilecek miktarda öldüren verem, veba, tifo, sarılık çocuk hastalıklarının tümü, bütün akciğer ve solunum hastalıkları bronşit, zatürre, difteri vesaire kol gezmekteydi. Bütün kemik hastalıkları romatizma,kemik erimesi, mide hastalıklarının bütünü, vesaire. Yani bu hastalıklar eğer bir hastada teşhis edilirse tabib(doktor) hastayı kendi isteğine göre evine gönderiyor, evinde iyileş nasihatı veriyor. Hastanenin hemen kabul ettiği hastalar yani hastanede yatak verip yatırdığı hastalar ise yaralanma olayları ve çabuk iyileşen hastalıklarmış. Zamanın sağlık durumunu eğer biraz araştırırsanız şu fikre varırsınız: insanlar ölüme terkediliyordu. Zaten Arif Oruc kendi fikrini haberin başlığında belirtmiş. ünlem ve soru işaretini yanyana koymuş.Yani devlet her türlü kötü durumu yalanlıyor, sâde vatandaş ise kan ağlıyor.
Bir sonraki habere geçmeden önce Fuat Bulca hakkında malumat sahibi olmanız gerekiyor, çünkü bu haber Fuat Bulcayla ilgili. Malumat kelimesini bilmediğiniz için mahsusdan şimdiki karşılığını vermedim, biraz eski kelimeleri merak ediniz diye. Fuat Bulca, Selanik doğumludur, bütün büyük devlet memurları gibi büyük bir ihtimalle Sebatayist yeva Yahudi asıllıdır, uzun yıllar Türk Hava Kurumunun başkanlığını yapmıştır. şeker fabrikalarının ve iş bankasının müdürüdür. Ataputla aynı yaştadır, onun en yakın çocukluk arkadaşlarındandır, yakın akrabasıdır, Ataputun içkili kadınlı gece sofralarının devamlı üyesidir, Ataputun sözünden hiç çıkmayan(çıkamayanların) arasındaydı, Kastamonuya Ataputla beraber giden ve orada ilk şapka giyenlerin arasındaydı. Manastırdaki okulda Ataputun sınıf arkadaşıdır. Bu kadar yakınlığından dolayı Ataput tarafından ödüllendirilen Fuat Bulcanın Ataputla bir meselesi, anlaşmazlığı olamaz, imkansızdır.
Türk Hava Kurumu piyango biletlerinin satışından belirli bir miktar yüzde 12 alıyor ve gelirini ordan sağlıyordu. Zamanın Diyanet Başkanı Rıfat Börekci piyangonun haram olduğunu hafifletmek ve dine balta vurmak için piyango oynamanın müslümanlık görevi olduğuna dair fetvalar vermişti. Halkı piyangoya alıştırmak ve Hava kurumunun gelirini artırmak için gazetelerde her zaman piyango ilanları veriliyordu. Nitekim Yarın gazetesinin neredeyse her nüshasında bir piyango ilanı bulabilirsiniz.
19 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Fuat Bulca bir bildiriyle izmirdeki piyango kurumunun araştırılmasını istemiş. Haberin başlığına göre bir suistimal sözkonusuymuş. Bizzat Ataputun başında olan bir heyet durumu araştırmış ve bir suistimal tespit edememiş.
Bu olay gazetelere kadar çıkmışsa ve gazetedeki başlıkla dedikodular olarak bahsediliyorsa demekki bir suistimal olayı ortada bulunuyor. Fakat suistimal izmir piyango kurumundamı, yoksa Türk Hava Kurumu piyango kurumundan komisyonunu yeterince alamıyormu belirsiz. Işin aslı haberde tabiiki belirtilmiyor. Fakat tarihle biraz ilgilenenler zaten devletin bütün kurumlarının CHPye ve Ataputun belirlediği ve emrettiği insanlara ait olduğunu bilirler. Yani bu olay biraz danışıklı dövüşten ibarettir. Türk Hava Kurumu veya Piyango kurumu farketmez, ikiside CHPnindir, başındakilerde Ataputun tayin ettiği kimselerdir. Ortadaki dövüş, pastadan kimin fazla alacağıdır. Pasta ise piyangodur. pastayı tartışanlarsa iki kurum ve onların memurlarıdır.
Bu haberde Arif oruc devlet müesseselerinin(kurumlarının) devletin hedefinin aksine yabancı şirketlere iş vermesinden yakınmaktadır. Mevzu devlet müesseselerinin matbaa işlerini aynı işi yapabilecek Türk şirketleri varken yabancı matba şirketlerine vermeleridir. Mesele bilanço, defterdarlık, muhasebe vesaire memurlar tarafından tutulacak dosya, evrak için lazım olan kağıtların basımevlerinde(matbaada) basılmasıdır. Devlet bir taraftan şiddetli bir şekilde tasarruf, yerli malı kampanyası ve toplantıları yaparken bir taraftan da hâlen yabancı şirketlere iş vermektedir, kendi koyduğu tasarruf kurallarına uymamaktadır.
Haberin gazetenin ikinci sayfasındaki devamında Arif oruc müesseselerin isimlerini verip mahcup duruma düşürmemek için şimdilik isimlerini açıklamak istemediğini fakat devam ettiklerinde mecbur kalacağını yazmaktadır. Arif orucun verdiği ve devletin bu şekilde zarara uğratıldığı miktar Türkiye bütçesinin çok büyük bir bölümünü teşkil etmemektedir. Arif oruç bu zararı onbinlerce lira olarak vermiştir. Devletin istediği kadar tasarrufu teşvik edici toplantılar yapması boşunadır, neticede tersini yapmaktadır demektedir. Asıl bu haberin başka mühim tarafı ise devletin kendisinin 1928 senesinden itibaren matbacılığa el atması ve büyük çapta matbaa açmasıymış. devlet okul kitaplarının basılmasını kendi tekeline bağlamış. Bunun bir kötü neticesi ise yeni gelişmeye başlayan özel matbatıclık sektörünün işsiz kalması ve çoğu şirketlerin batmasıymış. Iflas eden matbaalar makinelerini satıp sektörü terkediyorlar. Özel matbalara sadece iş olarak özel şirketlerin basım talepleri kalıyormuş. Bunun üstüne birde devlet kurumlarının kendi devlet matbasının yerine yabancı şirketlere basım işlerini ihale etmesi ise Arif orucu dahada kaygıya düşürmüş. Yazısının sonunda devletin bu kurumlara el atması gerektiğini yazmış.
20 Ocak 1930 Yarın gazetesi 1inci sayfa
Ataputun devlet kurumlarının nasıl işlediğine dair bu haber çok güzel ışık tutmaktadır. Devlet kurumları topal insanın yola gittiği gibi işlemektedir. Kurumlar birbirinden habersizdir. Çoğu memurlar görevlerini doğru yapmamaktadır. Yolsuzluk, rüşvet, zimmetine geçirme, liyakatsizlik had safhadadır. şunu da belirtelim memurların çoğu müslüman olmayan gayrimüslim azınlıklardan oluşmaktadır. Aynı şey biraz teknik bilgi isteyen meslek dalları içinde geçerlidir. Mesela bu haberde kalacak olursak basım makinelerini çalıştıran kişilerin çoğu gayrimüslüm Türk vatandaşı olan azınlık insanlarıdır, yani Rum, Ermeni, Yahudi. Yeni kurulan devlet kurumları ne yapacağını, nasıl çalışacağını emekleyerek öğrenmektedir.
Ataput zamanında 1930dan sonra özel şirketleri devletleştirme veya devlet çatısı altında özel şirketlerin yapacağı işleri devletin yapması bambaşka bir mevzudur ve teknolojinin halk arasına yayılmasını engellemiştir. Devletin görevi var olan özel şirketlere teknolojik bakımdan yardım etmesi, bu teknolojilerin millileşmesi adımını atacağına, özel şirketlere rakip olmuştur. Bir misali aynı burada olduğu gibi devletin kendi matbaasını açması gibi. Arif Oruc da bunun bir hata olduğunu yazmıştır. mesela devlet kendi bünesinde bir basım teknolojisi üniversitesi veya okulu açabilir ve özel matba şirketlerine gelişmeleri için öncülük yapabilirdi. Böylesi bir öncülük Ataput devleti tarafından hiçbir alanda yapılmamıştır. Yapılan şey Avrupadan makineler getirerek bir ürünü Türkiyede montaj yaparak üretmekten öteye geçmemiştir. Bizim Kemalistlerin durmadan öğündükleri uçak fabrikası mesela bir montaj fabrikasıdır. Uçak için lazım olan makineler(torna,frez,cendere,pres) ve çoğu parçalar mesela motor, plastik veya metal hortum, pervane, çelik civatalar, tekerlekler Türkiyede üretilen parçalar değildi.Önceden üretilen uçakların çoğu tahtadandı. Plastiğin Türkiyede üretilmesi ilk petrol rafinerisinin yani petrolün işlenmesiyle başlar. Benzinin Türkiyede ilk olarak üretilmesi Menderes zamanında 1955de başlar, yani CHP döneminden 32 yıl sonra. Ataput zamanında yetişmiş uçak mühendisleri olsaydı, milli uçak teknolojisi olsaydı, uçak üniversitesi olsaydı, fabrikayı kendimiz yapardık. Mesela Almanların 2.dünya savaşında herşeyi bitmişken herşeyi sıfırdan yeniden kendi kendilerine kurmaları bilgi ve teknolojilerinin olmasıydı. Dışarıdan getirilen yabancı mühindislerle, yabancı makinalarla, yabancı teknolojiyle bir montaj üretim fabrikası bir hiçden ibarettir. Ataputun uçak fabrikasıda böyle bir hiçden ibaretti. Neyse. Zaten Kemalistler kendi çağlarını devleştirirler, pireden fil yaparlar. Halbuki 27 yıl boyunca yani Ataputla, sağır ismetin zamanlarında yaptıkları bolca heykel, din düşmanlığı, Batı taklitciliği, toplumu devşirme, montajcılık ve acemiliktir. Ne yapacaklarını ve nasıl yapacakların bilmedikleri için devleti de öyle yürütmüşlerdir. Ataput askerdi ve devleti de öyle yönetti, diktatörlükle ve acemilikle. Ataput zamanında hangi teknolojimiz gelişti Allahaşkına bir kendiniz düşünün. Batıya uymaktan Batının giysilerini giymekten onlar gibi yazı yazmaktan başka ne yaptık. Hadi diyelimki altyapımız yoktu bilim insanlarımız yoktu. Peki 27 yıl sonra kendi teknolojimizi geliştirecek hangi nesil yetişti? Kemalistlerin durmadan zırvaladığı bilime ne zaman önem verdik? Hani nerede milli, bilim milli teknoloji? Sağır ismet öldüğü zaman hangi teknolojik çağı yakaladık? Montajdan başka ne yaptık 27 yıl boyunca? Çankayada daha sonra Dolmabahçede kocaman bir rakı sofrası etrafında toplanan sebatayist, mason, ateist çoğu gayrimüslim olan 30 kişi kadar bir topluluk kadın seyretmekten ve rakı içmekten ve islamı nasıl bitiririz ve en fazla yararlı yaptıkları iş olan montaj fabrikası nasıl kurarız diye toplanmaktan ve akıllarına düşen acemi işleri yapmaktan başka ne yaptı? Örnek olarak sadece ve sadece bir saçmalık olan güzellik yarışması yapılması ancak Ataputun rakı sofrasından çıkabilirdi. Ya karşılaştıralım biraz, Japonyada gelişmeye çalıştı. Japonyada böyle bir devlet erkanının rakı sofrası ve bu sofradan güzellik yarışması kararı çıktığını duydunuzmu? Neyse.